MESNEVÎ -10-
Z. Özlem ABAY o.abay@hotmail.com
MUHABBETLE YARATILDI
Neye düşen aşk ateşidir. / Meyi de coşturan aşk ateşidir.
Mevlânâ Hazretleri ilk defa bu beyitte aşk kelimesini kullanmaktadır. Neyin yakıcı nefesi aşktır. İnsân-ı kâmilin kalbine düşen aşktan murad da aşk-ı ilâhîdir. Kâinâtı bu aşk ateşi kaplamıştır. Bu kadar önemli olan aşk nedir?
Aşk; Arapça aslı «ışk» olup sözlükte; «Şiddetli ve aşırı sevgi; bir kimsenin kendisini tamamen sevdiğine vermesi, sevgilisinden başka güzel görmeyecek kadar ona düşkün olması» anlamına gelir. Yine aşk kelimesinin «sarmaşık» kelimesi ile aynı kökten geldiği ifade edilir. Sarmaşık ağacının; kuşattığı ağacın suyunu emip, onu sarıp sarmalayıp, soldurup zayıflattığı bazen kuruttuğu gibi, aşırı sevgi de; sevenin sevdiğinden başkasıyla ilgisini kestiği, onu sarartıp soldurduğu için bu duyguya aşk denilmiştir.” (TDV İslâm Ansiklopedisi)
İslâmî literatürde aşk iki anlamda kullanılmıştır:
«Mecâzî aşk» beşerî olan aşktır.
«İlâhî aşk» veya hakikî aşk da Cenâb-ı Hakk’a muhabbettir. Edebiyatımızda geniş yer bulan aşkı biz, tasavvufî anlamda incelemeye gayret edeceğiz.
Kur’ân-ı Kerim ve sahih hadislerde aşk kelimesi kullanılmaz. Bunun yerine sevgi yani «hub ve muhabbet bazen de meveddet» kelimeleri geçer. İlk mutasavvıflar, aşk kelimesini kullanmamıştır. Aşk kelimesini dînî bir terim olarak kullanan sûfîlerin dayandığı bazı âyet ve hadisler vardır. Meselâ;
“Îmân edenler Allâh’ı daha şiddetli severler…” (el-Bakara, 165)
Âyetteki şiddetli sevgiden maksat aşktır. Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-’a;
“Ben sana herkesten daha sevimli olmadıkça îmân etmiş olamazsın.” (Buhârî, Îmân, 8-9) demiştir. Bu mânâda mutasavvıflar; Allah ve Rasûlü’nü aşkla sevmek gerektiğini söylemişlerdir.
Her şeyde aşkın tesiri vardır. Âlem aşk üzerine kurulur. Zerreden kürreye olan çekim kuvveti aşk iledir. Allah, isim ve sıfatları ile gizli idi. Bu sıfat ve esmânın zuhûruyla;
“Bilinmeye muhabbet ettim. Yani mahlûkatı bilinmek için yarattım.” şeklinde rivâyet edilegelen söz mûcibince, kâinâtın sebeb-i zuhûru muhabbettir, aşktır.
Kenz-i mahfî sırrınca Allah, öncelikle bilinmek istemiştir. Bilinmekten murad burda; «Mârifetullah»tır. Hak’tan başka hiçbir şeyin olmadığı zamanda Hak, bilinmeyi dilemiş ve böylece ilk olarak muhabbetle tecellî etmiştir. Bu sevginin gayesi mârifetullah yani Rabbimiz’in bilinmesidir. Âlemi yaratan Hakk’ı isim ve sıfatlarıyla tanıyacağız. Çünkü Rabbimiz âleme, isim ve sıfatları ile tecellî etmiştir. Zât’ı ise yine gizli hazine olarak kalmıştır.
Beyitte geçen mey, Arapçadaki (şarap) hamr karşılığıdır. Hamr ise örtmek demektir. Şarap insanın aklını örttüğü için bu şekilde anılmıştır. İnsanın içindeki îmân, akıl tarafından örtülünce; örtmek de kişiyi daha farklı günahlar işlemeye sevk etmektedir. İçkide de sarhoşluk vardır, aşkta da sarhoşluk izleri vardır. Lâkin biri günaha sevk ederken; diğeri kişiyi Allâh’ı bilmeye, tanımaya sevk etmektedir. Biri süflîdir, diğeri ulvî. Bu anlamda edebiyatımızda da mecâzî ve ilâhî aşka çok yer verilmiştir.
İnsanın şehevî duygularıyla olan aşka, eşek aşkı; rûhun rûha iştiyâkına da, ilâhî aşk denilmiştir. İnsanın rûhunu, gönlünü Allâh’a açması için de mecâzî sevgiler basamak olarak kabul edilmiştir. Her ne olursa olsun, mecâzî sevgide iffeti korumak esas alınmıştır. «Kim aşk ile birini sever, iffetle yaşar, bu sevgisini gizler ve bu iffetle ölürse bu sevgiden dolayı şehid mertebesine ulaşır.» diye de bir rivâyet vardır. Burada kişinin iffetli sevgisi sebebiyle mecâzî aşktan ilâhî aşka geçmesi umulur. Aslolan da hakikî ve kalıcı olan sevgidir. İlâhî aşka ulaşmış olan kişinin gönlünde başka sevgiler de bulunur. Çünkü ilâhî aşk, merkezde güneş gibidir. Kaynak bu sevgidir. Eş, evlât ve aile sevgisi de kişinin hayatını devam ettirmesinde rol oynayan sevgilerdir. Allâh’ın sevgisini kazanmak için ise Rasûlullâh’a ittibâ şarttır.
“(Rasûlüm!) De ki: «Eğer Allâh’ı seviyorsanız bana uyunuz ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah son derece bağışlayıcı ve esirgeyicidir.»” (Âl-i İmrân, 31)
Allâh’ın kendisini sevmesini isteyen kişi, Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e tâbî olmalıdır. Ayrıca bu, bağışlanmaya da vesiledir. Çünkü Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e uyan kişi; Sünnet-i Seniyye’ye sıkı sıkı sarılacak, hayatının her ânında üsve-i hasene Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i örnek alacaktır. Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i aradan çıkarıp; “Kur’ân bana yeter!” diyemeyiz.
Muhabbet, kuru bir iddia değildir. Kişinin gördüğü güzellik ve olgunluk; kemal sahibi olması cihetiyle, o şeye meyletmesidir. Gerçek mükemmellik Allâh’a mahsus olduğu için, kişi Allâh’a ve Allah’tan gelenlere muhabbet eder. Bu şekilde şüphesiz ki kul, aslında en çok Allâh’ı sever. Bu latif ve ince his ile Allâh’a ve Allâh’a yaklaştıracak amellere yönelir. O’nun rızâsını esas alır. Bu kişinin Rabbinin de kendisini sevmesi için vesileler aramasıdır. Bu vesilelerin en önemlisi de Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e ittibâdır.
Hasan-ı Basrî Hazretleri bizlere şu öğüdü verir:
“Sakın ola ki; «Kişi sevdiği ile beraberdir.» (Buhârî, Edeb, 96) hadîs-i şerîfi senin için bir aldanma sebebi olmasın. Sen sâlihleri sevsen de onlara ancak sâlih amel işlemekle katılabilirsin.”
Bu cümle üzerine Gazâlî Hazretleri de şu açıklamayı yapmıştır:
“«Kişi sevdiği ile beraberdir.» hadîs-i şerîfi; yapılan işlerin pek çoğunda, hiç değilse bir kısmında ortak yan bulunmaz ise kuru sevgi hiçbir mânâ ifade etmez.”
Kısaca sevdiğini söyleyen insan, sevgisini ispat etmelidir. Biz de Allah ve Rasûlü’ne karşı bir sevgimiz olduğunu söylüyorsak ve âhirette; Efendimiz’in sancağı altında, Arş’ın gölgesinde olmak istiyorsak, bu sevgimize uygun âmel-i sâlihlerde bulunmamız gerekir. Yoksa kuru bir iddia, o günde bize hiçbir fayda sağlamayacaktır. Sünneti inkâr ile başlayan hareketlerin, Allâh’ın kelimelerini inkâra doğru yol aldığı günümüz sonrasında; -hâşâ- Allâh’ın da olmadığını söyleyecekleri, inkâr edecekleri, azâbı celbedici günler yakındır. O gün ise şu hakikat kendilerine âhirette söylenecek. Çünkü orası hesap yurdu olacak:
“Cehenneme sürüleceksiniz!” (Âl-i İmrân, 12) dendiğinde kaçacak bir yer ve yurt bulamayacaklar. İşte bu yüzden bugün Allâh’a itaat ve ibâdete devam etmeye, kendimiz için mecburuz. Peygamber Efendimiz’e ittibâya kendi iyiliğimiz için mecburuz. Hiç bir ânımız hata ve gafletten uzak değil. Bağışlanmaya, affedilip nimetlere ulaşmaya muhtacız.
İnsan, Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e uyarak Allah Teâlâ’ya itaat etmiş olur. Bu şekilde Allâh’ın sevgisini kazanır. Çünkü Allah; kendisine itaat edip sâlih ameller işleyenleri sever. Eğer Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e ittibâ yoksa Allâh’a olan sevgimizden bahsetmek de abes olur. Çünkü bunu bize Kur’ân-ı Kerim emretmektedir.
“Peygamber’e itaat eden, Allâh’a itaat etmiş olur.” (en-Nisâ, 80)
Allah ve Rasûlü’ne itaat, Allâh’ın peygamberi vasıtasıyla bildirmiş olduğu emir ve yasaklara uymakla olur. Peygamber, Allâh’ın emirlerini tebliğ eden kişidir. Bu yüzden itaat de vâcib kılınmıştır. Peygamberden yüz çevirmek de küfürdür. Onda ısrar edenleri de Allah asla sevmez.
Rabbim kendini ve Rasûlü’nü hakikî aşk ile sevebilmeyi ve âhirette Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in sancağı altında toplanmayı nasip etsin. Âmîn…