İstikbâli Kazanma Vasıtası; EĞİTİM

B. Cahit ÖZDEMİR bcahit@hotmail.com

Kâinâtın kendisine âmâde kılındığı ve bu lütufla mütenâsip olarak, mahlûkatın en şereflisi olmakla taltif buyurulan insan, şüphesiz bir hikmet üzere yaratılmıştır ki; bu, yeryüzünü kâinâtın sahibi Allah Teâlâ adına idare etme mükellefiyetidir. Kur’ân-ı Kerim’de, bu hususla alâkalı olarak;

“İnsan, kendisinin başıboş bırakılacağını mı zanneder?” (el-Kıyâme, 36) îkazı yer alır. Bu cümleden olarak; ulvî emânetin hakkını verebilmenin şartının, gerekli tâlim ve terbiye ile şahsiyetin bu kıvamda inşâ edilmesi olduğu ortaya çıkar. Nitekim, insana bu emâneti tevdî buyuran Allah Teâlâ; ilk insanı peygamber kılarak, bütün kavimlere onları istikamet üzere olmayı tâlim eden peygamberler ve ilâhî kitaplar lutfetmiştir. Öyle ki; kimsenin; «Ben bilmiyordum.» diye bir mazerete sığınma bahanesi kalmamıştır.

Fakat, her şey bilinmesine rağmen; dünyamız yine de kan ve ateşler içinde her gün biraz daha yaşanamaz hâle getirilmektedir. İnsanın bu çıkmazına Kur’ân-ı Kerim’de şöyle işaret buyurulur:

“Biz emâneti, göklere, yere ve dağlara teklif ettik de, onlar bunu yüklenmekten çekindiler, (sorumluluğundan) korktular. Onu insan yüklendi. Doğrusu o çok zâlim ve çok câhildir.” (el-Ahzâb, 72)

Bu sebeple, bütün lütuflara rağmen emânetin hakkını vermeyip hıyânet etme zulmünü irtikâb eden insan, bu cehâlet ve zulme karşı;

“Ey insan! Seni yaratıp, seni düzgün ve dengeli kılan, seni istediği bir şekilde birleştiren, ihsanı bol Rabbine karşı seni aldatan nedir?” (el-İnfitâr, 6-7-8) diye şiddetle îkaz edilir.

Tarihin akışını değiştirmiş, gidişâtına yön vermiş en önemli hâdise; Allah Teâlâ’nın lutfu olarak son peygamber, âlemlere rahmet Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in gönderilmesi ve İslâm Dîni’nin inzal buyurulmasıdır. Peygamber Efendimiz;

“Beni Rabbim terbiye etti ve terbiyemi güzel yaptı.” (Süyûtî, el-Câmiu’s-Sağîr, I, 12) buyuruyor. Kur’ân-ı Kerim’de, Hakk’ın halîfesi mevkiindeki insanın inşâ edilmesi için gerekli olan bu ilâhî karînenin vasfı şöyle beyan buyurulur:

“(Ey mü’minler!) And olsun ki, Rasûlullah’ta sizin için, Allâh’a ve âhiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allâh’ı çok zikredenler için bir «üsve-i hasene» (iktidâya şâyan en güzel bir örnek) vardır.” (el-Ahzâb, 21)

Bu ifadenin de işaret buyurduğu gibi;

İnsanın, Kur’ân’ın hayata aktarılmış hâli olan, canlı bir Kur’ân mesâbesindeki Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz örnek alınarak eğitilmesi, şahsiyetinin inşâsı bahis mevzuudur. Nitekim, bu usûlle insanlık tarihinin en muhteşem inkılâbı vukû bularak, «câhiliyye» devrinin zulümâtı, bir emsâli daha olmayan «Asr-ı Saâdet» nûrâniyeti ile izâle edilmiştir.

Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz istirahat hâlinde iken, ilâhî elçilik vazifesinin başladığını bildiren;

“Ey örtünüp bürünen (Peygamber)! Kalk ve (insanları) uyar!” (el-Müddessir, 1-2) âyetlerinin inmesiyle; kalkıp hemen başladığı insanları eğitme faaliyeti, gece ve gündüz hiç kesilmeden, her hâliyle ve her an kaydıyla son nefeslerine kadar devam etmiştir. Bu öyle tesirli, bereketli, feyizli bir ruh inkılâbına vesile olmuştur ki; taş yürekli pek çok insan, Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’le aynîleşme gayreti ile gözü yaşlı, karıncayı incitmekten korkan, melek-haslet bir şahsiyet kazanarak, sonraki nesiller için nümûne-i imtisal teşkil etmiştir.

Hadîs-i şerifte;

“İnsanın (İslâm) fıtrat(ı) üzere doğduğu…” (Bkz. Buhârî, Cenâiz, 92) ifade buyurulur. İnsanın tâlim ve terbiyesi ile fıtratındaki güzelliklerin tezâhürü mevzuunda Mevlânâ Hazretleri şöyle buyurur:

“Ey Hak yolcusu! Gerçeği öğrenmek istiyorsan; Musa da, Firavun da ölmediler. Bugün senin içinde yaşıyorlar; senin varlığına gizlenmişler, senin gönlünde savaşlarına devam ediyorlar.”

Şüphesiz, insanın tâlim ve terbiyesinden maksat, gönlündeki nebevî hasletlerin neşv ü nemâsıdır. Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz de;

“Ya öğrenen ol veya öğreten ol veya dinleyen ol veyahut da ilmi seven ol. Sakın beşincisi olma; helâk olursun.” (Taberânî, Evsat, V, 231) sözleri ile bu vetîrenin devamlılığına işaret buyurur.

Tarih, bir bakıma; sonraki nesillerin kendilerine ibret ve ders almak için incelemelerine mevzû olan, gerekli tâlim ve terbiyeden mahrum nesiller sebebiyle istikbâlini kurtaramamış medeniyetlerin ve devletlerin mezarlığıdır. Bu hususla alâkalı olarak; Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- bir gün dostları ile otururken;

“–Allâh’ın kabul edeceği tek bir dileğiniz olsa ne isterdiniz?” diye sormuştu.

Oradakiler;

“–Benim şu oda dolusu param / gümüşüm / mücevherim olsun ve onu Allah yolunda sarf edeyim isterim.” minvâlinde cevaplar verdiler.

Herkes dilediğini söyledikten sonra oradakiler;

“–Yâ Ömer; peki sen ne isterdin?” diye sordular.

Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- şöyle cevapladı:

“–Ben de Ebû Ubeyde bin Cerrâh, Muâz bin Cebel ve Huzeyfe bin Yemân… gibi bir oda dolusu adam isterim ki, onları Allah yolunda vazifelendireyim.”

Gerektiği şekilde yetiştirilmiş genç nüfus, bir ülkenin en büyük hazinesidir. Türkiye bu hususiyetiyle, bölgemizin en elverişli ülkelerinden birisidir. Gelişmiş batı ülkeleri; refâhın getirdiği bencillik ve rahat dolayısıyla nüfus artışının durmasından öte, gerilemek vâkıasıyla karşı karşıyadırlar. Bunun ekonomiye olan menfî tesirlerini giderebilmek maksadıyla da; kendileri için mahzurlu görmelerine rağmen, diğer ülkelerden göçmen çekme yoluna gitmektedirler. Ülkemiz ise, ilk ve orta eğitimde takrîben 18 milyon, yüksek eğitimde de 4 milyon kişi olarak, dünyanın ve Avrupa’nın birçok ülkesinin nüfusundan daha fazla talebeye sahiptir.

Bu imkânlara rağmen; istikbal adına eğitim meselesinden ne kadar ümitli ve emin olunabileceği mevzuunda ise, maalesef pek de müsbet konuşulamayacağı âşikârdır. «Eğitim ve kültür» meselesinde pek mesafe alınamadığı, bizzat devlet ricâli tarafından da zaman zaman itiraf edilen bir husustur. Ülkemiz, bütün sömürgeci devletlerin göz diktikleri ve devamlı olarak kendi sinsi plânları istikametinde karıştırmaktan vazgeçmedikleri bir bölgede bulunmaktadır. Bu cümleden olarak dış mihrakların ve onlarla iş birliğindeki iç mihrakların yönlendirmeleri ile; bilhassa «millî eğitim» meselemiz, öteden beri ilmin ve millî gerçekliğin esas alınması yerine, ideolojik çalışmaların bir sahası olarak görülmüştür. İstikbâli kazandıracak eğitim, ancak bu milletin adamını yetiştirerek mümkün olabilir. Ancak bu mecrâda atılacak en küçük adım; bazı mihraklarca, batılı devletler ve teşkilâtlar yardıma çağrılarak, basında aleyhte kampanyalar başlatılarak, talebe velileri kışkırtılarak, üniversite gençliğinin öncülüğünde büyük nümâyişler tertip edilerek… engellenmeye çalışılmıştır. Bununla alâkalı olarak, birkaç sene önce; isteğe bağlı din dersleri, Siyer ve Kur’ân dersleri konulmasının durdurulması ve evlerde-yurtlarda, kız ve erkek talebelerin karışık kalabilmeleri için birtakım çevrelerin sokaklara dökülmeye çalışıldığı malûmdur.

Kendi tarihimize, dînimize, ecdâdımıza, kültürümüze ve medeniyetimize batılı gözüyle bakmak, daha doğrusu «haçlı» zihniyeti açısından mütalâa etmek; yüksek eğitimden geçmiş önemli bir kesimin hususiyeti hâlindedir. Bu mâlûliyetin en önemli sebebi, batılılaşma ihtirasıyla, eğitimde «hikmet» mefhumuna yer verilmemesi; bu insanlarımızı yaptıkları tahsile rağmen, «irfan» keyfiyetinden mahrum bırakmış, milletimizin hazineleri olan zengin müktesebâtını göremez hâle getirmiştir. 15 Temmuz 2016 yılındaki, batının yönlendirmesiyle; milletimizden yana gözüken bir fırkanın, ülkemize onlar adına el koymaya mâtuf kanlı darbe teşebbüsü, bu vahâmetin bir neticesi olmuştur. Sağlam bir temel olmadan insan şahsiyeti inşâ edilemez. Mâzîmizdeki şanlı medeniyetin vârisleri olarak, istikbâlimizi kazandıracak nesillerimizin yetiştirilebilmesi için de; sâlih bir kulluk çerçevesinde, aziz milletimize mensubiyetin fârik bir vasfı ve düsturu mesâbesindeki «kendini ve Hakk’ı bilmek» meziyetinin kazandırılması bir zarûrettir.

Aksi takdirde verilen eğitim; Yûnus Emre Hazretleri’nin deyimiyle; «kuru bir emek»ten öteye geçemez.