ÇAMUR GİDER ECİR KALIR

Mehmet MENCET

Basın, televizyon ve iletişimin günlük hayatımızda şüphesiz toplum için sayılamayacak kadar faydası var.

Ancak bu yayın vasıtalarını yönetenlerin; bu vazifeyi icrâ ederken, ciddî bir araştırma yapmadan, sadece alâka uyandırmak, insanları karalamak, devlet organlarını zaafa uğratmak için çalışmamaları gerekir.

Bu hususta bir hâtıramı nakletmek isterim:

25 sene önceydi.

Dönemin Başbakanı’nın eşinin Çamköy ve Beldibi köylerinde arazileri varmış. O zamanlar televizyonlarda program yapan Uğur DÜNDAR, ekibiyle Antalya adliyesine gelmiş;

“–Tapu ve kadastro çalışmaları ile ilgili program hazırlıyoruz, sizin mahkemeyi çekebilir miyiz?” demişler.

Biz yemeğe gitmiştik, öğle aralığında çekmişler.

Bir hafta sonra oğlum;

“–Baba, sizin mahkeme Uğur DÜNDAR’a konu olmuş. Siz 10 dakikada Başbakan’ın eşinin tapusunu 10 misli büyütüp tapuya tescil ettirmişsiniz!..” dedi. Tabiî çok şaşırdım, hemen başkâtibi aradım. Onlar da şaşırdılar;

“–Bizim bir şeyden haberimiz yok. Daha o dosyanın keşfine bile gidilmemiş, 10 dakikada nasıl olur!?.”

Sadece tapulu gayrimenkullerde mahkemelik olan tapularda; «Satış için engel var mı?» diye tapu sicil müdürlüğü sorar. Fakat bu tapularda tedbir kararı vardı. Avukatı ısrar etti;

«–Tedbiri kaldıralım!» diye.

Ben de;

«–Şahıs için tedbir kalkmaz!» dedim. Tapudaki tedbir; satış, el değiştirme veya ciddî başka sebep olursa o zaman kalkar.

Avukat ısrarla;

“–Efendim, Başbakan sizi arayacak!” dedi.

Ben de;

“–Buyursun arasın, kanun neyse o!” dedim. Gittiler, arayan olmadı. Biz hemen tutanak tuttuk, Adâlet Bakanlığına bildirdik ve Uğur DÜNDAR’ın; böyle bir şey olmadığını, bunu tekzip etmesi gerektiğini yazdık, yolladık. Dönemin Adâlet Bakanlığından olumlu olumsuz hiçbir cevap alamadık. Yaptıkları, milleti yanlış yönlendirdikleri, yanlarına kâr kaldı.

10 gün sonra Başbakan’ın eşinin ortağı geldi;

“–Tedbir için avukat size baskı yapmış, siz direnmişsiniz. Tebrik ederim. Sizi tanıyoruz, kaide bizim için de geçerlidir.” diyerek teşekkür etti.

Biraz da mevzuyu değiştireyim:

Vatandaş resmî işleri, bazen özel sektördeki gibi zannedebiliyor. Oradaki mes’ullerin de piyasadaki esnaflar, idareciler gibi söz haklarının, inisiyatiflerinin olduğunu zannedebiliyor. En azından şansını deniyor.

Tapu tescil dâvâları vardır, tapusuz gayrimenkuller için açılır. Böyle bir dâvâ oldu. Hallettik. Dâvâ bitti. Dâvâcı olan yaşlı amca geldi;

“–Hâkim Bey! Allah râzı olsun ama harç çok yüksek! Biraz ikram etsen olmaz mı?” dedi.

Yurdum insanı bilse böyle bir şey istemez, zaten yaşlı. Güldüm;

“–Amcacığım, devletin kanunu böyle. Ben değiştiremem; ama çok zorda isen ay başında gel, maaşımı alınca sana yardım edeyim.” dedim.

“–Yok, öyle olmaz. Ayıp olur.” dedi.

Olağanüstü dönemlerde adâleti ayakta tutmak daha da zorlaşıyor. 12 Eylül’de Ankara’nın ilçesindeyim. Uzak bir köyünde köylüler değirmenden köylerine gidinceye kadar işler uzamış. Saat 24’ü geçmiş farkına varmadan. Ana yol dışında, köy yolunda zabıtalar yakalayıp adliyeye getirmişler.

Ben de;

“–Suç kastı yok, sıkıyönetimin saat 24’ten sonra sokağa çıkma yasağı var. Zorunlu bir hâl, kasıt yok, kimlikleri belli insanlar…” dedim.

Ama serbest bırakınca Cumhuriyet Savcısını;

“–Bizim adliyeye gönderdiğimiz adam tutuklanmış sayılır!” diyerek uyarmışlar.

Yani her zaman adâlet vazifesini deruhte edenlerin işine karışmak, ona tesir etmek isteyenler olur.

Bir de irticâ iftiralarıyla uğraştık.

Toplumu idare edenlerin irticâ hastalığına yakalandığı dönemde, dostumuz Dr. Zeki OKUDAN;

“–Ben yeni bir ev aldım. Bu evimi ihtiyaç sahibi tıp fakültesi ve diğer üniversite öğrencilerine tahsis etmek istiyorum. Ancak ne onlar beni tanısın ne de ben onları tanıyayım, siz sorumlu olun.” dedi.

O yıllarda da öğrenci yurtları çok az, herkesin de ev kiralamasının zor olduğu bir dönem. Severek kabul ettik ve gerçekte şimdi birçok gencimiz güzel yerlerde vazife yapıyorlar. Haftada bir gün ben veya arkadaşlarım gidiyor gençlere hâl hatır soruyor, ihtiyaçları varsa gidermeye çalışıyorduk. O dönemde, imzasız bir dilekçe ile beni bakanlığa şikâyet etmişler, Dr. Beyin evi irticâ yuvası hâline geldi diye.

O zamanlarda Antalya adliyesinde 2 kadastro hâkimi vardı. Benim bakmadığım bir dâvâyı diğer hâkim arkadaş sonuçlandırmış, benim hiç alâkam yok.

Sırf irticâ çamuru atmak için; «Varsak Kasabası’nda 3 tane villâsı var, mobilyasını da diğer hâkimin baktığı mobilyacı Fahri Bey yaptı…» diye yazmışlar. Uzaktan yakından bir alâkamız yok. Varsak Camii’nin bahçesine 3 tane elma ağacı dikmiştik. Kim bilir villâ gibi mi göründü gözlerine!

Sonra o mobilyacıya başsavcı çok baskı yapmış. Oysa imzasız bir dilekçe. İstese işleme koymazdı. Nereden ne bildireceklerini bilemediler. Marangoz Fahri Bey direnmiş;

“–Ben işimi yapıyorum, siz de çağırsanız gelirim. O hâkimin yanlış bir şey yaptığını duymadım.” demiş.

İrticâcılarla(!) beraber olduğumu ispat etmek ve bu sebeple belge toplamak için baskı üstüne baskı yapıldı ama netice alamadılar. Diğer hâkimin işini sonuçlandırdığı mobilyacı; bunun karşılığında villânın bütün mobilyasını yaptı. Hem de beraber irticâ evlerine gidiyormuşsunuz diye… Kiminle mücadele edeceksiniz? Dilekçeyi yazan belli ama, dilekçede adı ve imzası yok. Geçenlerde vefât ettiğini söylediler. Allâh’a havâle etmekten başka ne gelir elimizden?..

Asıl üzüntü veren şey şu:

Ben yıllar sonra bile bunları anlatırken, 40 sene şeref ve dürüstlük ile hizmet ettiğim devletin temeli olan adâlete zerre gölge düşürmemeyi hedefliyorum. Ama bağlı olduğum Bakanlık ve başsavcı imzasız bir dilekçe ile hâkimi itibarsızlaştırmaması gerektiğini, bu konuma düşürmemesi gerektiğini düşünmedi.

O öğrenci evi yıllarca hizmet verdi. Allah râzı olsun Doktor Beyden. Öğrenciler mezun oldu, benim de tayinim Ankara’ya çıktı. O arada ilgilenemedim, bir ara geldiğimde öğrenciler gitmişler. Ev 4 ay boş kalmış. «Bir bakalım…» dedik. Gittik ki fareler eşyalara zarar vermiş. Birinci kattı, nereden girdiyse girmiş. Yalnız bir şey bizi çok şaşırttı.

Zaman zaman Altınoluk dergisi götürür, birlikte okurduk. Çocuklar onu yere, üst üste koymuşlar. En üstte de Muhterem Musa TOPBAŞ Efendi’nin resmi olan sayı var. Fareler; perdeye, çamaşır makinesine varıncaya kadar, dolap içindeki gazeteleri dahî kırpmışken, Altınoluk’un bir sayfasına bile dokunmamışlar.

İftiralar geçip gider. Verilen emekler kalır. İlâhî mahkemede ise hak yerini bulur.