Göğün Rahmeti ve Toprağın Bereketi CÖMERTLİK İLE!

M. Ali EŞMELİ seyri@seyri.com seyri@yuzaki.com

Göklerin rahmetine ve toprağın bereketine muhtaç olmayan var mı?

Rahmet ne ile, bereket ne ile?

Bunun tefekkürü için ibretler de çok hikmetler de.

Allah açıklıyor:

“Sizden biriniz arzu eder mi ki,

•Hurma ve üzüm ağaçlarıyla dolu,

•İçinden sular akan ve

•Kendisi için orada

•Her çeşit meyveden (bir miktar) bulunan

•Bir bahçesi olsun da,

◆ Bakıma muhtaç çoluk çocuğu varken

◆ Kendisine ihtiyarlık gelip çatsın,

◆ Bahçeye de

◆ İçinde ateş bulunan bir kasırga isabet ederek

◆ Yakıp kül etsin!

(Elbette bunu kimse arzu etmez.)

İşte;

Düşünüp anlayasınız diye Allah size âyetleri böyle açıklıyor.” (el-Bakara 266)

O Yüce Kudret, düşünüp anlamayanların nasıl musîbetlere uğradıklarını da, gözler önüne seriyor, âdeta seyrettiriyor:

“Biz,

◆ Onlara (Mekkeli inkârcılara) da belâ verdik.

◆ Vaktiyle bahçe sahiplerine belâ verdiğimiz gibi…

•Hani (o bahçe sahipleri), sabah olurken (fakirler gelmeden)

•Onu (bahçenin mahsullerini) devşireceklerine

•Yemin etmişlerdi.

•İstisnâ da yapmıyorlardı («İnşâallah» bile demiyorlardı).

Lâkin;

•Onlar daha uykudayken

•Rabbinin katından (gönderilen) kuşatıcı bir âfet (ateş),

•(Bütün) bahçeyi sarıverdi.

•(Yemyeşil) bahçe, kapkara kesildi.

(Beri tarafta)

Onlar sabah olurken birbirlerine seslendiler:

‒Madem mahsûlünüzü devşireceksiniz,

‒Erkenden gidin!

Fısıldaşa fısıldaşa yola koyuldular:

‒Sakın bugün orada hiçbir yoksul yanınıza sokulmasın!

(Yazık ki)

•Güçleri (yoksullara yardım etmeye) yettiği hâlde

•Onları yardımdan mahrum etmek niyet ve azmi ile

•Erkenden yola düştüler.

Fakaaat;

Bahçeyi o hâlde gördüklerinde dediler ki:

‒Biz mutlaka yolumuzu şaşırmış olmalıyız!

(Sonra gerçeği anladılar):

‒Yok yok, biz mahrum bırakılmışız!

İçlerinden en akl-ı selîm sahibi olanı hatırlattı:

‒Ben size; «Rabbinizi tesbîh etsenize!» dememiş miydim?

Hemen dediler ki:

‒Rabbimizi tesbîh ederiz,

‒Doğrusu biz zâlim kimseler imişiz / (kendi kendimize) yazık etmişiz!

Sonra;

Kabahati birbirlerine yüklemeye başladılar.

(Derken, akılları başlarına geldi) şöyle dediler:

‒Yazıklar olsun bize!

‒Gerçekten biz azgın kişilermişiz.

‒Kesinlikle biz artık Rabbimiz’i (O’nun rızâsını) isteyeceğiz,

‒Belki Rabbimiz bize bunun yerine daha iyisini verir.

◆ İşte azap böyledir.

•Âhiret azâbı ise elbette daha büyüktür.

•Keşke (iş işten geçmeden) bilselerdi!” (el-Kalem 17-33)

Muhtaçları ihmalin bedeli ne kadar ağır.

Çünkü;

Kendisi de bir muhtaç olan insanoğlunun, nefsine bol bol nimet murâd ederken bunu başkası için yapmaması, Cenâb-ı Hakk’ın lutfunu kahra dönüştürmekte. Dolayısıyla muhtaçları ihmal edenlerin yemyeşil bahçeleri, tasarladıkları dünyevî bir rahatlığın ve keyfin cenneti değil, nihayetinde akıl erdiremedikleri bir âfetin alevleri olmakta.

Sırf muhtaçları ihmal yüzünden.

Tefekkürü genişletelim:

Belki pek çok kördüğüm meselelerin de cevabı bu hakikatin içinde. Meselâ bu dünyada kişinin cenneti olması gereken yuvalar. O yuvalardan muhtaçların mahrum edilmesi. Gerçekten büyük gaflet.

Fakat bu;

Dış gözle, insanların en ferah aydınlığı ve huzuru zannedildi. Neticede cennet gibi tasarlanan hâneler, bünyelerini kuşatan yakıcı bir âfet ile cehenneme döndü.

Sebep?

Bir ailenin âciz muhtaçları olan dedeler, nineler artık aynı evde değil. Haklı haksız türlü türlü bahanelerle başka evlerde onlar. Çünkü âciz yaşlılar, keyfine düşkün zinde gafiller nazarında taşınmaz bir yük gibi görülüyor. Çünkü âciz ihtiyarlar, ömrün tersine döndüğü bir devreye gelmeleri yüzünden hem çekilmez hem de uğraşılmaz sıkıntıların kaynağı gibi addediliyor hoyrat gürûhun dünyasında. Bazıları;

‒Ne yapalım aynı evde sıkış-tepiş zorlanacağımıza başka bir evde rahatlarına baksınlar, hiçbirimizin keyfi kaçmasın, her şekilde ilgileniyoruz zaten, diyorlar.

Uzaktan kumanda gibi olsa da içinde ilgi ve alâka kelimesi geçtikçe, vicdanlar rahat. Oysa âcizlik ve muhtaçlık devresine girmiş aile büyüklerinin bir zamanlar merkez direği ve yüreği oldukları yuvadan uzak tutulması, ne kadar vicdânî, ne kadar insânî?

Bu noktada;

Vicdanlar patlamasa da yuvalar çatlıyor heyhat.

Tecrübesiz ve gamsız ellerde târumâr oluyor aile yapısı. Evin mânen ana yürekleri ve baba direkleri olmayınca maddî sütunlar bir işe yaramıyor. Pek çok sebebin yanında belki bir de bu yüzden yıkılan ailelerin sayısı, her yıl yüz binlerin üzerinde.

Kuşatıcı bir âfet.

Yemyeşil bahçeyi kapkara eden bir ateş. Kendi rahatlığının aldatıcı câzibesine kapılıp da muhtaçları mahrum etmenin gafleti dolayısıyla tüm hâneyi hüsran kıvılcımlarıyla yakan bir ateş.

Nasıl söner?

Tekrar aile yapımızdaki ihtiyarların, yaşlıların, gençlerin, çocukların ve bebeklerin bir bütün olabilmeleriyle söner. Yeniden dedeler ve nineler, babalar ve anneler, çocuklar ve torunlar hep bir arada sağlam ve köklü bir aile oluşturabilirlerse söner. Aile fertlerinin muhtaçları huzur evlerine dışlanmazlarsa o ateş söner.

Yuvalar tekrar yeşerir.

Bu uğurda çok emek harcamak gerek. Türlü türlü engelleri ve zorlu bâdireleri aşıp da yuvaları bir cennet gölgeliği hâline getirmek lâzım. Gelecek nesiller için. İki dünya için.

Vasıta belli:

Merhamet ve cömertlik. Atılması gereken tüm adımları ve yapılması gereken bütün vazifeleri yerine getirmeye bu iki haslet kâfî. Çünkü bunlar, göklerin rahmeti ve toprağın bereketi.

Âyette buyurulur:

“Allah yolunda mallarını harcayanların misâli,

•Yedi başak bitiren

•Bir dane gibidir ki,

•Her başakta yüz dane vardır.

◆ Allah dilediğine kat kat fazlasını verir.

◆ Allâh’ın lutfu geniştir,

◆ O her şeyi bilir.” (el-Bakara 261)

Ayrıca:

“(Biliniz ki)

•Allâh’ın rızâsını kazanmak arzusuyla ve

•Ruhlarındaki cömertliği kuvvetlendirmek için / kalben mutmain olarak

•Mallarını Allah yolunda hayra sarf edenlerin durumu,

◆ Bir tepede kurulmuş güzel bir bahçeye benzer ki,

◆ Üzerine bol yağmur yağmış da iki kat mahsul vermiştir.

◆ Bol yağmur almasa bile ona çiseleme de yeter (yine mahsul verir).

Allah, yaptıklarınızı görmektedir.” (el-Bakara 265)

Belirtmek gerekir ki;

Cömertlik, hayırlı olan bir şeyi paylaşmaktır. Zaten onun bir adı da «hayır işlemek»tir. Kötülüğü paylaşmak ise, sadece ziyan ve hüsran. Yani cömertlik olarak gerçekleştirilen şey, illâ hayırdan ibaret olmalıdır.

Bu durumda;

Karakteri zayıf bir kimseye, güzel bir ahlâk kazandırmak da, cömertliktir.

Eğitime ihtiyacı olan bir evlâda terbiye edici emekler sarf etmek ve bunun için bolca vakit ayırmak da, cömertliktir.

Fakat;

Hayrı değil nefsâniyeti besleyen harcamalar yapmak; israftır, israftır, israftır.

Doğru cömertlik;

Beşeri, insâniyet makamına yükseltir. Dünyevî saplantılardan ve mal hırsı gibi tuzaklardan kurtarır. Yoksa insandaki bencilliğin felâket ve vahşet dolu yansımaları hiç bitmez. Nitekim hayırda cömert olamamış tipler, şerre batıyor ve bir avuç mal yüzünden dostunu fedâ ediyor, kardeşini fedâ ediyor, hattâ dînini ve îmânını fedâ ediyor. Öylesi maldan vazgeçemeyen zavallılar, haksız bile olsalar nice canlara kıyıyorlar, nice cinayetler işliyorlar. Sormalı:

Bir kuruş mu kıymetli, bir can mı?

İnsanlık tarihi her ikisinin de cevaplarıyla dolu. Kimine göre kuruş, kimine göre can. Peki her şeyin sahibine göre?

Hazret-i Peygamber’in üsve-i hasene rahlesinde tedrîs edilen İslâm ahlâkının cevabı, Hazret-i Ebûbekirler, Hazret-i Osmanlar.

Hazret-i Ebûbekir ki, vaktiyle bir köle olan Bilâl-i Habeşî’yi yani esâretteki bir canı hürriyetine kavuşturmak için malını mülkünü fedâ etti. Zâlim sahibinden onu çok büyük meblâğlar vererek satın aldı ve sırf rızâen lillâh âzâd eyledi.

Gerçek cömertlik işte bu.

Hem ilâhî ahlâk, hem tarifsiz bir merhamet, hem de en doğru istikamet.

Bu;

Önümüzdeki ihtiyaç neyse, önce onu gidermektir. Karnı aç birine karşı en isabetli cömertlik, onu doyurmaktır. Îmânı aç birine karşı en isabetli cömertlik de, onun kalbine elzem olan îmânın sır ve hikmetlerini nakşetmektir. Rûhu aç olanın rûhunu doyurmaktır cömertlik. İlme aç olana irfânı ikrâm eylemektir. Bu hakikatlerin tam tersi ise, gaflettir. Hele menfî örnekleri sayıp dökerek cömertliğe uzak durmak, çok kötü bir gaflettir.

Meselâ Suriyeliler ülkemizde misafir. İçlerinde ârızalı olanları da var bahanesiyle;

‒Bunlara iyilik yaramıyor!

gibi hezeyanlara kapılarak onların muhtaçlarına bîgâne kalmak ve görmezden gelmek, Cenâb-ı Hakk’ın emrettiği cömertlik ahlâkına zıttır.

Anlayarak düşünmeli:

Şayet Cenâb-ı Hak günahlarımıza göre bize muamele etseydi, kusurlarımızdan dolayı bir lokma ekmeği de, bir yudum suyu da hak edemezdik.

Öyleyse;

Kötü bir tabloyu öne çıkarıp da herhangi bir muhtacı mahrum ve mağdur etmek, aslında nefsin ve şeytanın bir hilesi. O hileye kapılarak hiçbir muhtacı; «Bunlara iyilik yaramaz!» tarzında bir mahrumiyet çuvalına tıkmamalı. Buna dikkat etmeyenler, gün gelir kendilerini daha beter bir felâket çuvalının içinde bulurlar.

Cömertlik şartı;

İllâ merhamet, illâ merhamet.

Mayasında merhamet olmayan bir kimseyi cömert yapmak mümkün değil. Onun için; cimri insana, önce merhamet duygusunu kazandırmak mühimdir. Çünkü cömertlik için bazen zorlu engelleri aşmak gerekir, işte merhamet orada bunu temin eder. Allah o engellere sarp yokuş diyor. Merhametsizlerin cömertlik bahsinde aşamadığı bir yokuş. Sadece merhametli gönüllerin aşabileceği bir yokuş.

Garibi görünce uyuyamaz merhametli gönüller. Onun ihtiyacını giderene kadar gözlerine uyku girmez. Onlar, muzdaribi görünce hemdert olurlar. Hiçbir sancıya bîgâne kalamazlar.

Merhametle cennete girileceğini bildikleri için ömürleri Allâh’ın kullarına şefkat ve iyilikle geçer.

Yine bilirler ki;

Merhamet ve cömertlik, Cenâb-ı Hakk’ın insanoğlunu pişirdiği bir gönül ocağıdır. O ocakta kullar olgunlaşır. O olgunlukta mükemmelleşir. Aksi hâlde insan, merhametsizlik ve cimrilik içinde tüm özelliklerini teker teker yitirir. Bîgâne, gamsız, umursamaz ve kibirli bir tavrın zebûnu hâline gelir. Şeytan gibi gaflete düşüp ahmaklaşır, nihayet kendi kendini azâba sürükler.

Herkes; «Ben merhametliyim.» der lâkin, merhamet cömertlik sûretinde fışkırmadıkça yok sayılır. Yani merhamet, iki kuruşluk ise, insanı kurtarmaya yetmez. Dolayısıyla insanın her hâlinden ve her zerresinden seller misâli merhamet akmalı.

Malûm;

Sekiz cennetin kapısı belki pek çok.

Fakat;

O kapıları açacak merhametten başka bir anahtar yok.

Hazret-i Peygamber’in de merhamet-i ilâhiyye ve rahmet-i ilâhiyye sebebiyle cennete gireceğini beyan etmesi, bu hakikatin açık bir delili.

Öyleyse;

Gönüllerde merhametin yeri ve hâli bambaşka olmalı.

İfade etmeli ki;

Zulümler altında inleyen perişan yetimlere ve kimsesizlere sahip çıkabilmek, ne güzel bir merhamet. Herkesin enayilik gördüğü ve akılsızlık dediği durumlarda bile ihtiyacı olanlara kol kanat gerebilmek, gerçek bir merhamet. Kişinin kendi nefsinin de kendisine şiddetle itiraz ettiği anda yine de cömertlik yapabilmek, işte merhamet!

İşte o merhameti mayalamak lâzım.

Merhum Hâce Musa Efendi Hazretleri, Bosna-Hersek savaşı yıllarında bir hasbihâl sonrası oradaki Boşnak Müslümanlar için para toplanmasına öncülük etmişti. Ümmetin derdine dair yürekten bir destek, bir başka çırpınıştı bu. O esnada gözlerini tatlı bir tebessüm ile küçük bir çocuğa dikti, uzun uzun baktı. Bir müddet sonra o yavrucağız, elini cebine attı, bütün harçlıklarını çıkarıp yardım kutusuna bıraktı. Böylece infak yarışına o da iştirak etmiş oldu. Mübârek Allah dostu derin bir nefes alıp gülümsedi:

‒Hay evlâdım, mâşâallah. Vermeseydin rahatsız olacaktım. Verdin, rahatladım. Sana kocaman bir aferin.

İşte maya bu!

Mâye-i merhamet.

Kimisi;

‒Ben zengin değilim, imkânı olanlar versin, lâkırdısını sakız gibi çiğner durur.

Lâkin;

Yarım hurmayla infak bile, sonsuz cenneti satın almaya yetiyorken o yarım hurmayı olsun verememenin maddî bir imkân ve zenginlikle alâkalı olmadığını idrâk etmek lâzım.

Allah yolunda bir liracığı veremeyen cimri, keyfi uğruna nerelere nice binler veriyor. Hayra olunca üç kuruşu veremiyor, bir kuruşu bile hazine kadar çok görüyor. Nefsine olunca dağlar ve deryâlar kadar harcadıkları dahî, gözüne toz kadar bile görünmüyor. Sonradan içini de kurcalamıyor.

Hâlbuki;

Hayır ekseninde başkasına verilen ne kadar çok olsa da adı, daima cömertliktir. Nefse verilen fazlanın adı ise, israftır. Erbâbına vermemek ise cimrilik.

Hikmet-i ilâhî:

Cenâb-ı Hak, kendi nimetlerini insana emânet etmiş, oradan şunu şuna ver diye tembih buyurmuş. Dolayısıyla cimrilik, ilâhî emânete ihânet.

Dev bir kayanın ortasında bir karıncanın rızkını bile ulaştıran Cenâb-ı Hak, kullarının rızkını bizzat vermek hususunda -hâşâ- âciz değil. Fakat kullarını kullarına vesile ediyor ki, gönüller merhametle yoğrulsunlar da mahşerde onlara lâzım olan ilâhî merhamete lâyık hâle gelsinler.

Bu merhamet olmadan, yani;

Allah’tan değil de kullardan bir beklenti ile yapılan infak, cömertlik değil, menfaatperestliktir. Tabir câizse; «Kaz gelen yerden tavuk esirgenmez.» mantığıdır. Gökte kabulü yoktur. Çünkü infakta makbuliyet, ancak «livechillâh» ya da «merdâtillâh» diye ifade edilen «rızâen lillâh» bir cömertliğe bağlıdır.

Göklerdeki rahmetin ve topraktaki bereketin sırrı bu.

Mânen;

Gönüller de bir toprak.

O hâlde nesillerin gönüllerine îman, irfan, ahlâk, şahsiyet ve keyfiyet tohumlarını merhamet ve cömertlikle ekmeli ki, göklerdeki rahmet coşsun ve topraklardan bereketler fışkırsın.

Kalben ölülerin arttığı bir demde bu çok mühim.

Buyurulur:

“Bilin ki;

•Allah, ölümünden sonra yeryüzünü diriltiyor / canlandırıyor.

Gerçekten;

•Size âyetleri açıkladık ki,

•Akledesiniz / düşünüp idrâk edesiniz!

Hiç şüphesiz;

•Sadaka veren erkeklere,

•Sadaka veren kadınlara,

• Allah’a güzel bir borç verenlere

◆Verdiklerinin karşılığı kat kat ödenir,

◆Onlara çok değerli bir mükâfat da vardır.” (el-Hadîd 17-18)

Buna binâen Hazret-i Peygamber j buyurur:

“(İyi biliniz ki)

•Sadaka vermek, malı eksiltmez.

Kul;

•Başkalarının hatalarını bağışladıkça,

•Allah da onun şerefini artırır.

Kim;

•Allah için mütevâzı davranırsa,

•Allah da onu yükseltir.” (Müslim, Birr, 69. Ayrıca bkz. Tirmizî, Birr, 82)

Bir başka hadîs-i şerifte de Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuştur:

“Haklarında yeminle söz söyleyebileceğim üç haslet vardır; iyi belleyiniz!

• Sadaka vermekle kulun malı eksilmez.

• Uğradığı haksızlığa sabredenin Allah şerefini artırır.

• Dilenme kapısını açan kimseye Allah, fakirlik kapısını açar.

Yine size bir söz daha söyleyeceğim, onu da iyi belleyiniz:

•Dünyada dört kısım insan vardır:

(Birincisi)

Allâh’ın kendisine mal ve ilim verdiği kimsedir. Bu kişi Allâh’a karşı saygılı davranır, hısımlarını görüp gözetir, o maldaki Allâh’ın hakkını yerine getirir.

Bu, en üst derecedir.

(İkincisi)

Allâh’ın kendisine ilim verip mal vermediği iyi niyetli kimsedir. O, iyi niyetle;

«‒Eğer malım olsaydı ben de falan adam gibi davranırdım.» der.

Bu, iyi niyetinin karşılığını görür. İkisinin sevâbı eşittir.

(Üçüncüsü)

Allâh’ın mal verip ilim vermediği kimsedir. O bilgisizliği yüzünden malını gelişi güzel harcar, Allâh’a karşı sorumlu davranmaz, hısımlarını görüp gözetmez, o malda Allâh’ın hakkı olduğunu idrâk etmez.

Böylesi kişi, en kötü durumdadır.

(Dördüncüsü)

Allâh’ın ne mal ne de ilim verdiği kimsedir. Bu kişi der ki;

«‒Eğer malım olsaydı, ben de falan gibi yer-içerdim.»

Bu da niyetinin karşılığını görür. Binâenaleyh bu iki kişinin vebâli eşittir.” (Tirmizî, Zühd 17)

Beyan da âşikâr, mânâ da.

Ne yapmak veya ne yapmamak gerektiği hususunda insana ilâhî tâlimat ve hitap, çok açık:

“(Ölmeden evvel)

•Allâh’ın sana verdiğinden

•(O’nun yolunda harcayıp) âhiret yurdunu iste!

Elbette;

•Dünyadan da nasibini unutma!

Lâkin;

•Allâh’ın sana ihsân ettiği gibi sen de ihsanda bulun / iyilik yap!

•Yeryüzünde bozgunculuk isteme!

Hiç şüphesiz ki;

Allah, bozguncuları sevmez.” (el-Kasas 77)

Fakat;

“(Bozgunculardan olan Kārûn) dedi ki:

‒Bunlar (sahip olduğum bu servetler),

‒Bana

‒Bendeki bilgi ve beceriden dolayı verilmiştir.

Şunu bilmiyor muydu:

•Muhakkak ki Allah,

•Ondan önceki nesillerden,

•Ondan daha güçlü,

•Daha çok taraftarı bulunan / daha çok mal biriktirmiş nicelerini

•Helâk etti.

(İşte, bu tür) mücrimler, günahları hususunda ayrıca sorgulanmaz. (Ayrıca suâle hâcet yoktur. Allah katında hepsi malûm ve müsecceldir).” (el-Kasas 78)

Pek mânidar:

Bazı tipler, sorgusuz sualsiz cehenneme gidecek. Çünkü dünyada işledikleri affedilmez suçlardan dolayı âhirette hiçbir kurtuluş ümitleri de yoktur, ihtimalleri de. Doğrudan cehennemlikler. Öyle ki suâle çekilmelerine bile Hazret-i Allah gereksiz diyor.

Ne kötü bir âkıbet!

Sonsuz nimetlere karşı nankör kesilenlerin ve mazhar olduğu imkânları kendinden zannedip de cimrilik bataklığında boğulanların hazin âkıbeti!

O âkıbetten önce;

Cenâb-ı Hak müthiş bir sual tevcih ediyor:

“Ey insan!

•Seni (yoktan) yaratan,

•Seni (değersiz bir şeyden en değerli hâlde) şekillendirip ölçülü yapan,

•Seni istediği (en mükemmel) bir biçimde oluşturan,

•İhsânı bol / cömert Rabbine karşı

•Seni aldatan nedir?” (el-İnfitâr 6-8)

Bu suâlin en güzel ve doğru cevabını yine Cenâb-ı Hak veriyor:

“Gerçek şu ki;

•İnsan,

•Kendini kendine yeterli gördüğü için

•Azgınlık etmektedir.

•Oysa dönüş,

•Hiç şüphesiz ki Rabbinedir.” (el-Alak 6-8)

İnsanın azması, kendini kendine yeterli görmesi.

Hâlbuki;

Doğumundan ölümüne kadar insanın bütün macerası, hiçlikten başlayıp hiçlikle noktalanan bir acziyet tablosu. Cihana hükmeden bir mevkide bile olsa insan, beşerî acziyetin tüm özellikleriyle iç içedir daima. Hastalıktan tutun, nice ihtiyaçlar ile karşı karşıyadır daima. Hiçbirinde de tek başına kâfî olmayan bir varlıktır.

Buna rağmen;

Bağrında çöreklenen şeytânî ve nefsânî zanlara kapıldığında hiç de muhtaç değilmiş gibi bir edâ içinde nice aldanışlara zebûn olabilmektedir.

Cenâb-ı Hak, işte bu gerçeği ifade ile insanoğlunun derûnuna ayna tutmaktadır. Tâ ki o aynada asıl hakikati seyretsin de, hayâlî zanlara kurban olmasın. Tâ ki hakikat ufuklarında uçabilsin.

Tâ ki;

Bir ömür mü’min ve cömert yaşasın.

Câlib-i dikkattir:

İlk nâzil olan âyetler içerisinde Allah Teâlâ, insana «okumayı» onu «alak»tan / aşılanmış yumurtadan yaratan «Allâh’ın ismi» ile gerçekleştirmesini emretmektedir.

Bu;

•Allâh’ın ismi ile insanın, kendisini okumasını emirdir.

Sonra;

Okumayla alâkalı olarak yüce Allah, tekrar emreder:

اِقْرَاْ وَرَبُّكَ الْاَكْرَمُ

“(Ey insan!)

•Oku!

•Senin Rabbin en cömert olandır.” (el-Alak 3)

Bu da;

•İnsanın, Rabbini okumasını emirdir.

Demek ki insanoğlu, bu âlemde her şeyden önce;

•Kendini okuyup bilecek,

•Rabbini okuyup bilecek.

Bundan dolayı ne güzel buyurulmuş:

“Kendini bilen, Rabbini bilir.”

Ayrıca;

Âyet-i kerîmede Rabbini bilmekle alâkalı bâriz bir incelik daha var:

Rabbin, en cömert olduğu.

Allâh’ın, kendisini okumakla alâkalı olarak ilk söylediği sıfat, bu. Niçin?

Çünkü;

Allah; hem insanı ümitsizliğe düşürmüyor, hem de kulunun sonsuz ilâhî keremi görüp de şükredenlerden olmasını istiyor. Bir de bu yüce hasleti, insanın da ahlâk edinmesini murâd ediyor. Âdeta şöyle demiş oluyor:

‒Ey insan, Rabbinin en cömert oluşunu mutlaka oku, sen de cömert ol!

‒Ey insan, dünyada sonsuz cömertliğime muhtaçsın, âhirette de sonsuz cömertlik ve rahmetime muhtaçsın. O hâlde huzûruma sen de cömert olarak gelesin ki, arzu ettiğin cömertlik ve rahmete nâil olabilesin.

Cömertlik;

Sadece bir hususta değil, mümkün olan her hususta. Yukarıdaki âyetin devamındaki âyetlerde dikkat çekilen tüm hususlarda. Yani;

İnsanlara iki cihanda fayda sağlayacak bir ilim ve irfan öğretmek deyince, husûsî bir cömertlik gerek. İlâhî sır ve hikmetlere âşinâ etmek deyince, yine husûsî bir cömertlik gerek. Yoldan çıkmışların hidâyeti için çırpınmak deyince, yine cömertlik gerek. Hakkıyla namazı edâ deyince, yine cömertlik gerek.

Kezâ;

Takvâ hususunda cömertlik gerek. Cehennemden cennete götürmek bakımından tüm gayretlerde cömertlik gerek. Secde secde Hakk’a yaklaşma ve yaklaştırma bahsinde ihlâsla verilecek emekler bahsinde cömertlik gerek.

Hepsinde hakkıyla cömert olunsa, nesiller ihyâ olur. Gönüller deryâ olur. Akıllar Lokman olur. Ruhlar refref olur.

Cömertliğin en değerlisi de;

Zorluklara rağmen yapılandır. Bu, kendi muhtaç olduğu hâlde başkasını tercih edebilmektir. Kur’ân-ı Kerim’de şöyle ifade edilir:

“…Kendileri muhtaç olsalar bile, başkasını daha çok düşünürler…” (Haşr 9)

Herkesi bencilleştirmeye uğraşan bir âhirzaman hengâmında bu düstur, bu incelik ve bu yüce ahlâk, o kadar elzem ki! Önce kendini düşünmeyi putlaştıran mikroplu rüzgârlara rağmen önce başkasını düşünebilen mü’minler, hakikaten Rasûlullâh’a bu devirde kardeş olabilmenin iştiyâkında olan seçkin şahsiyetlerdir.

Kendinden ziyade başkasını düşünmeyi Cenâb-ı Hak, bir de şöyle beyan buyurur:

وَاٰتَى الْمَالَ عَلٰى حُبِّه۪

•Sevdiği maldan infâk ederler /

•Mala olan sevgilerine rağmen verirler. (el-Bakara 177)

Yâ Rab,

Nasîb et!

Âmîn…