TOPRAKLA İMTİHANIMIZ

Raif KOÇAK raifkocak@gmail.com

İnsanoğlu; beşikten mezara kadar devam eden, sürekli bir imtihana tâbîdir. Bu imtihanlar; insanın ömrü boyunca karşılaşacağı problemlere karşı nasıl tavır alacağı ve bunlara karşı göstermesi gereken sabır konusunda onu yetiştirmek, aynı zamanda kimin daha güzel amel edeceğini, güzel davranışta bulunacağını denemek için yapılmaktadır. (el-Kehf, 7)

İnsan; yaratıldıktan sonra ilk mekânı olan cennette, her türlü nimetin bol olduğu, istediği her şeye kolayca ulaştığı bir hayat yaşıyordu. Cennetin bütün nimetleri, onun emrine âmâde kılınmış, sadece bir ağacın meyvesine yaklaşması yasaklanmıştı.

Hazret-i Âdem’e secde etmesi emredilen, ancak kibirlenerek Allah Teâlâ’nın emrine karşı gelen İblis; insana düşman olacağına ve onları kandırıp yoldan çıkaracağına dair yemin ederek, Allah Teâlâ’dan mühlet istemiş, kendisine kıyâmete kadar mühlet verilmiştir. (Sâd, 82)

Allah Teâlâ; mahlûkatı arasında müstesnâ bir yere sahip insanı sınamak ve onu ebedî sürecek bir hayatı kazandırmak için, dünyayı bir imtihan mekânı yaptı. Cennette nimetler içerisinde yaşayan insan, düşmanı olan İblis’in iğvâsına aldanarak, yasaklanan ağaca yaklaşmış ve neticede kıyâmete kadar yaşayacağı dünyaya, bir nevi sürgün olmuştur.

Kuru bir çamurdan ve şekillenmiş balçıktan yaratılan insana (el-Hicr, 26); Rabbimiz merhametiyle; kendi cinsinden bir mekânı, yani yeryüzünü hayat kaynağı yapmıştır. Cennette; istediği her nimete kolayca ulaşabilen insan, imtihanın gereği olarak geldiği yeni mekânda, neye ihtiyacı varsa, ne istiyorsa artık onun için çalışmak, çabalamak ve cehdetmek mecburiyetindeydi.

İnsanın ilk imtihanı, cennette bulunan bir ağaç ile başladı. İnsan, aceleci oluşundan ve düşmanını tanımamasından dolayı tuzağa düştü ve dünyaya geldi. Bu azgın düşman; onu yeryüzünde de rahat bırakmayarak, çeşitli vesilelerle insanı kandırmaya, aldatmaya devam ederek, onu sürgün olduğu cennete değil, cehenneme sürükledi.

Şeytanın insanlığa kurduğu en büyük tuzak; onu ölümsüzlük ile aldatması ve bulunduğu yerde sürekli olarak aynı nimetler içerisinde kalacağını söylemesiydi. Hâlbuki dünya; belli bir süre için yaratılmış, o süre dolunca yaratıcısı tarafından yok edilecek bir vasıtaydı. Şeytanın bu hilesine aldanan; ebedî hayatı için mahsul toplamaya gelen, lâkin bu gayesini unutarak, sürekli burada kalacakmış gibi çalışmaya ve mal-mülk toplamaya başlayan insan, hem kendisini hem de kendisine emânet edilen imkânları, heder ettiğinin farkında bile olmadı.

İnsan açgözlü bir mahlûktur. Ne kadar çok malı olsa da hep daha fazlasını isteyip, (Buhârî, Rikāk, 10) hem kendisine hem de çevresine zarar vermektedir. Bu açgözlülüğün neticesi olarak; toprağa ektiği tohumdan, normal şartlarda alacağı mahsul ile yetinmeyip, daha fazla ürün almak için tohumun genleri ile oynamakta ve neticede normalin birkaç katı ürün alarak, bunu bilim adına mârifet saymaktadır. Ama bilim adına ürettiği ve bir seferlik mahsul veren bu tohumlar hem onu yiyen insanda hem de diğer mahlûkatta telâfîsi zor tahribatlara sebep olmaktadır.

İlk insandan bugüne gelen tarihî seyre baktığımız zaman, insanın bozulması ile toprağın bozulmasının aynı mihverde devam ettiğini söylememiz mümkün. Zira toprak ile insanın arasında kopmaz bir bağ ve münasebet bulunmaktadır. Bir şey, ait olduğu yerden ayrılacak olursa hem kendisinin hem de ayrıldığı yerin zarar göreceği ve uzun vâdede yok olacağı âşikârdır. İnsan da ait olduğu topraklardan kopup, sadece tüketen şehirlere yerleşince, gideceği yeri unutmuş, sırf dünyaya yönelik çalışmaya, çabalamaya başlamıştır.

Ürettiğimiz şeylerle havayı, suyu ve neticede toprağı kirleterek; insan hayatının idâmesi için gerekli olan bu imkânları, gelecek nesillere temiz hâlde bırakamıyoruz. Toprağın en büyük destekçisi, aynı zamanda besin kaynağı olan ağaçları kesiyor, yakıyor onu nefes alamaz hâle getiriyoruz. Beslenemeyen ve gerekli gıdâyı alamayan toprak; esen rüzgârın, yağan yağmurun ve kavuran güneşin altında yıpranıyor, erozyona uğrayarak her gün biraz daha eksiliyor.

İnsanın ait olduğu yer; inancını, îtikādını ve ibâdetini rahat bir şekilde yerine getireceği mekânlar olmalı. Kişi buralardan ayrıldığı zaman, köklerinden kopan ağaçlar gibi susuz kalarak kuruyacağını ve yok olacağını bilmelidir. Nasıl ki toprak suya muhtaçsa; insanın mânevî tarafının da ibâdetlere, sohbetlere ve sâlih kişilerle dost olmaya ihtiyacı vardır.

Dedik ya; insan ile toprağın, birbirine çok benzeyen yanları var diye. Nasıl ki ağaçsız kalan topraklar, yağmurun, rüzgârın ve güneşin olumsuz etkilerine maruz kaldığında erozyona uğruyorsa, insanın mânevî hayatı da ibâdetsiz kaldığında, aynı erozyona maruz kalmaktadır. Nasıl ki ağaç dikerek toprağın erozyonu engelleniyorsa, insan için de Rabbimiz’in bize emrettiği tâat ve ibâdetlerle bu erozyonu engellemek mümkün.

Günde beş vakit; Yaratan’ın huzûruna durarak hesap verdiğimiz namaz, bu erozyon için yapılan muhkem bentlere benziyor. Tutulan oruçlar, verilen zekâtlar, sadakalar ve nâfile ibâdetlerin her biri, kökleriyle derinlerdeki kayalara tutunarak, toprağı güçlendiren ulu çınarlara benziyor. Teheccüdler ile gizlice yapılan hayır hasenat ise toprağın üzerini örten ve onu olumsuz şartlardan muhafaza eden çayır/çimenler gibidir.

İnsanı en güzel sûrette yaratan Rabbimiz; bizi yaratılış amacımıza hizmet etmeyi, kendi çizdiği sınırlar içerisinde yaşamaya gayret edip sürgün olduğumuz cennete yeniden ulaşmayı nasip eylesin. Âmîn…