NEREYE KADAR?

Mehmet MENCET

Batının ve bâtılın her yandan gönüllere ve zihinlere musallat olarak insanları varoluş gayelerinden uzaklaştırdığı, istikametlerini bozduğu, âhireti unutturduğu modern bir câhiliyye devri yaşanıyor. Seküler eğitim sistemlerinin menfî telkinleriyle, insanlık maddî ve mânevî felâketlere sürükleniyor. İnsana Âdemoğlu da denilir. Hepimiz bir babadan ve bir anneden dünyaya geldik. İlk insan aynı zamanda ilk peygamber olan Âdem -aleyhisselâm-.

Mademki insanlık peygamberle başlıyor. İnsan terbiyeye muhtaç. O zaman yaratılan insanla, bugün yaratılan insan arasında sadece teknoloji ve gardırop farkı var. Biyolojik, ve rûhî yapı aynı. Uzun emeller, hırs, kibir, aç gözlülük vs. hepsi mevcut…

Lâkin insanın peygamber terbiyesine ihtiyacı var. Nasıl ki beyaz eşya aldığımızda kullanma kılavuzu vardır ve onu tatbik etmemiz lâzımdır. İnsan da yüce yaratan kâinâtın tek sahibinin koyduğu kurallara uymak zorunda.

“Yaratan bilmez mi?” (el-Mülk, 14) buyuruluyor âyette. Elbette bizim zaaflarımızı… Dünyanın geçici lezzetlerine olan düşkünlüğümüzü… Ona bir reçete, bir kullanma kılavuzu olarak Kur’ân-ı Kerîm’i göndermiş. Rotayı takip eden bir tren nasıl menziline sağ sâlim ulaşır, ama raydan çıkan trenin başına gelenler malûm… İşte içinde bulunduğumuz; negatif, insan fıtratına uymayan davranışların sergilediği manzara apaçık meydanda. Millet olarak ahlâk erozyonlarından, mânevî savruluşlardan kendimizi ve neslimizi korumalıyız. Ama nasıl?

Bizi biz yapan değerlerimize, bugün daha çok sarılmak zorundayız. Eskiden büyüklerin aile içinde bir itibarı, bir değeri vardı. Yıllardır her şeyimizde olduğu gibi bütün değerlerimiz sıfırlandı âdeta… Teknolojinin de gelişmesiyle birlikte; çocuklarımız, torunlarımız hattâ yaşlılar çok câhil! Hiçbir şey bilmez, anlamaz modundalar… Altyapısı, hattâ gelecekte hiçbir işe yaramayacak fikir hamallığı içinde, tertemiz zihinleri hurda malzemeleri ile dolu. Hayatla doğrudan münasebet kuramıyorlar.

Sahil şehirlerinde, çarşıya çıktığınızda âdeta başka bir ülkeye gitmiş gibi yabancı isimlerle dolu tabelâlar, reklâmlar… Türkçe bir ismi olan alışveriş merkezi sayılı.

Müzik derseniz böyle bir mânâ ve rûha hitap eden mûsıkî yok, aynı anda çalınan müzik âletlerinin çıkardığı karmaşık gürültü. İnsanlarımıza yıllardır okullarda, televizyon yarışmalarında; yabancıların müziklerinden, kurdukları topluluklardan sorular sorup âdeta onları zorla sevdirmek konumuna itiliyorlar…

Hayat ve kâinat boşuna yaratılmadı. Cenâb-ı Hak; her şeyi mükemmel bir ölçüyle yaratmıştır, o hâlde biz de huzurlu yaşamak için emredilen ölçülere uymak zorundayız. İnsan kendine şu soruları sık sık sormalı:

“Nereden geldik?”, “Nereye gidiyoruz?” Eğitimde, sporda, sanayide velhâsıl her alanda örnek aldığımız batının kokuşmuş zihniyetinin Türk dünyasına bugüne kadar neler yaptığını unutmamalıyız. Hukukta bile… Her bir kanunumuz bir başka ülkenin uygulaması… Mecelle gibi bir kanunumuz varken; örf ve âdetlerimiz, kültürümüz ve inancımızla uyuşmayan, âdeta üzerimize uymayan bir elbise gibi taşımak zorunda kalıyoruz.

Îmâm-ı Âzam gibi dünya çapında bir hukukçuyu tanımıyoruz. Avrupa’dan alınan ceza hukuku ve medenî hukuk ile toplum yönlendirilmeye çalışılıyor.

“Kim bir kavme benzemeye çalışırsa, o da onlardandır.” (Ebû Dâvûd, Libâs, 4/4031) Hep unuttuk…

Îman temelindeki çözülmelerin, fikrî ve ahlâkî yozlaşmaların birçoğu taklitlerle başlar. Taklit, zamanla alışkanlık ve karakter hâline gelir. Önceleri çok yadırgadığımız davranış ve kıyafetler, göre göre zamanla normalmiş gibi geliyor, sıradanlaşıyor…

Rahmetli Aliya İZZETBEGOVİÇ; “Harp ölünce değil, düşmana benzeyince kaybedilir!” diyor.

Pek çok müslüman; maalesef hayatın birçok sahasında başkalarına özenerek kendi şahsiyet ve karakterine yabancılaşmanın bedelini âhirette ödeyecek… Bugün bizim ve nesillerimizin; akrabalık, komşuluk ve dostluk ilişkileri kime benziyor? Sokaklarımız, şehrimiz, çarşı ve pazarlarımız kendi değerlerimize değer vermeyenlerle dolmadı mı?..

Oysa;

“Yaratan bilmez mi?” (el-Mülk, 14) bizi. İnsan hakları ve insan odaklı kurallar, asırlar geçse de her zaman gündemde. Tazeliğinden hiçbir şey kaybetmiyor.

Bir akrabamız vardı, çocukluk yıllarında ailece Avrupa’ya gitmişler. İlk defa 35 yaşlarında Türkiye’ye gelmiş; «Benim vatanım nasıl bir yer?» diye. O kadar şaşırmış ki, yeri öpmüş… Gittiğinde;

“–Babacığım, böyle bir memleketi bırakıp da bizi neden buralara getirdin?” demiş… Babası;

“–Evlât; o zaman ki şartlar zorladı, herkes gidince biz de heves ettik. Burada iktisat ettiğimiz kadar orada da iktisat etseydik olabilirdi.” demiş.

“–Avrupa, herkes oranın bir şey olduğunu sanıyor. Neden acaba hep euroya, dolara odaklanıyor herkes. Evet, biraz câzip gibi ama hayat şartları o kadar zor ki, Türkiye’deki gibi bir evde oturmanız, Türkiye’deki gibi bol bol meyve sebze yemeniz mümkün değil. Burada aç kalırsınız! Karpuz dilimle, elma taneyle, etin kilogramı şu anda 450 lira… Ne Avrupası… Orayı methedenlere kızıyorum.” diyor. Üstelik aile ve ahlâkta zamanla onlara benzemek de cabası…

Sır ve hikmetleri, inançlarımızın güzelliğini bugüne kadar anlatan büyüklerimizi sayamayız. Hazret-i Mevlânâ, Ahmed Yesevî, İmâm-ı Âzam, Hacı Bayrâm-ı Velî, Akşemseddin, Aziz Mahmud Hüdâyî ve Yûnus Emre… Saymakla bitmez. Onları yeni nesillere tanıtmak ve sevdirmek lâzım. Allâh’ı ve âhireti unutunca; Akdeniz’de göçmen mezarlığı, açlıktan ölenlerin manzaraları görmeye alıştık. Batılılar; bencillik ve şımarıklıkla çağ atladıklarını iddia ederek, âdeta nefislerini ve ırklarını putlaştırdılar…

Çocuklarımızın ve gençlerimizin enerjilerini doğru yöne kanalize etmek sûretiyle, onları kötü alışkanlıklarından korumak için sporun rolü inkâr edilemez. Atalarımız bir dönem güreş ve cirite önem vermiş, bu dönem de futbol revaçta. Ancak bakıyoruz ki, sanki yabancı bir ülkenin takımı gibi her takımda çoğunluk yabancı. Bunlar döviz kaybının yanında verimli bile olmuyor. Bunlara harcananlar; tesislere, gençlere yönelik eğitim çalışmalarına harcansa olmaz mı? Âdeta iki yabancı takım oynuyor gibi. Bizler de seyrediyoruz. Millî takımımız nasıl başarılı olacak. Gençlerimizi eğitmeyecek miyiz? Ne zaman özümüze dönüp, değerlendirip düşüneceğiz?

Roger Garaudy’in hayatı enteresandır. İstanbul’a konferans için geldiğinde;

“Asıl hasta olan batının kendisidir. Sizin kökleriniz sağlam; sağlamı bırakıp hastayı taklit ediyorsunuz, farkında değilsiniz!” diyor.

Hâsılı gerçek mutluluğa ve huzura ermek için, aslımıza dönmeliyiz…