MESNEVÎ -12-
Z. Özlem ABAY o.abay@hotmail.com
ÂRİFE BİR SÖZ YETER, TENDE GEVHER VAR İSE*
Ney gibi hem zehir, hem panzehiri kim gördü? / Ney gibi hem demsaz, hem müştâk kim gördü?
Daha önceki beyitlerde neyden maksadın insân-ı kâmil olduğunu dile getirmiştik. İnsân-ı kâmilin sözleri, dinleyenler için panzehirdir. Çünkü kabul edenler için sonsuz lütuflar içerir. Allâh’a yakınlaşmaya vesile olur. Lâkin bu sözleri kabule yanaşmayıp reddedenler içinse zehir gibidir. Çünkü kişi; sevdiğinin sözüne dikkat kesilir, kulak verir. Bunun için de insân-ı kâmilin sesine kulak veren; Allâh’a yaklaşmaya vesileler, yollar arar.
Dünyada her şey zıddı ile kāimdir. İnsanın idrâkine; zıddı olmayan şeyler sığmaz. İyi kötü ile, güzel çirkin ile bilinir. Dünyada küfür ile îmânın mücadelesi, karanlık ile aydınlığın mücadelesi gibi cereyan edip gider. Rabbimiz; bu hayatı, varlıkları, Celâl ve Cemâl isimlerinin tecellîsi ile yaratmıştır. Hayrı şer ile biliriz. Îmânın hakikati dahî, küfrün süflîliği ile bilinir.
İnsanlığı aydınlığa sevk edip îman nûrunu yakan, ilâhî kelâm ve Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’dir. Kur’ân-ı Kerim; ilâhî hakikatlerin kelâm hâli, Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de bu kelâmı yaşayan üsve-i hasene yani en güzel örnektir. Unutulmamalıdır ki, Kur’ân-ı Kerim bir örtüye koyup duvara astığımızda değil; okuduğumuzda, anlamak için gayret ettiğimizde, hükümlerine uyarak yaşamaya çalıştığımızda bizim hayatımızda bir farklılık meydana getirir. Kılıç bile kınından çıkmadan kesmez.
Dünya hayatında iyi ve kötünün bitmek bilmez hikâyesi de; Allah Teâlâ’nın Hâdî ve Mudil sıfatları arasında cereyan etmektedir. Allah Teâlâ’nın esmâsının tefekkürünü, kâinâtı temâşâ ederek yaparız. Kur’ân-ı Kerim ise bu kâinâtın; kelâmî tecellîsidir. Yani kâinat kelimesiz Kur’ân-ı Kerim’dir. Allâh’ın âyetleri ile dolu bu âlemde, kelâmî tecellî ise Kur’ân-ı Kerim ile dile gelir. İnsan bu iki tecellînin özüdür. Âlem onda dürülmüştür.
Dünya hayatındaki maceramızda; Rabbimiz, doğru yolu bulmamız için peygamberleri ve ilâhî kitapları rehber olarak göndermiş, hidâyetimizi murâd etmiştir:
“Kur’ân-ı Kerim’de birçok yerde Allâh’a nisbet edilen hidâyet kavramının kullanılışını göz önünde bulunduran âlimler, Hâdî isminin mânâsını; «insana hayatını sürdürebilmesi için gerekli olan akıl, muhakeme ve zarurî bilgileri veren; ebedî mutluluğunu sağlayacak mânevî yolu gösteren» şeklinde iki noktada yoğunlaşmıştır.” (TDV İslâm Ansiklopedisi)
Lutfuyla bizleri donatan Rabbimiz; verdiği nimetler ile amel-i sâlihlerde bulunarak, son durağımız olan âhiret hayatına sâlihlerden olarak kavuşmamızı murâd etmiştir. Bu yüzden Allâh’ın kâmil kulları, bizi her dâim güzel söz ve nasihat ile bu yola davet etmektedir. Lâkin herkes bu mesajı kendi duygu dünyasına göre anlar. Bu yüzden herkese aynı üslûp ile konuşmak olmaz. İstîdatlar farklı farklıdır. Güzel söz ve mülâyim davranışlardan anlamayanı; kimi zaman uyararak, lâyık olduğu muameleyi yapmak gerekir. Bu Allah dostlarının hassâsiyetidir. Çünkü;
“Kılıç kullanılacak yerde ihsan; ihsân edilecek yerde kılıç olmaz. Kerîm olana kerem, leîm olana levm yaraşır. Nezâketten anlayana nezâket ile muamele etmek edep gereğidir.” (Prof. Dr. H. Kâmil YILMAZ, Dinle Neyden, s. 145)
Ziya Paşa’nın terkîb-i bendinde olduğu gibi;
Nush ile yola gelmeyeni etmeli tekdir,
Tekdir ile uslanmayanın hakkı kötektir.
Herkes, söyleneni içinde bulunduğu hâl ve şartlara göre anlar. Yine de insân-ı kâmilin üslûbu; nezâket, zarâfet ve edep ile tezyîn edilmiştir. Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, ashâbına karşı son derece merhametli ve şefkatliydi. Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in terbiyesinde olgunlaşıp kemal sahibi olan ashâb-ı kiram Kur’ân-ı Kerim’ de şöyle tasvir edilmektedir:
“Muhammed -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Allâh’ın elçisidir. O’nun beraberinde bulunanlar; inkârcılara karşı sert, birbirlerine karşı merhametlidir. Onları rükûa varırken, secde ederken, Allah’tan lütuf ve hoşnutluk dilerken görürsün. Onlar, yüzlerindeki secde izi ile tanınırlar.” (el-Feth, 29)
Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz şahsında, kâfirlere karşı olan tavrımız da âyet-i kerîmelerde buyurulduğu üzere şöyle olmalıdır:
“Ey Peygamber! İnkârcılarla ve ikiyüzlülerle savaş; onlara karşı sert davran. Onların varacakları yer cehennem ne kötü dönüştür.” (et-Tevbe, 73 / et-Tahrîm, 9)
Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz; müşrikler karşısında Mekke ve Medine döneminde yumuşak ve nasihat dolu üslûbunu korumuş, savaş âyetleri nâzil olana kadar da savaşmamıştır. Hicretin birinci yılında olan Bedir Savaşı, yine müslümanların kendilerini korumak için yaptıkları savaştır. İ‘lâ-yı Kelimetullâh’ı dünyada hâkim kılmak için yapılan cihadların hepsinde Rabbimiz’in rızâsını aramak vardır.
Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in tebliğ metodlarından olan mektuplarında da hep yumuşak üslûp dikkat çeker. Efendimiz; günaha düşman olmuştur, günahkâra değil. Yaralı gönüller İslâm ile tedavi edilmiş, yaralar sarılmıştır. Kendi nefsi adına öfkelendiği görülmemiştir. Söz konusu bir hakkın tevzîi olduğu zaman, o hak yerine gelene kadar gönlü huzur bulmamıştır. Fem-i saâdetlerinden çirkin, kaba bir söz sâdır olmamıştır. Bizler de Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in üsve-i hasene hayatını kendimize rehber edinip böyle bir ömür sürmeyi ufkumuza koymalıyız. Yazımıza Muhterem Osman Nûri TOPBAŞ Hocamızın sözleri ile son verelim:
“Yâ Rabbî!
Bize bahşeylediğin maddî-mânevî bin bir rızkın yanında, muhabbetini de bize rızık olarak nasîb eyle…
Sen’i sevenlerin, «Muhabbetullâh»a erenlerin sevgisiyle kalplerimizi doldur…
Sana muhabbetimizi ve Sen’in bize muhabbetini ziyadeleştirecek ameller işlemeyi cümlemize nasip ve müyesser eyle…
Sev, sevdir, sevindir İlâhî!”
Âmîn!..
________________________
* Yûnus Emre Hazretleri.