YALNIZ HAK RIZÂSI İÇİN…

Sami GÖKSÜN

İnsanlığın buram buram hasretini çektiği, fakat nefsânî ihtiraslarından kurtulup bir türlü kabul edemediği gerçek nizam; İslâm’ın ana kaynağı, bütün cemiyetleri nûra, kurtuluşa, medeniyete, şahsiyet ve samimiyete kavuşturacak olan Allah kelâmı, Kur’ân-ı Kerim’dir.

Kur’ân; bizleri samimiyetin ufuklarına taşır, şahsiyet ve karakterin zirvesine yerleştirir. Kur’ân’dan ışık almayan ruh ölüdür. Yine Kur’ân’dan aydınlanmayan toplum da ölüdür. Kur’ân’a îmânı canlı olmayan insan boşluktadır. Kur’ân’a yan bakan kimse rûhen hastadır. Hayatını Kur’ân’a göre ayarlamayan insan, riyâkârlık bataklığına düşmüştür.

Samimî müslüman ise ezelden ebede dalga dalga uzanan Kur’ân-ı Kerim’le, ölümsüz ve ebedî âlemin kapısına varan ihlâslı ve şerefli insandır. Zira o; kalbindeki bütün gaflet paslarını silmiş, yaratılışındaki sâfiyete denk gelecek bir şekilde orayı cilâlamış, ufkundaki zulmet perdelerini kaldırmış, uyanık ve şuurlu insandır.

O hâlde müslümanın en önemli vasfı; Allâh’ın nizamı olan Kur’ân-ı Kerîm’in istediği şahsiyet ve samimiyet sahibi olmasıdır. İbâdet ve tâatlerini yalnızca ve yalnızca Allah için yapar olmasıdır.

Onların hiçbirine riyâ lekesini sürmez. Müslüman; îmânını kemiren, kalbine şirk zehrini akıtan, ibâdet ve tâatlerini çürüten, şahsiyetini ve samimiyetini yıkan riyâ, yani gösterişin korkunç bir âfet olduğunu kesinlikle bilen ve ona yaklaşmayan ve bulaşmayan kimsedir.

Müslüman, yüce Rabbimiz’in;

“Haydi, inkârcıların hoşuna gitmese de Allâh’a, O’nun dînine ihlâs ve (samimiyet) erbâbı olarak ibâdet edin!” (el-Mü’min, 14) emrini bütün varlığı ile yerine getiren mutlu ve bahtiyar kuldur.

Riyâ; insanların ibâdet ve iyiliklerini Allah rızâsı için değil; şöhret, makam, mevki, mal ve menfaat gibi gayelerle yapmalarıdır. Gerçek müslüman, böyle bir arada kalmışlığa düşmez. Bunu ancak; îmanlarını dillerinden kalplerine indiremeyenler, hayat nizamını Kur’ân-ı Kerîm’e göre ayarlamayanlar, O’nun samimiyet pınarından içmeyenler, şahsiyetlerini Allâh’a kul olmanın gereği olan ibâdet ve tâatlerde aramayanlar yapabilir. Zira;

Riyâ; makam, mevki ve şöhret sevgisinin eseridir. Allah rızâsının değil.

Riyâ, insanlar arasında kıymetli ve üstün olma arzusudur. Allah ve Rasûlü’nün değil.

Riyâ, insanların elindekine göz dikmenin neticesidir. Alın teri ve çalışma karşılığı değil.

Bu mevzuda Sevgili Peygamberimiz de şöyle buyurur:

“Kim işlediği bir hayrı şöhret kazanmak için halka duyurursa, Allah onun gizli işlerini duyurur.

Kim de işlediği hayrı halkın takdirini kazanmak için başkalarına gösterirse, Allah da onun riyâkarlığını açığa vurur.” (Buhârî, Rikāk, 36, Ahkâm, 9; Müslim, Zühd, 47-48)

Başka bir hadîs-i şeriflerinde de şöyle buyurmuşlardır:

“Allah Teâlâ buyurdu ki:

«Ben, ortak koşulmaya en ihtiyaçsız olanım! (Ortaktan en müstağnî olanım!)

Kim bir amel işler de bu amelde Bana başkasını ortak koşarsa, o kimseyi koştuğu ortakla baş başa bırakırım.»” (Müslim, Zühd, 46)

Yine Sevgili Peygamberimiz;

“Cesur, desinler diye savaşan; bilgili, desinler diye okuyan; cömert, desinler diye yardım yapan kimselerin sürüklenerek ateşe atılacağını” haber vermişlerdir. (Müslim, İmâre, 152)

Görülüyor ki riyâda şirk vardır, samimiyetsizlik vardır, amellerin boşa gitmesi vardır. Sonunda ateş vardır, azap vardır.

Riyâkâr; nefsini tatmin ettiği an istediğinin yerine gelmesiyle birlikte; vatanmış, milletmiş, mukaddesatmış, nâmusmuş, hiç umurunda olmayan, bayağı kimsedir.

Riyâkâr kimseler; ilim öğrenirse milletine hizmet için, insanlığa hizmet için, Hakk’ı öğrenmek, Hakk’ı göstermek için değil; böbürlenmek, çalım satmak için öğrenir. İlim kisvesine bürünerek, mukaddes değerler hafife alınmış; gerçekler tahrip edilmiş; hak, hukuk, adâlet yok edilmek istenmiş, onun için çok da önemli değildir. Bugün, özellikle televizyon ekranlarında bu tür riyâkârlara çok şâhit oluyoruz.

Riyâkâr kimseler, yardım ederse; insanların dert ve ıstıraplarını dindirmek, İslâm’ın, insanlığın îcâbı olarak değil; kendisine cömert dedirtmek, iyi insan dedirtmek, başkalarına gösteriş yapmak için yardım ederler. Böylece insanlar arasında bir itibar, bir şöhret kazanmak dışında onun için hiçbir şey önemli değildir.

Riyâkârlar; ibâdet etse, namaz kılsa, kulluk vazifesi ve Allah rızâsı için değil; şöhret ve menfaatine basamak olsun diye yapar veya kılar. Böyle namazın, namaz olmayacağı önemli değildir onun için.

Yüce Allâh’ımız, Kur’ân-ı Kerim’de; riyâkârlığı yasaklamış, gösteriş yapanları sevmediğini beyan etmiş ve müslümanlara riyâya yaklaşmamalarını emir buyurmuşlardır. Şöyle ki;

“İnsanları Allah yolundan engellemek üzere taşkınlık ve gösteriş yaparak yurtlarından (savaşa) çıkıp gelenler gibi olmayın; Allah onların yaptıklarını kuşatmıştır.” (el-Enfâl, 47)

“Onlar namazların özünden uzaktırlar. Onlar halka gösteriş yaparlar.” (el-Mâûn, 5-6)

Hulâsa; canımız bedenimizdeyken, hayatımız devam ederken, ömrümüzü gafletle ve riyâ ile tüketmemeliyiz. İslâm’ın emir ve yasaklarını samimî bir şekilde hazmedip, onları hayatımızda uygulamalıyız. Bütün ibâdet ve tâatlerimizi ihlâs ve samimiyetle yerine getirmeliyiz. Onlara asla ve asla riyâyı karıştırmamalıyız. Ölüm meleği kapımızı çalmadan önce; hayatımızdan nefsânî ve şeytânî duyguları kovarak, ruhânî ve mânevî güzelliklerimizi artırmalıyız. Bilmeliyiz ki, İslâm nizamına samimî îmân edenler kurtulur.

Ve yine bilmeliyiz ki, İslâm’ı samimî olarak yaşayanlar kurtulur.

Ve yine bilmeliyiz ki, ömrünü riyâdan kurtarıp Allâh’ın rızâsına adayanlar kurtulur.

Rabbim bizleri riyâdan kurtulup, samimiyet ummanına dalanlardan eylesin. Âmîn…