Şânlı Mazimizden Seçme Nükteler – BİR KÜFE İNCİR…
YAZAR : Abdullah Mesud HIDIR mahidir@gmail.com
Selmân-ı Fârisî -radıyallâhu anh-, Selmân el-Hayr, Selmân-ı Pâk veya Selmân el-Hakîm diye de anıldı. Zengin ve itibarlı bir aileye mensuptu. Babası Mecûsî idi. İçindeki mânevî boşluğu doldurmak için yeni bir din arayışına girdi. Hıristiyan bir papazla tanıştı. O kimse kendisine Arap Yarımadası’nda İbrahim Peygamber’in Hanif dîni üzere gönderilecek son peygamberin geleceğini haber verdi. Bir şekilde Medine’ye kadar geldi ve nübüvvet alâmetlerini Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’de görünce müslüman oldu. Ashâb-ı Suffa’nın gözde talebeleri arasına giren Selmân -radıyallâhu anh-; ilme düşkünlüğü, firâseti ve takvâsı sebebiyle Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in methine mazhar oldu.
Ensar ve muhâcirin paylaşamadığı bu sahâbe için Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-;
“–Selmân ehl-i beyttendir.” buyurarak tartışmaya noktayı koydu. Selmân -radıyallâhu anh-, aynı zamanda Nebî -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in saçlarını tıraş etmesi sebebiyle berberlerin pîri sayılır.
Kûfe şehrinin kuruluşunda önemli katkı sağlayan bu zât, daha sonra Medâin’e vali olarak gitti.
Selmân-ı Fârisî -radıyallâhu anh-, 656 yılında Medâin’de vefat etti. Kabri; Bağdat yakınlarında, bugün Selmânıpâk diye bilinen kasabadadır.
***
Hazret-i Selmân -radıyallâhu anh-; Medâin valisiyken, Şam’dan bir kimse gelmişti. Yanında bir yük de incir getirmişti. Hazret-i Selmân -radıyallâhu anh-’ın sırtında sade bir elbise, bir de aba vardı. Şamlı, onu tanımıyordu. Onu bu hâlde görünce de;
“–Gel şunu taşı!” dedi. Selmân -radıyallâhu anh- gitti, yükü sırtlandı. Halk kendisini görünce tanıdı. Adama;
“–Yükünü taşıyan bu zât validir!” dediler. Şamlı derhâl;
“–Özür dilerim, seni tanıyamadım.” dediyse de Selmân -radıyallâhu anh-;
“–Zararı yok, yükü gideceğin yere götürünceye kadar bırakmayacağım.” dedi. Yükü bırakınca da sahibine şu nasihatte bulundu:
“–Benden sonra artık hiç kimseyi kesinlikle hakir görme!” (İbn-i Sa‘d, IV, 88. 18. İbn-i Asâkir, XXI, 433; Zehebî, Siyer, I, 546)
İSM-İ ŞERÎFE HÜRMETEN…
Asıl adı Ebu’l-Kāsım Yemînü’d-devle olan Gazneli Mahmud, 2 Kasım 971 tarihinde Buhara’da doğdu. İyi bir dînî eğitim aldı ve Kur’ân’ı ezberledi.
Daha gençlik yıllarında devlet idaresinde mes’ûliyet almaya başlayan Sultan Mahmud, katıldığı savaşlarda cesaret ve zekâsıyla kendisini gösterdi.
Sultan, Hindistan’a İslâmiyet’i yaymak maksadıyla 1000’den 1027’ye kadar on yedi sefer düzenledi. Bu seferler sırasında birçok cami yaptırıp, yetiştirdiği âlimleri Hindistan’ın kuzey bölgelerine göndererek; İslâmiyet’in bu coğrafyada yayılmasını sağladı. Sultan Mahmud; 1025’te Hindistan’ın fethi için büyük ehemmiyete sahip olan Sumnat’a sefer yapmayı plânlayıp, seferden önce şu an Kars’ta medfun bulunan Ebu’l-Hasan Harakānî Hazretleri’ni ziyaret etti. Şeyh, Sultan’a hırkasını verdi. Sefer sırasında düşmanların İslâm ordusunun ortasına kadar geldiği bir anda Allâh’a ilticâ ederek;
“–Senin üstün kıldığın o zâtın hırkası hürmetine, İslâm ordusunu muzaffer eyle!” diye duâ etti. Allâh’ın yardımı ile Sumnat Seferi zaferle neticelendi.
Sultan Mahmud, 30 Nisan 1030 tarihinde 59 yaşında iken vefat etti.
***
Hindistan fatihi Gazneli Mahmud’un, «Muhammed» isminde çok sevdiği bir hizmetçisi vardı. Bu hizmetçisini devamlı ismiyle hitap ederek çağırırdı. Bir gün bu hizmetçisini kendi ismiyle değil de, babasının ismiyle çağırması üzerine kalbi kırılan hizmetçi, böyle davranmasının sebebini sordu. Bunun üzerine tam bir Peygamber âşığı olan Gazneli Mahmud;
“–Evlâdım, her gün sana «Muhammed» isminle hitap ediyordum. Zira abdestli bulunuyordum. Şu anda ise abdestim yok, «Muhammed» ismini abdestsiz söylemekten hayâ ediyorum. Onun için seni babanın ismiyle çağırdım.” diye cevap verdi.
SEVDİĞİ KEÇİ
Şair Nâbî, 1642’de Urfa’da doğdu. Çocukluğunu ve gençlik yıllarını Urfa’da geçiren Nâbî, burada iyi bir eğitim aldı, Arapça ve Farsça öğrendi. Gençken Yâkub Halîfe adında bir şeyhe intisâb ederek tasavvufa yöneldi.
Medîne-i Münevvere’ye giderken yazdığı;
Sakın terk-i edebden kûy-ı mahbûb-ı Hudâ’dır bu…
mısraıyla başlayan na‘tı ve;
Bâğ-ı dehrin hem hazânın hem bahârın görmüşüz…
mısraı meşhurdur.
1712’de ağır şekilde hastalanan Nâbî, 13 Nisan’da vefat etti ve Üsküdar’daki Karacaahmet Mezarlığı’na defnedildi.
***
Nâbî’yi bir meseleden dolayı hapse atarlar. Hücre arkadaşı bir köylüdür. Şair, hapishane hayatının hüzünlü duyguları içinde yazdığı şiirleri bir gün kader arkadaşı olan o köylüye okur. Bakar ki adam hem dinliyor, hem ağlıyor. Şair daha da hüzünlenir ve;
“–Ne o arkadaş, şiirlerim sana pek mi dokundu?” diye sorar.
Köylü, Nâbî’nin sakallarına bakarak;
“–Hayır! Köyde bir keçim vardı. Sakalları aynı senin sakalına benziyordu. Onu hatırladım da o yüzden ağlıyorum.” diye cevap verir.
İBLİS İLE ORTAK HEDEF…
Mısırlı âlim Mütevellî eş-Şa‘râvî, 15 Nisan 1911’de Mısır’da doğdu. İlkokuldan sonra Kur’ân-ı Kerîm’i ezberleyerek hâfızlığını tamamladı. Dînî konuların yanı sıra içtimâî ve siyâsî meselelerle de meşgul oldu. Talebe hareketlerine katıldı ve talebe birliğinin başkanlığını yaptı. Hasan el-Bennâ’dan özel ders aldı. Mezun olduktan sonra çeşitli okullarda ve üniversitelerde vazife aldı.
Klâsik bir âlim olmaktan çok, geniş kitlelere hitap eden bir vaiz olma özelliği öne çıkan Şa‘râvî; uzun süren bir hastalıktan sonra 17 Haziran 1998’de Kahire’de vefat etti. Kabri, Dekâdûs köyündedir.
***
Kendisi anlatıyor:
Aşırı uçtaki gençlerden biriyle tartışıyordum. Sordum;
“–İslâm ülkelerinden birinde bir gece kulübünü havaya uçurmak, helâl mi yoksa haram mı?”
Genç;
“–Elbette ki helâl, onları öldürmek câizdir.” dedi.
“–Onlar, Allâh’a karşı günah işlerken siz onları öldürürseniz, cennete mi yoksa cehenneme mi giderler?”
“–Tabiî ki cehenneme…”
“–Peki, şeytan onları nereye götürmek istiyor?”
“–Tabiî ki cehenneme.”
“–Öyleyse siz şeytanla aynı hedefi paylaşıyorsunuz. Onun da gayesi insanları cehenneme sokmak!”
Şa‘râvî, sonra gence şu hâdiseyi hatırlatır:
Medine’de Yahudi bir çocuk vardı. Bir gün hastalandı. Efendimiz onu ziyarete gitti. Başucuna oturdu ve;
“–Müslüman ol!” buyurdu.
Çocuk, yanında duran babasına baktı. Babası da;
“−Oğlum, Ebu’l-Kāsım’a itaat et!” dedi. Bunun üzerine çocuk, müslüman oldu.
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- hastanın yanından;
“−Onu ateşten kurtaran Allâh’a hamdolsun.” diyerek sevinçle çıktı. (Buhârî, Cenâiz, 80)
Şa‘râvî gence son olarak şöyle der:
“–İnsanların hidâyeti ve ateşten kurtulmaları için koşan Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ile aranızdaki farkı iyi düşünün. Siz bir vadide, sevgili Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- farklı bir vadide!”