FELSEFENİN ÇIKMAZLARI

YAZAR : Osman Nûri TOPBAŞ Hocaefendi


AKLIN VERİLİŞ GAYESİ

Cenâb-ı Hak, insana akıl nimetini lutfeylemiştir.

Çünkü Hak Teâlâ; insanı bir imtihan dershânesi olan dünyaya, «mârifetullah» tahsili için göndermiştir. Yani Rabbinin insana bahşettiği akıl kuvvesinin gayesi, O’nu okumaktır. Bu sebeple Fahr-i Kâinât Efendimiz’e nâzil olan ilk âyet-i kerîme;

“Yaratan Rabbinin adıyla oku!” (el-Alak, 1) emri olmuştur.

İnsan; kendini, kâinâtı ve Rabbinin kelâmını okumalı ve Rabbini kalben tanımalıdır. Aklın bu gayeye hizmet etmesi için, vahiy muhtevâsında işletilmesi îcâb eder.

Çünkü akıl ancak bir âlettir. İki tarafı da keskin bir bıçak gibi, hem hayra hem de şerre vasıta olabilir. O; vahyin hizmetine girerse, güzel hizmetler verir. Hazret-i Mevlânâ’nın buyurduğu gibi akıl, Hazret-i Muhammed Mustafâ -sallallâhu aleyhi ve sellem-’e kurban olursa; insanın gafletten uzak kalmasına, firâset ve basîret nûru kazanmasına vesile olur.

Akıl aynı zamanda mahduttur.

Görme, işitme duyuları; nasıl, muayyen hudutların arasını görüp işitebilmemize vasıta oluyorlar, o sınırların dışında âmâ ve sağır kalıyorlar ise; akıl da ancak, kendisine izin verilmiş sahada, yani fizikî âlemde insana yardımcı olabilir. Fiziğin ötesine, mâverâya kılavuzluk yapabilmek husûsiyeti ona bahşedilmiş değildir. Akıl; o kendisine meçhul sahalarda pusula addedilirse, insanı çıkmazlara sürükler. Aklın putperesti olanlar, daima felâketler içinde harap olmuşlardır.

Buna rağmen;

İnsanlık tarihinde, akla haddinden fazla mevki verenler olmuştur. Aklı; ilâhî yardıma muhtaç olmaksızın, hakikati tespit ve tayin edebilen bir kuvvet olarak görmek ve göstermek hatasına düşmüşlerdir.

Felsefeciler, akla istinâd eden Mûtezile Mezhebi ve devrimizde tarihselcilik girdabına düşenler; aklı -hâşâ- vahyin üzerinde görerek, vahyi dahî aklın hakemliği ve murakabesi altında işletmeye kalkarlar. Bu küstah kalkışma da dalâlet ve zındıklıkla neticelenir.

Meselâ;

Kader gibi akıl üstü bir teslîmiyet ve kalbî idrâk isteyen bir meselede nice akıl sahibi, istikametini şaşırmıştır. Kaderi yahut iradeyi inkâr bataklığına dûçâr olmuştur.

MÎRAS AHKÂMI

Amelî sahada da kimileri; Cenâb-ı Hakk’ın Kur’ân-ı Kerim’de tayin buyurduğu mîras taksimatını -hâşâ- adâletsiz ve hükmü geride kalmış addetmek gibi, ucu küfre varan anlayışlara yuvarlanmışlardır.

Onların asılsız iddiası şöyledir:

“Kadın bugün erkek gibi çalışıyor, bu sebeple mîrastan erkekle müsâvî hisse (eşit pay) almalıdır!..”

Hâlbuki şunu düşünmüyorlar:

Kadın her devirde çalışmıştır. Kadının asıl mesâisi, arkadan gelecek bir nesil yetiştirmek ve ona emek vermektir. Bunun yanında; tarlada, bahçede, iplik eğirme, dokuma, terzilik ve benzeri işlerde hep çalışmış, erkeklere yardımcı olmuştur. Aile ve nesille alâkalı hassas vazifelerle mükellef olduğu için, kadının yaratılışı da buna göre nârin ve şefkatlidir. Bu sebeple ona, maîşet yükü yüklenmemiştir.

Ayrıca kastedilen kadının dışarıda memuriyet vb. çalışmalar yapması ise, bugün çalışmayan hanımlar da vardır, hattâ ülkemizde çoktur. Dolayısıyla, mîras payının çalışmakla bir münasebeti yoktur. Âyet ve hadislerde de böyle bir illet belirtilmemiştir. Çalışıp çalışmama diye bir kıstas olsa bunun diğer vârisler için de değerlendirilmesi gerekirdi. Hâlbuki bir adamın; biri çalışıp babasına yardım eden, diğeri yardım etmemiş olan iki erkek evlâdı olsa, her biri mîrastan aynı payı alırlar. Vefat eden şahsın biri yeni doğmuş bir bebek, diğeri kırk yıldır babasının hizmetinde olan iki oğlu olsa, yine aynı payı alırlar.

Eğer çalışan kişinin, vefat eden kişiden, emeğine karşılık bir alacağı varsa; zaten bu mîras taksimatından önce borçların ödenmesi faslında gerçekleştirilmelidir. Mîras başka bir meseledir.

Akla şu sual gelebilir:

İslâm’da niçin kadının hissesi, erkeğin yarısıdır?

Bu husus âyetle sâbittir. Kur’ân ve Sünnet’te bu hususta ayrıca îzaha ihtiyaç hissedilmemiştir. Fakat İslâm’daki içtimâî nizam tetkik edildiğinde şu hikmet görülebilir:

İslâm mîras hukukunda, paylar ile mükellefiyetler arasında adâletli bir denge gözetilmiştir. Harcaması fazla olan erkeğe, kadına nisbetle daha fazla pay verilmiştir. Çünkü evlenirken mehir verip düğün masrafını üstlenmekle beraber, ev geçindirmeye kadar bütün maddî harcamalar husûsunda ailenin mes’ul şahsı erkektir.

Yani İslâm mîras hukukundaki kadın-erkek farkı, yükümlülük ve sorumluluk farkına bağlıdır. Bu ikisi arasında bir denge kurulmuştur.

Kadın; nesli korumak, bunun için evlât yetiştirmek ve aile düzenini temin etmek gibi ağır mükellefiyetler sebebiyle ailenin geçiminden mes’ul tutulmamıştır. Bu sebeple de mîrasta hissesi yarıya indirilmiştir. Bu hisse de; bir kısım kadınların evlenememesi veya boşanma durumunda kalması yahut da birtakım şahsî ihtiyaçları düşünülerek verilmiştir.

Yani bir kız çocuğunun ihtiyaçlarını karşılamak, babasına aittir. Eğer o yoksa; dede, amca, erkek kardeş gibi ailenin diğer erkek fertlerine düşer. Evlendiğinde yine ev geçindirme mükellefiyeti olmayacaktır. Bu vazife, beyine ait olacaktır. Beyine bir hâl olursa; yine kardeşleri, evlâtları veya torunları mes’ûliyeti devralacaktır.

Bakmakla mükellef imkân sahibi biri bulunmasa da, bu sefer, akrabalık hukuku ile yine kadınlara sahip çıkılacaktır.

Şöyle ki;

Dînimizde sadaka, infak, zekât ve benzeri malî ibâdetlerde evvelâ, akraba olan muhtaçların gözetilmesi emredilmiştir. Dolayısıyla meselâ bir hanım muhtaç hâle düşse, dînimiz, erkek kardeşi, amcası ve benzeri imkân sahibi akrabalarını, zekât veya diğer malî ibâdetlerde, evleviyetle (öncelikle) ona yardım etmeye teşvik etmektedir. (Bkz. el-Bakara, 83; en-Nisâ, 36; en-Nahl, 90; el-İsrâ, 26; er-Rûm, 38)

Yani bir kadın, «normal şartlarda» geçim meselesiyle mükellef olmaz. Hâlbuki, mîrastan fazla pay almakla birlikte, erkek birçok mes’ûliyetle karşı karşıyadır.

Birçok örfî anlayışta; kız evlâdının, artık baba ocağından çıktığı ve beyinin ailesine iltihak ettiği düşünülür. Böyle olunca, bazı yerlerde kız çocuğuna hiç pay vermemek veya kerhen en kıymetsiz tarlaları vermek gibi câhiliyye tarzı zulümler görülmektedir.

Hâlbuki, taksimatı Cenâb-ı Hak yapmıştır. Kimsenin buna itiraz ve te’vil edip değiştirme hakkı bulunmamaktadır. Kızın şer‘î hissesi de gasp edilse, erkeğin şer‘î hissesi de azaltılsa hak yenilmiş olur. Zulüm olur.

Bu itirazlarla kardeşler arasına fitne sokulmaktadır. Küslükler ve kavgalar çıkmaktadır. Hâlbuki Allâh’ın taksimatına rızâ gösterilse, kardeşçe bir muhabbetle meseleye yaklaşılsa; Cenâb-ı Hak, bereket halk eder, azları çok eyler.

Ayrıca şu âyet-i kerîme, mîrasçı olmayan akrabaların ikramlarla gözetilmesini tavsiye buyurmaktadır:

“(Mîrastan payı olmayan) yakınlar, yetimler ve yoksullar mîras taksiminde hazır bulunursa bundan, onları da rızıklandırın ve onlara güzel söz söyleyin.” (en-Nisâ, 8)

Diğer taraftan;

Çağımızda kadınlarla erkekler arasında sun‘î ve haksız bir eşitlik yarışı başlatılmıştır. Kadının yaratılış husûsiyetlerine zıt olan bu yarış, hanımlık ve annelik meziyetlerini zaafa uğratmakta ve aileyi yaralamaktadır.

Dolayısıyla;

Kadınların erkeklerle yarıştırılırcasına çalışma âlemine sevk edilmesi; nârin yapısına ve ruh dünyasına uygun olmayan, ihtilâtlarla dolu dış dünyaya itilmesi ve bu şekilde aileden, annelikten ve nesil terbiyesi vazifesinden koparılması, İslâm’ın tasvip edeceği bir şey değildir.

Asıl akıl yorulması gereken batı âleminden gelen ve aileyi ifsad eden bu cereyanları nasıl bertarâf etmeliyiz tefekkürü olmalıdır. Bu tefekkürü bırakıp da Allâh’ın kelâmında;

فَر۪يضَةً مِنَ اللّٰهِ

«(Bu mîras hükümleri) Allah’tan bir farzdır!» buyurarak inzal buyurduğu hükümleri değiştirmeye kalkmak, bir tahrif küstahlığıdır!..

BU BİR TAHRİFTİR!..

Bu gibi tahrifatla mücadele etmek çok mühimdir ve büyük ecir getirir. Çünkü -sallallâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, buyurur:

“Ümmetimin fesâda uğradığı dönemde sünnetime yapışan kişiye, şehid sevabı verilir.” (Heysemî, I, 172; Ebû Nuaym, Hilye, VIII, 200; Süyûtî, el-Câmî, no: 9171)

“…Kim benim sünnetimi ihyâ ederse elbette beni sevmiştir. Kim de beni severse, benimle birlikte cennette olacaktır.” (Tirmizî, İlim, 16/2678)

Mîras meselesi ise, sünnetten de öte, bir farzdır. Bir farz, çiğnenmek ve ortadan kaldırılmak istenmektedir.

Bu şekilde tahrife yol açan tarihselcilik, evvelâ muharref dinlerde başlamıştır. Yahudiliği ve hıristiyanlığı da mahveden bu olmuştur. Yani; dînin esas ahkâmı, çeşitli bahanelerle terk edilmiş, yerine Pavlus ve benzerlerinin görüşleri ikāme edilmiştir.

Âyet-i kerîmede, ehl-i kitâbın inhirâfı şöyle hulâsa edilmektedir:

“Kendilerinden sonra yerlerine öyle bir nesil geldi ki namazı zâyî ettiler, şehvetlerinin peşine düştüler. İşte bunlar da azgınlıklarının cezasını bulacak / gayyâya yuvarlanacaklardır.” (Meryem, 59)

Mühtedî âlimlerden Abdülehad Dâvûd Efendi, tahrifin amelî buudunu şöyle îzah eder:

“Sünnet kalktı, yerini vaftiz aldı. Namaz kalktı, yerini âyin aldı. Oruç kalktı yerini sadece belirli gıdalardan kaçınmak şeklindeki perhiz aldı.”

Ahkâmın böyle değiştirilmesini nefislerine hoş gösteren unsur, günümüzdeki tarihselci ilâhiyatçılar gibi birtakım din nâmına konuşan kişilerin felsefî te’villeri oldu.

Ahkâmı değiştirmeye kalkanlara Cenâb-ı Hakk’ın âyet-i kerîmede îkāzı çok serttir:

“Dillerinizin uydurduğu yalana dayanarak;

«Bu helâldir, şu da haramdır.» demeyin, çünkü Allâh’a karşı yalan uydurmuş oluyorsunuz. Şüphesiz Allâh’a karşı yalan uyduranlar kurtuluşa eremezler.” (en-Nahl, 116)

Hazret-i Mevlânâ, filozofların vahiy karşısındaki körlüğünü şöyle anlatır:

NÛRU BUL BAKALIM!

Kur’ân okuyan biri, mushaftan; «Suyu kaynağından keserse…» âyetini okuyordu. Bu âyet-i kerîmede Cenâb-ı Hak meâlen şöyle buyuruyordu:

“(Habîbim o inkârcılara) de ki:

«Bana söyleyin: Eğer suyunuz, yerin dibine batar giderse, size kim bir akarsu getirir?” (el-Mülk, 30)

Basit bir filozof o sırada mektebin yanından geçiyordu. Bu âyeti işitince, küstahça şöyle karşılık verdi:

“Biz de toprağı kazarız, yerin altından suyu bulur, çıkarırız!”

Gece uyudu, rüyasında arslan gibi bir yiğit gördü. O yiğit, filozofa bir tokat attı. İki gözünü kör etti ve o filozofa dedi ki:

“Ey düşüncesiz adam! Eğer sözünde duruyorsan, gözünün kaynağından kazma ile bir nur çıkar (da tekrar görür hâle gel bakalım!)”

Sabah olmuştu. Sıçradı kalktı. Onun iki gözü de kör olmuştu. Görüş nûru, o iki gözden de uzaklaşmıştı.

Eğer ağlayıp sızlasaydı, tövbe etseydi, kaybolup giden gözlerinin nûru Allâh’ın lutfu ile geri gelirdi. Fakat tövbe etmek de elde değildir. Tövbe zevki, her sarhoşa meze olamaz!..

Çünkü;

Yaptığı işlerin ve inkârının uğursuzluğu, gönle giden tövbe yolunu kapatmıştı. Onun kalbi katılıkta taşa dönmüştü. Tövbe, oraya ekin ekmek için o taşı nasıl yarabilirdi?

Filozofun aklı sıra verdiği cevap, ancak ilâhî takdir ile yerin altında var olan suya dairdir. Hâlbuki âyet-i kerîmede Cenâb-ı Hak;

“Bu nimetimi izâle ettiğim takdirde, kuyular ve pınarlar vasıtasıyla istifâde ettiğiniz bu sular yerine nereden su bulacaksınız?” diye sormaktadır.

Hakikaten, vahyin muhtevâsındaki bir akıl, her zerrede ilâhî kudreti temâşâ eder. Her damla suda;

Muazzam bir rafine sistemi olan buharlaşmayı,

Gökyüzünde bütün ağırlıklarına rağmen dolaşan bulutları,

O suyun gayet latif bir şekilde tekrar yeryüzüne inmesi demek olan yağmur, kar ve dolu gibi yağışları ve daha nice nimeti tefekkür edip, Rabbinin azametini ve O’nun kudreti karşısındaki hiçliğini ve şükrünün eksikliğini idrâk etmelidir.

Felsefeciler ve sadece akla istinâd eden diğerleri, insanlığa saâdet getirememişlerdir. Zira her felsefeci kendi aklını putlaştırmış, kendi düşüncesiyle diğer filozofları yalanlamış ve tenkit etmiştir. Bir başka filozofun aklını ve düşüncelerini beğenen felsefeci yoktur.

O hâlde her filozof hakikate kendisinin ulaştığını iddia etmekte; fakat hiçbiri diğerini beğenmeyerek, her birinin ortaya koyduğu sistemlerin izâfî ve indî olduğunu itiraf etmiş olmaktadır.

Hâlbuki, hak ve hakikatin gerçek temsilcileri ve sözcüleri olan peygamberler ve Hak dostları, dâimâ birbirlerini tasdik ederler. Hazret-i Nuh, insanları hangi hakikatlere çağırmışsa; Hazret-i İsa da ona davet etmiştir. Hiçbir peygamber diğerini yalanlamamış, hepsi her birine îmân etmiştir.

Hulâsa;

Filozoflar aklın putperesti olmuşlardır.

Kelâmcılar da aklı vahyin içinde kullanmaya çalışmışlardır. Bir noktaya kadar mesafe almışlar, daha ötesine gidememişlerdir.

Ehl-i tasavvuf ise, aklı aşmış ve teslîmiyete sarılarak hikmete mazhar olmuşlar ve huzura ermişlerdir. Zira aklın çözemediği hâdiseler ancak hikmetle çözülür. Aklın acziyetini hikmetler telâfi eder.

Hazret-i Mevlânâ şöyle anlatır:

ÇIKMAZ SOKAKLAR

“Filozof kendi aklına göre hakkı bir türlü anlatır. Bu mevzudan bahseden birisi filozofun sözünü red ve tenkit eder. Başkaları çıkar, her ikisini de kınar. Bir başkası da; herkese bilgili olduğunu göstermek için, süslü lâflar eder, yırtınır durur. Duyanlar kendisini o köyün bilgili adamı sansın diye, her biri bu yolun izlerini söyler durur.”

“Hak olmayınca bâtıl meydana çıkmaz.

Doğru söz olmayınca, nasıl olur da yalan söz söylenir? O yalan, doğrudan kuvvet alır. Doğru diye ümide düşerler de o yüzden eğriyi alırlar. Zehiri şekere dökerler de öyle içerler.”

“Peygamberlerle alışveriş yapanlar kâr ettiler; onlar sayesinde kazançtadırlar.

Hâlbuki renk ve koku tacirleri (işin zâhirine kapılan filozoflar) görünüşe kapıldıkları, şekilde kaldıkları için çok çok zarara uğradılar.”

Aklın insan için yeterli bir mürşid olmadığının bir delili de; filozoflar ile peygamberler arasında, şahsiyet, ahlâk ve istikamet mukayesesi yapıldığında ortaya çıkar.

KENDİNE FAYDASI YOK!

Filozofların hiçbiri şahsiyet ve yaşayışıyla, insanlığa nümûne olamamıştır.

Meselâ;

Meşhur Aristo; onca ilim, akıl ve mantık müktesebâtına rağmen, İskender’in tekliflerine mağlûp oldu. O hırslı hükümdarın potasında şahsiyetini sıfırladı. Müteverrim felsefesi; tozlu rafların arasından gönüllere ulaşamadı, insanlığa huzur sağlamadı.

Aristo; ahlâk felsefesinin birtakım kanun ve kaidelerinin temelini atmış olmasına rağmen, vahyin rehberliğinden uzak olduğu için, onun felsefesine inanıp hayatına tatbik ederek saâdete kavuşmuş, tek bir kişi bile görmek mümkün değildir.

Yine Fârâbî’nin hayâlinde canlandırdığı; «erdemliler şehri ve ideal toplum»a dair fikirlerini ihtivâ eden en mühim eserinin bile, tatbik imkânı olamamış, o fikirler de, kitap satırlarından dışarıya çıkamamıştır.

Sayısız felsefecinin her biri tetkik edildiğinde; şahsî, ailevî ve içtimâî buhranlar içinde oldukları, asla çevrelerine hayırlı bir model olamadıkları görülecektir. Birçoğu ileri sürdükleri kendi prensiplerini dahî hayata geçirememiş, kendi kendisiyle dahî tenâkuza düşmüştür.

Birçoğu da bâtıl ideolojilerinin peşine düşen milyonların mazlumiyetine sebebiyet verdiler. Komünizm, liberalizm, kapitalizm gibi nice ideoloji; milyonların maddî yahut mânevî perişanlığına sebep oldu. Kimseye saâdet bahşetmedi.

Kendilerine dahî fayda verememiş bu şahısların, insanlığa verebilecekleri nedir? Hazret-i Mevlânâ bunu şu hikmetli hikâye ile anlatır:

BEDEVÎ ve FİLOZOF!

Bir bedevî, devesine iki büyük çuval yüklemiş, götürüyordu. Kendisi de iki çuvalın ortasına oturmuştu.

Yolda birisi onu söze tuttu. Bedevîye yurdunu sordu, onu konuşturdu. Bu soruşturma ile güzel sözler söyledi, hoş ifadelerde bulundu. Ondan sonra bedevîye dedi ki:

“–Bu iki çuvalda ne var, söyle bakalım?”

Bedevî;

“–Çuvalın birinde buğday, öbüründe kum var.” dedi.

Adam;

“–Ne diye kum yükledin?” diye hayretle sordu.

Bedevî;

“–Buğday çuvalı tek kalmasın, kum çuvalı ona denk olsun diye.” cevabını verdi.

Adam güldü ve şöyle dedi:

“–Akıllılık etseydin de buğdayın yarısını bu çuvala, yarısını da öbür çuvala koysaydın daha iyi olmaz mı idi? Hem çuval hafifleşirdi, hem devenin yükü azalırdı.”

Bunun üzerine bedevî;

“–Aferin ey akıllı ve hür fikirli filozof!” dedi fakat arkasından sordu:

“Böyle ince düşünce, böyle güzel görüşün varken sen nasıl oluyor da çıplak hâldesin, yaya yoruluyorsun?

Sende bu akıl, bu düşünce varken, sen ya vezirsin ya padişahsın. Kendini gizleme, doğru söyle…”

Filozof;

“–İkisi de değilim.” dedi. “Ben halktan biriyim, işte hâlime ve elbiseme bak da ne olduğumu anla!..” diyerek kıymetinin bilinmediğinden şikâyet etti.

Bedevî varlık ve kazanç nâmına ne sorduysa, menfî cevap aldı. Filozof günlük ihtiyacını dahî karşılayabilmekten âciz idi. İtiraf etti:

“–Yalınayak, çırılçıplak koşup duruyorum. Kim bir dilim ekmek verirse oraya gidiyorum. Bu fazîlet, bu hikmet ve bu hünerden ancak hayal ve baş ağrısı elde ettim!”

Bu sözler üzerine bedevî, şu sözlerle filozofu yanından kovdu:

“–Çekil yanımdan, benden uzaklaş da senin uğursuzluğun benim de başıma yağmasın, beni yoksul bırakmasın!

O uğursuz felsefeni benden uzak tut!

Benim bir çuvalımın kum, öbürünün buğday dolu olması; senin bu işe yaramaz felsefenden daha iyidir!

Benim ahmaklığım, pek kutlu bir ahmaklıktır. Gönlüm ilahî lütuflarla, mânevî azıklarla doludur. Canımda da Allah’tan çekinme ve O’nun emirlerine uyma isteği var.”

Bu kıssada, filozofun yoksulluğu ile anlatılmak istenen, kendisine dahî faydası olmayan sözde bir bilgeliktir.

Kendi yaşayışlarına; îman, sâlih amel ve güzel ahlâk gibi fazîletleri kazandıramayan sözde «akıl» ehli, basîret ve güzel yaşayış sahibi olan cahil halktan çok geridedir. Çünkü o sıradan halk; Cenâb-ı Hakk’a îman ve teslîmiyetten doğan firâset nûruyla ve az da olsa ilmiyle âmil olmasıyla, Hakk’a ve hakikate çok daha yakındır. Hâlinden şikâyetçi değil, mesuttur.

Mevlânâ Hazretleri, insanı gerçek saâdete kavuşturacak olan hakikate şöyle işaret buyurur:

“Unutma ki; tabiattan ve hayalden doğan felsefî düşünceler, celâl sahibi Allâh’ın nûrunun feyzinden doğan hikmet değildir. Sendeki dünyevî felsefe, ancak zannı ve şüpheyi artırır.

Unutma ki; ancak din hikmeti insanı göklerin üstüne çıkarır, ötelere yüceltir.

Yazık ki; âhirzamanın zeki filozofları ve iblis huylu bilginleri kendilerini önce gelenlerden üstün gördüler.

Onlar hileler öğrenerek ortaya atıldılar. Dîne aykırı fikirler ile Hak bilginlerini üzdüler. Onlar; ne akıl almaz işler ve düzenler peşinde koştular!

Asıl kâr ve mânevî kazanç iksiri olan sabrı, bağışlamayı, hoş görmeyi ve cömertliği yok ettiler.”

Hazret-i Mevlânâ, Cenâb-ı Hakk’a ve Hazret-i Peygamber’e olan sadâkatini şöyle ifade eder:

“Bu can tende durdukça, Kur’ân’ın bendesiyim ve Muhammedü’l-Muhtâr’ın yolunun toprağı, ayağının tozuyum.

Bu hakikatin dışında hakkımda söylenilenlerden de onları söyleyenlerden de bîzârım, yine bîzârım!”

“Akıl, Mustafâ’ya kurbân olsun!”

Ayrıca;

Mevlânâ Hazretleri; akıllarını Allâh’a ve Rasûlü’ne kurbân edemeyip de akıllarının putperesti olan filozoflara, «iblis huylu» demektedir.

İBLİS HUYU!

Çünkü;

İlk cidal, ilk aklî itiraz ve isyan; şeytanın kibre kapılıp da Allâh’ın emrine karşı çıkmasıdır. Onun aklı, onu ahmaklığa sürükledi. Allâh’ın emrini dinlemesine engel oldu. Secde ettirmedi.

Böylece İblis, Âdem’i küçümsedi ve kendisi büyüklendi. Bu uğurda Hazret-i Allâh’a bile âsî oldu.

Oysa aklı kullanmak; onu verene karşı nankörlük değil, itaat ve şükre sarılmaktır. Bunu idrâk edemeyen şeytan; Cenâb-ı Hakk’ın Âdem’e secde emrine karşı, O’nun verdiği akılla itiraz etti. Kendisine aklı veren kudrete karşı çıktı. Kibrinden dolayı da tevbe etmedi, helâk oldu gitti.

İşte aklın putperesti olan feylesofların âkıbeti!

İnsan için saâdetin yolunu gösteren ise, peygamberler ve Hak dostlarıdır. İnsan; aklını vahy-i ilâhî istikametinde kullanmak basîretini gösterirse, ancak bu şekilde huzura erişir.

Aklın böyle bir vasıta olma hakikatini Mevlânâ Hazretleri şöyle ifade eder:

“Çocuk aklı bile; «Kitapla meşgul ol!» der. Fakat çocuğun kendi kendine kitaptan bir şey öğrenmesi mümkün değildir.

Hastanın aklı da onu hekime çeker, götürür. Ama aklı kendisine ilâç olamaz.

Allâh’ın fazl u keremine her boşboğaz yol bulsa idi, Cenâb-ı Hak bu kadar peygamber gönderir miydi?”

Cenâb-ı Hak; bizleri ve nesillerimizi, aklına mağrur ve nefsine mağlûp olarak, saâdet-i dâreynden mahrum kalanlardan eylemesin!..

His ve fikirlerimizi, akıl ve kalbimizi, rızâsıyla te’lif buyursun.

Âmîn!..