TOY DUYGULAR!

YAZAR : M. Ali EŞMELİ seyri@seyri.com seyri@yuzaki.com

Bir lâf duydu; kan beynine sıçradı:

‒Gösteririm ben ona!

Sonra bir yanlışla karşılaştı; kocaman bir taş kaptı:

‒Senin kafanı patlatmak lâzım!

Sonra bir noksan gördü; yumdu gözünü, açtı ağzını:

‒Ne desem, hırsımı alamam!

Sonra hiç beklemediği bir hususta kalbi kırıldı; cılız bir bardak gibi çatladı:

‒Yazıklar olsun, bir daha mı, ömrü billâh!

Sonra yanlış anladı, ama gururundan bunu fark edemedi ve yine acı acı söylendi:

‒Ben mi yanlış anlamışım? Geldi ispat zamanı!

Sonra zannın kayığına bindi; dalgalar kabarınca hopladı:

‒Demiştim zaten, bütün bunlar kasıtlı!

Sonra bir de ağır imtihanlar peş peşe dizilince, patladı:

‒Niye hep ben?

Sonra haset küpü kabardı, taştı ve döküldü:

‒Niye hep o?

Sonra kötü fikirlere saplandı:

‒Bundan sonra yapacağımı biliyorum…

Sonra sert bir rüzgâr esti. Sarsılarak kızdı:

‒Ey fırtına, önüne ne çıksa söküp götürüyorsun. Neden içimdeki elemleri çekip almıyorsun?

Sonra her şey başına yığıldı sanki.

Sonra;

Bağrında cirit atan eğri duygulu fikirler, hissi zedelenmiş düşünceler ve sayısız vesveseler arasında boğuldu gitti. Bir türlü çıkamadı işin içinden. Kendisi mi çaresizdi, insanlar mı? Ne olursa olsun, o, yine de her yönüyle hep başkalarına yükleniyordu.

Her şeyi çözmek için;

Tam derin bir; «of» çekmişti ki, eğitim bülbülünü karşısında gördü. Baktı, suskundu. Hiç konuşmuyordu. O sular gibi şakıyan bülbülde bu defa hiç ses soluk yoktu. Sordu:

‒Ey bülbül! Niçin lâl oldun?

Yine ses gelmedi. Tekrar sordu:

‒Ey bülbül! Neden ağzını bıçak açmıyor bugün?

Yine ses yoktu. Bir daha sordu:

‒Ey bülbül! Hiçbir şey demeyecek misin?

Son sual üzerine bülbül dedi ki:

‒Her zaman olduğu gibi elbette bir şeyler demek istiyorum. Lâkin akıl ve gönül kapılarındaki kapıları kapalı görüyorum. Ne desem, idrakine yol açılmayacak sanki.

Şiddetli bir merak araya girdi:

‒Sen konuş hele!

‒Bilirsin; işe yaramayacak nasihate ruhsat yok! Âyette; «Nasihat et, eğer bir fayda olacaksa!» buyuruluyor.

O merak, artık şiddetli bir isteğe döndü:

‒Ey bülbül! Olması gerektiği şekilde dinleyeceğim, anlat haydi!

Eğitim bülbülü baktı;

İdrak ve şuur kapılarını biraz aralanmış gördü; «Şimdilik bu kadar kâfî!» diyerek başladı kelime kelime şakımaya:

“‒Ey beşer!

Sen dünyaya tertemiz geliyorsun.

Tertemiz, fakat her bakımdan âciz ve noksan. Geldiğinde, henüz hiçbir ilmin yok, kemâlin yok, tecrüben yok, âdeta aklın ve idrakin yok, sanki kalbin ve hissiyatın yok. Her biri yavaş yavaş devreye giriyor. Tabiî senin istek ve gayretin ne kadarsa.

Ancak unutma;

Ne öğrenir ve ne yaşarsan, cümlesinin başlangıcı, önce toyluk ve acemîlik!

Sonra;

Hiç bitmeyen noksanlıklar.

Ey insanoğlu!

Önce bilesin ki, ilmin merkezi akıldır.

Davranışın ağırlık merkezi ise, duygulardır.

İlim ve davranış, akıl ve duygular, hem birbirine bağlı, hem de tamamen bağımsız. Bilhassa duygular, herhangi bir davranışı insana kendi başına sergiletirken; kesinlikle akla, iradeye, ve hikmete göre hareket etmezler. Sadece kendi özellikleri içerisinde bir refleks ile fevrî davranışlar ortaya koyarlar.

Yani;

Duygularda her şey olur, akıl olmaz. Akıl olmadığı için, ilim de olmaz. İlim olmadığı için, elbette terazi de olmaz.

Bu durumda;

Kendi gerçeğini bilmeyerek hareket eden kimse, yani yalnız duyguları ile davranan bir kişi, akıldan da ilimden de mahrum demektir. Öyle ki; zihninde kütüphaneler dolusu bilgiler bile olsa, yine bu mahrumiyetin kıskacındadır. O kıskaçtan kurtulamaz. Şayet; duyguları ile hareket etme tuzağını başarı ile aşarsa, o zaman başka. Lâkin aşamaz ise, boğulur gider.

Buna ilâveten;

Bir de duygularının tecrübesi yoksa, o zaman bin kere daha eyvah! Çünkü ona, kim ne derse desin kâr etmez. Önüne çok güçlü ve ciltler dolusu ifadeler ve gerçekler, hattâ sayısız deliller ve en acı ibretler bile konulsa; yine de kendi refleksleriyle ve çalkantıları ile hareket eder zavallı. Böylece davranışlarında; ne kadar sakınsa da, yine bir sürü toy duyguların zebûnu olur.

Toy duygular!

Ah toy duygular!

Her insanın aldanmaya en yatkın olduğu en sinsi ve keskin tuzaklar. İnsanın yaşı 50’ye de gelse, 80’e de gelse, 100’ü de aşsa yine toy kalan duygular.

İşte bu duygular baş belâsı!

Fark et, ey beşer!

İnsanda yığınla tecrübe birikir yıllar içerisinde. O biriken tecrübeler, hem kendisini hem de çevresini iyice kuşatır. Yaşı ilerledikçe de bu durum, artarak devam eder. Hem aklı hem de kalbi, elde ettiği sayısız malûmatın müthiş bir dağarcığı olur. Fakat bir yanda bu olurken insan, diğer yanda ise nefsinde hep aynı kalan toyluğu artık göremez hâle gelir insan.

Olan olur.

Üstüne bir de; «Yığınla tecrübenin bulunduğu bir kimsede toyluk ne gezer?!.» düşüncesi, kendisi için ayrı bir girdap meydana getirir.

Yine olan olur.

Gafil ise, şunu bir türlü çözemez:

Bilgiyi, aslında aklı öğrenmiştir, duyguları değil. Hikmeti de kalbi tahsil etmiştir, duyguları değil. Dürüstlük ve doğruluğu da kezâ aklı öğrenmiştir, duyguları değil. Sahip olduğu inanç ve hakikatleri de yine aklı ve kalbi öğrenmiştir, kesinlikle nefsi ve duyguları değil. Güzel şahsiyetini de bağrındaki tevâzu ve vakar hâli inşa etmiştir, kibir ve gururla yoğrulmuş duyguları değil.

Yani, kişide ilmî ve kalbî ilerleyiş; insan yapısında cehâleti temsil eden duyguların mahareti değil, asâleti temsil eden basîret ve iradenin mârifetidir. Yoksa öğrenemediği ve bilemediği hususlarda duyguları, nasıl olur da biliyormuşçasına hareket edebilir? İnancı idrak edemeyen nefsâniyet, nasıl îmanlı davranabilir? İçinde akıl ve irade, gönül ve basîret olmayan bütün duygular, kendi başlarına âdeta îmansız bir kimsenin hâliyle aynı vaziyette değiller mi? Elbette aynı vaziyetteler. Bu yüzden davranışlarını, sırf toy duygularının eliyle gerçekleştiren kimse; sanki dinsiz ve îmansızmış gibi tavırlar sergiler durur.

İşte bu girdaptan kurtuluş için yüce Allah, insanoğluna irade denilen bir kuvvet ihsan etmiştir. Çünkü insan; tüm duygularını en rahat bir şekilde kontrol edebilme imkânına, ancak irade ile sahip olur.

Hâsılı;

Sırf duygularının elinde yaşayan bir kimse, sonunda perişan bir cehennem kütüğüne döner. Lâkin duygularını iradesinin elinde tutarak yaşayan kimse ise, ilâhî seyranlar içinde bir cennet tûbâsı olur. İşte bu vasıfta ve ancak irade elinde kıvam sergileyen tüm duygular, artık insanoğlu için en zeki aklın dahî yapamayacağı işleri bile yapabilecek çapta mükemmel ve sadâkatli işçiler gibidir.

Demek ki;

Yüce Allah bütün duyguları, insana; ancak iradenin elinde, o en olmazları bile gerçekleştirici bir işçilik yapması için vermiştir. Çünkü tam aklın da kestiremediği ve yapamayacağı nice işleri, insanoğlu; ancak o duyguları vasıtasıyla yapabilecektir. Meselâ her hakikatli annelik buna bağlıdır, her zirve fedâkârlık buna bağlıdır, Allah yolunda her gazilik ve şehâdet de buna bağlıdır. İrade emrinde bu gerçek duygular olmasa; annelik, fedâkârlık, gazilik ve şehidlik, daha nice meziyet ve fazîletler, asla birer hakikat olmazdı. O zaman insan, insan olmazdı.

Burada problem;

İnsanoğlunun, şahsiyet itibarıyla duygularının kontrolüne girip girmemesidir. Yoksa duygularını kendi kontrolünde tutan insanın çapı ve iş yapabilme kabiliyeti; özellikle çok bambaşka bir mahiyet, ihtişam ve müthişlik arz eder.

Tarih şahit!

İradenin elinde hareket eden duyguların sergilediği aşklar, kahramanlıklar, yiğitlikler ve fedâkârlıklar, ne muazzam destanlar yazdırmıştır. Fakat duyguların yönettiği boş hevesler ve hülyalar ise, insana en olmaz kötülükleri de ve en akıl almaz domuzlukları da kolayca yaptırmış ve onu rezil rüsvay etmiştir.

Dolayısıyla;

Tüm duygular, ne zaman kendi kendilerine kalsalar, yani başlarına buyruk hareket etseler; onlar, en yaşlı insanlarda bile her zaman ve her meselede sadece toydur, toydur, toydur. Yalnız iradenin elinde hariç. O elde zira duygular, asırlarca tecrübeler biriktirmiş, eline su dökülemez ve asla seviyesine de çıkılamaz derecede çok mahir birer usta, dev birer sanatkâr, yenilmez birer kahramandırlar ve her şeydirler.

Öyleyse;

Duygular, mutlaka yönetilmeye muhtaçtır.

Eğer onlar, güzel yönetilirse, iki dünyayı da hayran bırakırlar. Fakat yönetilmezlerse, âkıbet hüsran olur. Bu iş, tıpkı arabanın gazına benzer. Ona bastıktan sonra direksiyonu kendi başına bırakmak, ne kadar mantıklıdır? Herkes idrak eder ki, gaza dokunduktan sonra onu yönetmek şart. Aksi hâlde ortaya çıkan tablolar, her zaman şahit olduğumuz üzere sadece hazindir ve o denli acıdır ki, bütün yürekleri acıtır. Bir felâkettir ki, kime değerse, onu perişan eder!

Anla, ey insan!

Bize verilen hiçbir duygu, felâkete sürüklenelim diye verilmemiştir. Bilâkis kurtuluş yolunda bize enerji olsun, destek olsun ve bizi gece-gündüz coştursun, dipdiri tutsun diye verilmiştir.

Ne mutlu, bu idrak ile duygularını iradelerinin emrine verebilenlere!

Ne mutlu, iradelerini de Allah ve Peygamber’in kusursuz fermanlarına teslim edebilenlere!

Ne mutlu; nefsi tezkiye ederek aklında ilminin yüksek basîretine, iradesinde de duygularının kâmil bereketine mazhar olabilenlere!

Ne mutlu, bu mazhariyetle o müjdeler dolu ebedî neticelere imza atabilen bahtiyarlara!

Yâ Rab!

Nasîb et!

Âmîn!..”