HER NİMET BİR EMÂNETTİR

YAZAR : B. Cahit ÖZDEMİR bcahit@hotmail.com

b_c_ozdemir-yuzakidergisi-eylul2015

İnsan; «eşref-i mahlûkat» olarak, en yüksek değerle yaratılmıştır. Tabiî bu değer, onun «insanlık» keyfiyeti ve «ezel bezmi»nde verdiği söze uyma nisbetiyle tecellî eder. İnsan şahsiyetinin sahip olduğu bu kıvam; onun «âlâ-yı iliyyîn» ile «esfel-i sâfilîn» arasında lâyık olduğu mevkii belirleyecektir. Ahdine sadâkat, rûhâniyeti, «âlâ-yı illiyyîn»e kanatlandırırken; buna ihânet, onu «belhüm edâl» olarak aşağıların aşağısına kadar yuvarlayacaktır.

İnsanda, «gönül, kalp» adıyla anılan öyle bir cevher vardır ki; ona değerini veren de, bundan mahrum bırakan da ondaki muhtevâdır. İki cihan kendisi için yaratılan ve nazargâh-ı ilâhî olmakla şereflenen bu câzibe merkezini, Anadolu’muzun gönül sultanlarından Yûnus Emre, arı-duru Türkçesiyle şöyle değerlendirir:

Gönül Çalab’ın tahtı;
Çalab gönüle baktı.
İki cihan bedbahtı,
Kim gönül yıkar ise.

Hak dostları; Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in;

«Bir gönül yıkmanın, Kâbe’yi yıkmaktan yetmiş defa daha günah olduğu»nu buyurması çerçevesinde, bu cevhere pervâne olmuşlar; ömürlerini, onu mâmur etmeye adamışlardır.

Bir atasözünde;

“Gönül sırça kadehtir; kırılırsa yapılmaz.” ifadesi, gönlün bu hassâsiyetine bir atıftır. Bunu izah sadedinde, yakın devrin gönül ehlinden Sâmî Efendi -kuddise sirruhû- Hazretleri, bahis mevzuu hassâsiyeti;

“Kalb-i selîm, kimseyi incitmemek ve kimseden incinmemektir. Kimseyi incitmemek kolay, fakat başkasından incinmemek zordur. Asıl onun için gayret gösterilmelidir.” diye izah buyurur.

Şüphesiz, sonsuz nimetlerle ikram olunan insanın, bununla ilgili mes’ûliyeti de tabiîdir. Bu husus, Kur’ân-ı Kerim’de çeşitli vesilelerle şöyle beyan buyurulur:

“Sonra, yemin olsun ki; o gün (size verilen) her nimetten sorulacaksınız.” (et-Tekâsür, 8);

“Doğrusu, mallarınız ve çocuklarınız sizin için bir imtihandır.” (et-Teğâbün, 15);

“And olsun, mallarınız ve canlarınız konusunda imtihana çekileceksiniz…” (Âl-i İmrân, 186)…

Başta Peygamberân-ı izâm -aleyhimüsselâm- hazerâtı olmak üzere, Hak dostu sâlih kullar; kendilerine ihsan olunan nimetlerle olan imtihanlardan başarıyla geçerek, bu mertebeye olan liyâkatlerini ortaya koymuşlardır. Diğer taraftan, sahip oldukları nimetleri kendilerinin elde ettikleri vehmine kapılan bedbahtlar ise, esfel-i sâfilîne yuvarlanarak hayatlarını hüsranla kapatmışlardır.

Hazret-i İbrahim -aleyhisselâm-; malı, canı ve evlâdı ile olan imtihanı kazanıp; «Halîlullah» makamını hak etmiş; Hazret-i Hâcer Vâlidemiz ve oğlu Hazret-i İsmail -aleyhisselâm- ile birlikte cereyan eden teslîmiyet imtihanı safahâtı, temsilen İslâm ümmetine bir ibâdet olarak kalmıştır. Riyâset, saltanat ve zenginlik başta olmak üzere, bulduğu her nimeti Allah Teâlâ’dan bilen irfan ehli için bu nimetler; nefsin tatmini yolunda hakikatle aralarında bir perde değil; şükrünün edâsıyla, iki cihan saâdeti için bir vasıtadır. Dünyaya değil, Hakk’a hizmeti şiâr edinmiş gönül tabipleri, bu kemâlâtla temâyüz etmiştir.

Bu zevât-ı kiramdan İmâm-ı Âzam -rahmetullâhi aleyh- Hazretleri bir gün ders verirken, yanına gelen bir haberci;

«Kendisine ait kervanın soyulduğunu» bildirir. Mübârek İmam, kısa bir düşünmeden sonra;

“–Elhamdülillâh!” diyerek, dersine devam eder.

Biraz sonra aynı kişi tekrar gelerek;

«Getirdiği haberin yanlış olduğunu, soyulan kervanın kendisinin olmadığını» söyler.

İmam Hazretleri, tekrar kısa bir duraklamadan sonra, yine;

“–Elhamdülillâh!” diyerek dersine devam eder.

Talebeleri, bu iki ayrı hâl karşısındaki aynı davranışının sebebini sorduklarında; hocaları durumu şöyle açıklar:

“Kervanımın soyulduğu haberi gelince, kalbimi yokladım; soyulan malım için bir üzüntü hissetmediğimi anlayınca, şükrettim. Kervanımın soyulmadığı haberi gelince de, kalbimde bir sevinç hissetmediğimi anladığım için şükrettim.”

Diğer taraftan, Nemrut ve Firavun; ellerindeki saltanat ve zenginliği, Hazret-i Süleyman -aleyhisselâm- gibi, Allah Teâlâ’ya ve mahlûkātına hizmete vesile görecekleri yerde; -hâşâ- ilâhlık iddiasına cür’et ederek, en ağır hüsranlara dûçâr olmuşlardır. Kezâ Kārun, Bel‘am bin Baûra… gibi nefsine râm olmuş ilim ve servet sahibi birtakım hamâkat ehli de, bu nimetlerin asıl sahibini unutup, onları benlikleri için kullanarak aynı kötü âkıbete uğramışlardır. Yine; Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in;

“Şükrünü edâ edebileceğin az mal; edemeyeceğin çok maldan hayırlıdır.” îkazını anlayamayıp, zenginlik hırsına kapılan ve zengin olunca da, îkaz buyurulan mukadder âkıbete dûçâr olan Sâlebe de, bu bedbahtlar cümlesindendir.

Kendisine yapılan iyiliğin kadrini bilmek, minnettar olmak; insanın irfanına alâmettir. Bu münasebetle, sonsuz nimetler ihsan eden Allah Teâlâ’ya şükretmenin, insan için bir vazife olacağı tabiîdir. İlim ehli, insanın her nefeste; bir alırken, bir de verirken iki defa şükretmesi lâzım olduğunu belirtiyorlar. Bu acziyeti, Erzurumlu İbrahim Hakkı -kuddise sirruhû- Hazretleri;

“Sana hakkı ile şükredemedik yâ Meşkûr!” ifadesi ile dile getirir.

Nitekim, İmâm-ı Rabbânî -kuddise sirruhû- Hazretleri;

“Kendine nimet verilen kişinin, nimet verene aklen ve şer‘an şükretmesi vâcib (farz)dır.” (Mektûbât-i şerîf, c. 1, s. 71) buyurur.

Kur’ân-ı Kerim’de de bu hususun önemine şöyle işaret buyuruluyor:

“Hatırlayın ki Rabbiniz size şunu bildirmişti: «(Yüceliğim hakkı için) şükrederseniz, elbette size (nimetimi) artırırım ve eğer nankörlük ederseniz, hiç şüphesiz azabım çok şiddetlidir.»” (İbrâhîm, 7)

Her nimetin şükrü kendi cinsinden olup; o nimeti, onu ihsan eden Allah Teâlâ’nın yolunda ve O’nun rızâsına uygun olarak kullanmakla edâ edilir. İnsan en başta, Hak katında ve mahlûkat arasında kendi değerini belirleyen gönül âlemini, Allah Teâlâ’nın rızâsını kazanacak kıvâma getirmekle, bu nimetin şükrünü ifâ etmekle mükelleftir.

Makam-mevkî, mal, servet, evlât, sağlık-afiyet, zaman… gibi sahip olunan bütün değerler; Allah Teâlâ’nın, bu fânî âlemde geçici olarak ihsan ettiği nimetlerdir. İnsana düşen; bu emânetlerin hakkını vermek, onları asıl sahibinin rızâsı istikametinde kullanarak, şükrünü edâ edebilmektir. İki cihan saâdetinin yolu da budur. Gönül ehli;

«Servetin kalpte değil, kasada tutulmasını» tavsiye buyuruyorlar. Ancak kasada tutulan servete hükmedilebilir; kalpteki servetin ise esiri olunur. Nitekim çevremizde; her iki durumun sonuçları; hüsrana dûçâr olan bedbahtlar ve saâdet ufuklarına kanatlanan bahtiyarlar sıklıkla görülebiliyor. Bu cümleden olarak; Sultan Üçüncü Murad Han; hazin âkıbetlerden kurtulmak, rûha çöken gafleti dağıtmak için şöyle niyaz ediyor:
Bu dünya fânîdir, sakın aldanma!
Mağrur olup, tâc u tahta dayanma!
Yedi iklim, benim deyû güvenme!
Uyan ey gözlerim, gafletten uyan!
Uyan, uykusu çok gözlerim uyan!