RIZIK DERDİYLE…

YAZAR : H. Kübra ERGİN hkubraergin@hotmail.com

h_k_ergin-yuzakidergisi-eylul2015

Allah Teâlâ bir âyet-i kerîmede; îmân edenlere hükümlerini bildirdikten sonra;

“…Bu size söylenenleri duydunuz, bu (hükümlerle) Allâh’a ve âhiret gününe îmân eden kimselere öğüt verilir.

Allah, kendisinden korkan ve karşı gelmekten sakınan kimseye;

-Kurtuluş yolu sağlar,

-Ona beklemediği yerden rızık verir.

Allâh’a tevekkül eden kimseye O yeter.

Allah, buyruğunu yerine getirendir…” (et-Talâk, 2-3) buyuruyor.

Bu âyet-i kerîme her ne kadar siyak ve sibak yönünden aile hukukuna dair görünse de, Allâh’ın hükümlerine uymakta takvâlı olmaya dikkat edenler ve Allâh’a tevekkül edenler için yardım va‘dinin umumî olduğunu kabul etmek mümkündür.

İnsanları umumî olarak en çok endişelendiren meseledir bu: Acaba;

“Allâh’ın emirlerine uymayı öncelerken dünyevî bakımdan mahrum kalır mıyız? Takvâlı olmaya çalışırken köşeye sıkışır, çaresizliğe düşer miyiz?”

İnsanoğlu bu korkularla sadece takvâ çizgisinin değil bazen fetvâ sınırlarının da dışına taşar hattâ kötülüklere bulaşır. Allah Teâlâ, şeytanın dürttüğü bu korkulara karşı emniyet va‘dediyor;

“Şeytan, sizi yoksullukla korkutup çirkin işlere teşvik ediyor. Allah ise, kendi katından bir bağışlama ve fazla bir kâr va‘dediyor. Allâh’ın gücü geniş, ilmi çoktur.” (el-Bakara, 268)

Zamanımızda mü’minler hem fert, hem cemiyet olarak hep aynı şüphe ve tereddüdün sancısı içinde kıvranıyor. Hepimiz şeytanî dürtüler ile bulanıklaşan iç dünyamızda Allâh’a tevekkül etmenin verdiği dinginlik ve berraklığı hâkim kılmanın savaşını veriyoruz.

Îman kelimesinin bir mânâsı da «güvenmek, emniyet içinde olmak». Hakkıyla Allâh’a îmân ettiğimiz zaman kudreti sonsuz olan bir Zât’ın verdiği garanti ile huzur ve sekînet içinde olmamız gerekiyor. Ancak bu bize neredeyse Hazret-i İbrahim -aleyhisselâm-’ın öz evlâdının boğazına bıçak çalması kadar zor geliyor.

Elbette bunda içinde yaşadığımız şartların da etkisi var. Bir sosyal-psikoloji testi yapılmış; bir grup insana belli bir adrese gitmeleri söylenmiş. O adrese meselâ sağdan giderek ulaşabilecek. Ancak çıktıklarında çok sayıda kişinin soldan gittiklerini gördükleri için birçok kişi sol tarafa sapmış. Deney farklı şekillerde düzenlenmiş ve görülmüş ki; adresi tam bilmeyenlerin üçte ikisi, araştırmak yerine çoğunluğa uyup yanlış yönden giderken, adresi bilenlerle yapılan bir başka deney grubunda da, insanların üçte biri sağdan gitmenin doğru olduğunu kesin bildikleri hâlde çoğunluğa uyarak yanlış yönde gitmişler.

Kısacası insanların çoğunluğa uyarak tercih yapma eğilimi, kendi aklını ve bilgilerini kullanmayı bir yana bıraktıracak kadar güçlü. Hâlbuki Allah Teâlâ çoğunluğa uymanın güvenli bir yol olmadığını bildiriyor ve;

“Yeryüzünde olanların çoğunluğuna uyacak olursan, seni Allâh’ın yolundan şaşırtıp-saptırırlar. Onlar ancak zanna uyarlar ve onlar ancak tahminde bulunup yalan söylerler.” (el-En‘am, 116) buyuruyor.

Öyleyse bizim mutlaka çoğunluğun uyduğu dünya görüşünü ve eğitim felsefesini kendi süzgecimizden geçirmemiz gerekiyor. Bugün eğitim felsefesi, maddiyatı ve benliği temele koyan değerler hiyerarşisini esas alıyor. İhtiyaçlar hiyerarşisini ortaya koymasıyla tanınan Maslow; insanın önce yiyecek ve güvenlik gibi temel ihtiyaçları için çalışıp çabalayacağını, sonra kendini sevdirme, takdir toplama ve en nihayet kendi kabiliyetlerini gerçekleştirerek ulaşabileceği zirveye ulaşmak isteyeceğini söylüyor. Bu değerler arasında; «İnsanın yaratılış gayesi» diye bir madde zaten bulunmuyor. Ateist düşünürlerin ileri sürdüğü; «Hayatın, verili bir anlamı yoktur. İnsan kendisine neyi gaye seçerse hayatın gayesi odur.» iddiası üzerine kurulmuş bir teori. Tam da âyette belirtildiği gibi; bu iddia ve teori kesin bir bilgiye dayanmıyor, zan ve tahmin olarak ileri sürülüyor.

Yine bu teoriyi ileri sürenler; «Yaratan rızkını da ezelde takdir eder ve verir.» gibi bir inanç ve güven içinde olmadığından; «İnsan kendi ihtiyaçlarını kendisi temin eder.» kabulüyle evvelâ maddî ihtiyaçlar için çalışmayı norm olarak ortaya koyuyor. Şayet maddî ihtiyaçların temininden zaman kalırsa, bir nevi âhirzaman mâneviyâtı yerinde, bazı hobilerle, sanat çalışmalarıyla, sosyal faaliyetlerle kendini gerçekleştirmenin insanın duygularını tatmin edip huzura erdireceği ileri sürülüyor.

Aslında dikkat edersek sosyal medya da tam bu anlayışın ortaya çıkardığı ihtiyacı karşılıyor. Gün boyunca maîşetini kazanmak için masa başında oturmak zorunda olan yığınlara; küçük küçük sosyalleşme tecrübesi yaşatarak, bir şeyler paylaşma, fikirlere taraf olma veya yorumda bulunma imkânı sunuyor. Hem maddî ihtiyaçlarını gidermek için çalıştığından dolayı, uzun vâdeli, fedâkârlık isteyen bir bağlılık duyamayacak olan modern insana, bir tıklama ile insanî münasebet kurma fırsatı veriyor. Uğruna büyük fedâkârlık yapmadan, sadece iletmek sûretiyle bir şeylere taraf olmayı mümkün kılıyor. Bedeniyle bedeninin ihtiyaçları için iş yerinde duran, aklı ve gönlüyle de sanal dünyada küçük kaçamaklar yaşayıp kendini avutan insan modeli…

Peki, buna mukābil İslâm’ın insandan istediği hayat tarzı nedir? Aynı modern hayat tarzı içinde yaşarken, birkaç kere işe ara verip kalbini meşguliyetlerden arındırmaya bile fırsat bulmadan namaz kılmak yeterli mi?

Dünyadaki onca haksızlık karşısında hiçbir şey yapamayıp sadece üzücü haberleri iletmek, acıyı paylaşmak… Belki batıda yetişip iş-güç sahibi olmuş nice genç müslüman göçmenin Orta Doğu’ya savaşmaya gelmesinin sebebi de bu… Müslüman gençlere, kendi dinlerini gereği gibi yaşamalarına uygun eğitim ve iş fırsatlarını sunabiliyor muyuz? Meselâ dinleri için kan dökmek yerine, tebliğ yaparak gönüller fethedebilecekleri bir eğitim ve hizmet sistemlerini kurabiliyor muyuz?

Belki cihadist-terörist deyip geçtiği kişilerin birçoğu; günahla iç içe, göz göze, yan yana yaşamanın vicdanlarındaki yükünden temizlenerek bir an önce kurtulmak istiyor. İnandığı gibi yaşayamıyor, yaşadığı gibi inanmak da istemiyor. Peki; bizim kendi medeniyetimizi kurup, hem maddî ve mânevî ihtiyaçlarımızı kendi inancımıza göre temin edebilmemize imkân sağlanıyor mu?

Elbette insan beden ve ruhtan müteşekkil bir varlık. Bedenimiz ihtiyaçlarını istemekte daha arsız, daha sabırsız. Allah Teâlâ Kureyş Sûresi’nde, «Beyt»inin yanına yerleşip hizmetlerini gören İsmail oğullarına, nimetlerini hatırlatıyor ve;

“Kureyş’e imkân sağlandığı için;

Kışın ve yazın yolculuk etme imkânı sağlandığı için; hiç olmazsa onun için bu Beyt’in (Kabe’nin) Rabbine kulluk etsinler! Ki O kendilerini açlıktan doyurdu ve onları korkudan emin kıldı.” (el-Kureyş, 1-4) buyuruyor.

Yine başka âyetlerde;

“Biz onları, kendi katımızdan bir rızık olarak her şeyin ürünlerinin toplanıp getirildiği, güvenli, dokunulmaz bir yere yerleştirmedik mi?” (el-Kasas, 28/57);

“Çevrelerinde insanlar kapılıp götürülürken bizim -Mekke’yi- güvenli, dokunulmaz bir yer yaptığımızı görmediler mi?” (el-Ankebût, 29/67) meâlindeki âyetlerle, âdeta Rabbimiz;

“Ben sizin ihtiyaçlarını gideriyorum, öyleyse siz de dînime hizmet etmekte öncüler olmak için gerekli imkâna sahip olduğunuzu görün.” buyuruyor.

Allah Teâlâ, Kureyş kabîlesinin şahsında Millet-i İbrahim’e uyan herkese büyük bir vaadde bulunuyor;

“Allah -Zülcelâl- Beyt’ine hizmet edene, o ekin bitmez vadide bile rızıklar gönderiyor; öyleyse Allâh’a tevekkül edin, endişeye kapılmayın.”

Gerçekten de Allah Teâlâ her devirde bu topraklara rızık göndermek için vesileler halk etmiştir. Eğer bizler de Hazret-i İbrahim ve Hazret-i İsmail gibi teslim olursak ve neslimizin; «Müttakîlerin imamı olması» (el-Furkān, 74) duâsı ve niyetiyle hareket edersek rızık konusunda bir sıkıntı yaşanmayacaktır.

İnsan sırf dînî ilimlerle meşgul olurken bile gayesi; sırf dünyevî istikbal olursa, bununla feyizli ve tesirli bir din hizmeti yapması mümkün olmamaktadır. Bu sebeple bizler evlâtlarımızın gerek meslek edinmesinde, gerek mânevî bilgi ve kültür edinmesinde; dünya kazancını değil, kendi medeniyetimizi kurmanın ve yükseltmenin derdinde olmalıyız. Evlâtlarımız hangi mesleği edinirse edinsin, dînî ilimleri de ihlâslı bir niyetle öğrenmesi ve ibâdetlerine alışması için bir derdimiz olmalı…