DUT AĞACI

YAZAR : Hakkı ŞENER sairimam01@hotmail.com

h_sener-yuzakidergisi-eylul2015

Ramazan ayının son günleriydi…

Her bir taşını, ağacını; karınca misali birer birer taşıyıp, sevgiyle, emekle inşa ettiği evinin bir odasında hareketsiz ve sessiz yatıyordu.

İki yıldır rahatsızdı. Ancak evinde içeri dışarı girip çıkıyor, uzaklara gidemiyordu. Evin önünde bir tahta divanı vardı. Üzerine oturur, köyü çevreleyen dağları, yamaçları, uzaklardan görünen tarlaları uzun uzun seyreder, bazen iç geçirir; saatlerce burada oturduğu olurdu. Yoldan gelip geçen olursa selâmlaşıp hâl-hatır soruşurlardı.

O tahta divanın üzerinde karşıları seyrederken, kim bilir neler düşünürdü. Dağlarda adım atmadığı, ayağının değmediği yer yoktur belki. Kış-yaz çobanlık yapardı. Bazen öyle kar yağardı ki, batsan çıkamazsın adam boyu… Ayağını basacak kara yer bulmak mümkün değil. Ateş yakar, karı eritip suyuyla abdestini alır, kar üzerinde namazını kılardı. Ne soğuk, ne sıcak, ne de iş telâşı onu namazından alıkoyamazdı. Yamaçlarda tarlaları vardı. Kara sabanla çift sürer, ekin ekerdi. Bütün kazancı; alın teri, bilek zoruydu. Bu zorluklar içerisinde yedi evlât büyütmüş; her birisi memleketin bir yerine dağılmış, kimi memur kimi işçi her biri ev-yurt sahibi olmuştu. Kuş misali birer birer yuvadan uçurmuştu hepsini. Yanında hizmetini gören, sabah-akşam hep görüştükleri bir oğlu kalmıştı, Cumali. Zaten bir onu tanır olmuştu son zamanlarında. Başkaları yanına geldiğinde, bir aralık tanır gibi olsa da az sonra unuturdu kim olduklarını. Artık o tahta divanın üzeri boştu, çıkıp oturmaz olmuştu üzerine.

Yemeyi de kesmişti artık, sadece su istiyordu. Gelen-giden, dost-akraba bildiklerince; Kur’ân okuyorlardı yanında. Yerinden doğrulup namaz kılamasa da bir tesbihi vardı elinde, gözleri kapalı, dudaklar kıpır kıpır sürekli zikir ederdi. Çok uzun zaman önce almış olduğu virdini hiç bırakmadı.

Kendini iyi hissettiği günlerden birinde, Cumali’ye demiş ki:

“Oğlum çoktandır Cuma’ya gidemedim. Seninle bir yıkanalım, temizlenelim. Beraber gidip en ön safta bir Cuma namazı kılalım.”

Uzaklarda olan oğullarından Ahmet; bayram yaklaşıyor diye izine çıkıp, eşiyle birlikte yengesini de alarak köye gelmişti. Babası; suyu da istemez olmuştu, ama henüz yaşıyordu. Annesi ve ağabeyi ile biraz hasbıhâl ettikten sonra, Cumali dedi ki:

“–Kardeşim, babamız sağlığında şöyle bir şey söylemişti:

«Ben öldüğümde mezarıma menşei belli olmayan şüpheli bir şey koymayın. Şu dut ağacının fidanını kendi alın terimle kazandığım parayla aldım. Bunu kesip mezarıma tahta yaparsınız.» Emr-i Hak vâkî olup başımız telâşeye düşmeden, ben bu dutu kesip hazır edeyim, ne olur ne olmaz…”

Cumali; bazı dalları kardan, fırtınadan kırılmış ancak gövdesi ve bir-iki dalı sağlam olan dut ağacının yanına geldi. Yola doğru uzanan dala baltayı vurduğu an, içeriden seslendiler:

“Ağabey, babamıza bir şey oldu!”

Az sonra;

“Tamam geçti!” dediler. Cumali, motoru çalıştırıp dutun gövdesini kesmeye başladı.

Bir kaç gündür sudan başka bir şey istemiyordu. Son zamanlarda onu da istemez olmuştu. Bu gün zemzem suyu verdiler birkaç damla, onu reddetmedi. Baş ucunda Kur’ân okuyorlardı. Tesbihi hâlen avucunda, dudaklarını zemzemle ıslatıyorlar ve alnı terliyordu. Cumali, dutun gövdesini kesti ve dutun devrilip yere düşme sesi duyulurken o da son nefesini veriyordu!

Babaları yoktu artık! Dolanıp gölgesine sığındıkları ulu çınar, devrilmişti. O an; Mehmet, Cumali ve Ahmet, annelerinin yüzüne baktılar; «Baba!» diye seslenecekleri biri kalmamıştı, birbirine sarılmış üç yetimdiler.

İmam İsmail; öğle namazını kıldırmış, eve gelmişti. Her gün olduğu gibi köyüne telefon edip ağabeyi ile konuştu;

“–Kardeşim, yeni bir şey yok, görevine devam et, ortalık Ramazan, senin görevinin başında olman lâzım.” dediler.

Hava sıcak olduğundan dışarı çıkılacak gibi değil, evde istirahat ediyordu. Vakit ikindiye yaklaşırken telefonu çaldı, arayan Ahmet idi;

“–Ağabey, lâfı uzatmaya gerek yok. Babamızı kaybettik!” dedi. Babasının yaşlı, biraz da rahatsız olduğunu bilen İsmail, her ne kadar iki senedir bu haberi duymaya kendini hazırlamaya çalışsa da gözleri doldu, burun direğinin sızladığını hissetti ve gözlerinden akan yaşlarla birlikte;

«İnnâ lillâhi ve innâ ileyhi râciûn.» diyebildi.

Günlerden Perşembe, Ramazan Bayramı arefesiydi. Biraz da şair olan İmam İsmail’in dilinden dökülen ilk sözler şunlar oldu:

Babamın ön adı Cuma’ydı Cuma,
Tecellî ki yarın günlerden Cuma.
Gurbet elde yetim kaldım bu sene,
Bir günden az kalmış iken bayrama…

Kalkıp hazırlanarak dışarı çıktı, önce dairesini arayıp durumu haber verdi, izin aldı. Sonra memleketine gidebilmek için uçak bileti soruşturdu. Akşam saat dokuzda bilet bulabildi. Eşi ve çocukları, çok önce gitmiş olduklarından gurbette yalnızdı. Acı haberi alıncaya kadar pek önemsemiyordu ama işte şimdi gurbetlik dokunmuştu doğrusu.

İkindi namazını camisinde kıldırıp cemaatiyle haberi paylaştıktan sonra eve gelerek; aklının erdiği, elinin yettiğince hazırlanıp yola çıktı. Havaalanına varıp uçak saatini beklemeye başladı. Tam iftar saatinde alelacele iftarını yapıp uçağa bindi. Biraz sonra uçak havalandı, artık gidiyordu. Etrafında olup bitenden habersiz, hayallere dalmıştı.

Bir bayram günü, köye geldiklerinde babasıyla sohbet ederken, babası;

“–Oğlum ne zaman yola çıktınız?” diye sorduğunda;

“–Bayram namazını kıldırdım, öğleye doğru yola çıktık.” diye cevap verince, bayramın ikinci günü akşam sırası eve gelen oğluna;

“–Oğlum! «Baban öldü!» diye duysan sen gelene kadar ben kokarım.” demiş, o da;

“–Babacığım! O zaman şimdiden hakkını helâl et! Ne olur ne olmaz…” diyerek şakalaşmışlar, babası;

“–Kat kat helâl olsun! Mevlâ’m; «Kandım!» diyene kadar sizden râzı olsun…” diyerek mukabele etmişti.”

Sık sık helâlleşirlerdi.

“Yerden göğe kadar helâl olsun!” derdi hep. Hatırladığı en küçük yaşından son günlerine kadar ne varsa bir bir gözünün önünden geçti gitti. En çok da o bayram günü yaptıkları konuşma takıldı aklına. Yine bayram günüydü amma babasının dediği gibi olmuştu;

“Baban öldü!” demişlerdi ve gidiyordu…

Biraz sonra uçak, Adana havaalanına iniş yaptı. Adana’da daha önce İstanbul’dan hareket etmiş olan yeğeniyle buluştular. Gece on bir buçuk arabasıyla Kozan’a geçtiler. Oradan da kendilerini karşılamaya gelen Ahmet ve diğer yeğeniyle birlikte Saimbeyli’ye doğru hareket ettiler. Gece saat üç sıralarında Çatak Köyü’ne varabildiler.

Perşembe günü ölüm haberi duyulunca; akrabalar-dostlar, birer ikişer gelmeye başladılar. Hem acılarını paylaşmak, hem;

«Ne yapabiliriz? Yardımcı olalım!» düşüncesiyle istişâre maksatlı gelen gençler, Cumali’ye;

«Ağabey, mezar yeri belli mi, birilerine söylediniz mi; ne yapalım, kimi çağıralım?» yollu sual ederken; mevsimin yaz, toprağın kuru olması, bir de Ramazan dolayısıyla, işin zor olacağı düşüncesiyle gençlerden biri diyor ki:

“–Ağabey falanca kişiye de seslenelim!”

Orada bulunan gençlerden biri hemen müdahale ediyor;

“–Arkadaş! Ömer Amcamızın kabrini kazmaya, oruç tutmayan bir adamı çağırmak ona saygısızlık olur. Biz yaparız, merak etmeyin!” diyor.

Bayram sabahı, camide sabah namazı kılındı, ardından imam efendinin sohbeti… vakit gelince bayram namazı kılındı. Namaz sonrası, bütün köylü sıraya girip bayramlaştılar. Cami ağzına kadar doluydu. Eski camiye ilâve bir o kadar daha yapılmış olmasına rağmen, neredeyse cemaatin bir kısmı dışarıda kalıyor. Her gelen;

“Bayramınız mübârek olsun, başınız sağ olsun!” diyordu. Öyle bir hâl ki, sanki önüne bir tabak bal koymuşlar, içine de biber atmışlar. Hayat böyle bir şey, acı da tatlı da bir arada.

Saat dokuz sıraları; Cuma Ömer Amca, acı-tatlı hâtıralarıyla dolu dünya evinden bir daha dönmemek üzere ayrılıyordu. Geride altmış seneden fazla birlikte yaşadığı; bir an bile ayrılmadığı eşi, çocukları ve sevenlerini bırakarak ebedî âleme gidiyordu.

Cenazeyi evden alıp gasilhâneye getirdiler. Köyün imamı, kendi oğlu imam İsmail ve diğer oğlu Mehmet, birlikte yıkayıp hazırladılar. İsmail’in zaman zaman gözleri doluyor, o bayram günü konuştuklarını hatırlıyor. İçinden;

«Baba, bak geldim!» diyordu.

Namaz için belirlenen saat geldiğinde, bütün köy oradaydı sanki. Hattâ civar köylerden duyan dostları, tâ uzaklardaki akrabaları da çıkıp gelmişlerdi. Belki de o güne kadar böyle kalabalık bir cenaze merasimi olmamıştır. Belki hem bayram hem de Cuma olması da bunda etkiliydi. Ancak gelen herkesin, tâziyelerini belirtirken;

«Babanız gibisi çok zor gelir!» demesi oğullarının bir yandan teselli olmasına, bir yandan da;

«Acep onun yerini doldurabilir miyiz?» sorusunu kendilerine sormalarına sebep oluyordu.

O kalabalık cemaatin önüne tabut yerleştirildi. Günlerden hem Cuma, hem de bayram. Cumali’ye demişti ya;

“Oğlum hazırlanır gideriz, en önde bir Cuma namazı kılarız.” diye… Evet öndeydi işte! Ama imamın da önünde…

Yıllar yılı emek verip okuttuğu, umut bağladığı, zaman zaman sohbet ettiği, sohbetini dinlemeyi çok sevdiği; mihrapta-minberde gördüğü zaman, sevincini; «Elhamdülillâh!» diyerek ifade ettiği oğlu İmam İsmail, yine görev başındaydı. Önce helâllik aldırdı, sonra;

«Allah için salâta, Rasûlullah için salevâta, meyyit için duâya, er kişi niyetine!» diyerek babasının cenaze namazını kıldırdı.

Biraz sonra dostların omzunda yola çıkan Cuma Ömer Amca; oğulları Cumali ve İsmail Hakkı’nın kollarında, dut ağacından kesilen tahtaların arkasında Cuma namazından önce istirahate çekildi.

Gidenin yeri dolmuyor, hatırlandıkça ince ince bir sızı çöküyor insanın yüreğine. Ve imam İsmail Hakkı acısını mısralarla paylaşmaya başlıyor:

Toplandık sılaya bayram sabahı,
Koydu sînemizi derde babamız…
Durup dinlemedi «ah»ı, «eyvah»ı,
Mekân kurdu kara yerde babamız…

Serin yaylaların yıkık damları,
Cana koydu kederleri, gamları,
Kıraç tarlamızın kızılçamları,
Deyin bana; «Hani nerde babamız?»

Ekin tarlamızın tozludur yolu,
Harmanın kıyında bir kara çalı,
Hasreti gönlümde, gözlerim dolu
Hayalimde perde perde babamız…

* Tüm geçmişlerimiz için üç İhlâs bir Fâtiha…