«SAVM»

YAZAR : Mustafa Asım KÜÇÜKAŞCI tali@yuzaki.com

Oruç, Türkçemize Farsça (rûz, gün) kelimesinden geçmiş. Kur’ân lisânında ise «savm, sıyâm»dır oruç.

Savm kelimesine edebî bir yaklaşımdan başka bir gayesi olmayan bir usûlle, bu kelimenin her harfiyle başlayan kavramlarla, orucu anlatmayı deneyelim:

Oruç,

Sabır Vakar Metânettir…

Oruç tek kelimeyle sabırdır.

Nefsimizin doymak bilmez açlığına karşı sabır…

Damarımıza basan, öfkelendiren tahrik edicilere karşı sabır…

Sabır, ağırlık kazandırır bize. Mânevî bir ağırlık, vakar. Çünkü;

“Kanaat eden hürdür.” (Hazret-i Ali) Nefsinden de, kendini satın almak isteyenlerden de. Şeytan olsun, tâğut olsun Rabbü’l-Âlemîn’den gayrı, efendilik iddia eden herkesten hür ve vakur…

Hayatın hızını kesen bir ağırlık, bir yavaşlık da vardır orucun tabiatında. Sabır bir açıdan pasif direniştir. Dünya hayatını, kesintisiz bir mide ve uçkur yarışı hâlinde göstermeye çalışanlara karşı frendir.

Bunlar sabır gibi metanet de ister. Metanetin sabırdan farkı, duruştur. Vakarı tamamlayan bir duruş. Oruçlunun boynu Hakk’a bükük, fakat ağyâra diktir. Çünkü onun açlığı, irâdî bir açlıktır. Eğilip bükülmeyen sağlamlık…

Oruç;

Sıdk Vicdan Merhamettir.

Rabbimiz’in; “Âdemoğlu’nun her ameli kendinindir. Yalnız oruç müstesnâ. Çünkü o Benim’dir. Onun mükâfatını verecek olan Ben’im.” (Buhârî, Savm, 2, 9; Müslim, Sıyâm, 162) meâlindeki kudsî hadiste de ifade buyurduğu gibi, oruç kulun, Allâh’a sıdk u sadâkatinin en güzel ifadesidir. Oruç tutan kişi, istese kimseye hissettirmeden orucunu bozabilir. En çok Allah ile kul arasında sır kalabilen, en azından sır tutulabilen bir ibâdettir. Yaman Dede; ailesine müslüman olduğunu açıklamadan önce, yıllarca gizlice oruç tutmuş. Çünkü bu ibâdette başkalarının hissetmesi / görmesi problemi asgarîdir.

Oruç, sadâkat testidir. İnsan için en temel ihtiyaçlar olan yemek, içmek ilâhî bir takvimle yasaklanır. Kul; “Evet, Rabbimiz’sin!” ahdine sadâkatini böyle gösterir. Allâh’ın emirlerini “tarihselcilik” ve benzeri inkâr usûlleriyle sorgulayanlar gibi yapmaz oruçlu. «Yeme!» dediyse yemez. «İçme!» dediyse içmez. Çünkü o; “Rabbim Allah!” derken sâdıktır, doğrudur, dürüsttür, müstakîmdir. Bu sadâkati hayatın geri kalanına taşıyabilirse, işte orucun en büyük hikmeti tecellî etmiş olacaktır. Bir yudum suyla bile orucun bozulmamasını önemsediği gibi, bir zerre haram ile, bir lokma şüpheli ile ahdinin bozulmamasını da dert edinecektir.

Vicdan da insanın kendi kendine kaldığındaki doğruluğu, kendine karşı dürüstlüğü değil midir? Vicdanında eşyaya, gıdaya, nefse değil, Hakk’a karşı kul olduğunu en iyi hissedeceği, acziyetini en anlayacağı ibâdettir, oruç. Oruç, vicdanda tutulur. Böylece vicdanında merhamet hakka’l-yakîn gelişecektir. Çünkü bir süreliğine kendi acziyetini tatmak, insana âcizleri anlatır. Onlara merhameti galeyâna gelir.

Oruç ile infak böylece kardeş olur. Orucu tek başına tutar, mü’min; iftarı kardeşleriyle yapar. Çünkü tek başına oruç tutarken, diğer aç kardeşleriyle vicdânî bir bağ kurmuştur.

Oruç; yememek, yani nefse harcamamak tâlimidir. Güçlenen vicdan ve merhamet ile, imkânların muhtaçlara, kardeşlere, akrabalara… sarf edilebilmesinin önü açılır.

Oruç;

Sıhhat Vecd Muhabbettir.

Orucun sıhhatle, ruh ve beden sağlığıyla münasebeti, meşhur hadîs-i şerîfin beyanıyla sabittir. Aynı şekilde sıhhatin büyük ölçüde, yeme-içmeyle alâkası da Mukavkıs’ın gönderdiği doktor Medine’de işsiz kalınca, Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-’ın, ona söylediği şu ifadede kendini gösterir:

“–Ailenin yanına dönebilirsin. Çünkü biz acıkmadıkça yemeyen bir kavmiz. Yediğimiz zaman da doyuncaya kadar yemeyiz.” (Halebî, İnsânu’l-Uyûn, III, 299)

Bu konuda orucu da doğru değerlendirebildiğimiz söylenemez. Değerlendirebilsek, kulluk vecdimiz artardı. Çünkü bedenin dünyevî alâkaları azaldıkça, rûhun istîdatları inkişaf eder.

Bu konuda İslâm dışında; Hind, Yunan ve Câhiliyye’de bile açlığın rûhânî, aklî melekelere kuvvetlendirici katkısı biliniyordu. Fakat Allâh’a kulluk için aç kalan kişide «ilâhî vecd ve istiğrak» artar. Muhabbetullah artar. Muhabbetin süflî adreslerden kurtulması tecellî eder.

Yani nefsânî arzuları dizginlerken bile, nefsin meseleyi bulandırma ihtimali vardır. Günümüzün bazı diyet, sağlıklı hayat, meditasyon ve benzeri çalışmalarında neredeyse gizli bir beden tapıcılığı, fânîliğe isyan, yaşlandırıcı ve ölüme yaklaştırıcı kadere kafa tutuş vardır. Kanseri «yenmiş» sanatçı (!) mülâkatlarında bu sırıtır.

Oruçta sıhhat gaye değil, ikramdır. Oruç tutup sıhhat bulan mü’min; o bedeni cihadda, hizmette, gayrette süpürge etmeyi de bilir! Bilir ki Allah sevdiğine sıkıntı verir. Orucun sıkıntısını da, iftarın ferahlığını da Allâh’a muhabbetine rapteder.

Oruç;

Samimiyet Vahdet Mârifettir.

Oruç samimiyettir. İfadeye cevaz varsa, Cenâb-ı Hak ile samimiyetin artması tecellî eder. Allah oruçlunun sevabını, kendine has kılarak bu samimiyeti ne güzel ifade etmiştir. Melekler, evraklar, defterler giremez bu samimiyete…

Sizin için çok hususî bir fedâkârlık yapmış bir kişiye olan hislerinizi düşünün. Ancak samimî bir dost olarak görürsünüz onu. Ona teşekkürünüzü ifade edecek bir hediye bulamamanın ızdırabını yaşarsınız. Allah da, Zâtı için fedâkârlıkta bulunan kulunun amelinden böyle bir hoşnutluk duyar. Sair ikramlarından farklı sürpriz bir ikram hazırlar.

Samimiyet, yaklaşma ve sonunda vahdete götürür. Bir Hak dostunun ifade ettiği üzere, yeme-içme, eş sahibi olma gibi özelliklerden müstağnîlik ilâhî bir sıfattır. Bu vasıfları muvakkaten yaşamak da vahdettir. Katrenin deryâ ile bir olmasıdır. Belki de kalp; «mârifetullah»ta, ancak bu vahdet tecrübesiyle mesafe kat edebilmektedir.

Ramazân-ı şerifte, Allâh’ın âlemlerden müstağnîliğini, sonsuz keremini ve cömertliğini, rızık vericiliğini, rahmetini, hidâyetini, affediciliğini… tanırız.

Oruç;

Sâfiyet Vuslat Mağfirettir.

Oruç insanı süzer. Sâfiyet, insanı bir ışık, bir tütsü gibi süzer ve yukarılara taşır. Balçıktan kuş, orucun mesîhî nefesiyle can bulur, mîrâca kanat açar. Hazret-i Musa, Tur vuslatı için 40 gün oruç tutmuştur. Efendimiz’in de azıcık bir azık ile çıktığı uzun Hira uzletleri aynı şekilde değerlendirilebilir.

Biz ümmet-i Muhammed de, Ramazân-ı şerîfin üst üste oruçlarıyla saflaştıkça gecenin kadrine, Kadir Gecesi’ne vâsıl oluruz. Oruç; Allâh’a vuslatın ancak fedâkârlıklarla, tenden ve isteklerinden geçmekle, sahih bir vecd ve muhabbet içinde kulluk ile, temiz bir vicdan ve şâmil bir merhamet ile müyesser olabileceğini fısıldar.

Ramazân-ı şerif, kendiliğinden bir takvimle âdeta ayağımıza geliyormuş gibi görünür. Hattâ dîvan şairlerinin sevdiği takılmalarla, Ramazan hilâli tiryakinin kapısına gelip çatan bir zâbit gibidir. Ancak, vuslat nazarıyla bakılırsa, mü’min Ramazân’a doğru ulaşmaya çalışan bir yolcu gibidir. Daima ona kavuşma duâsı içinde koşan, koşturan… Son af, son kurtuluş çaresini arayan bir yolcu.

Oruç mağfirete erdirerek, sâfiyetin, süzülmüşlüğün mânevî tecellîlerini yaşatır. Bu da gerçek bayram olan ilâhî vuslatın eşiğidir.

Aşk olsun, orucu bu inceliklerle yaşayabilene…