SARP YOKUŞ MÜCADELESİ

YAZAR : Sami BÜYÜKKAYNAK skaynak48@hotmail.com

Kur’ân, insanın dünya hayatında iki yolunun olduğundan bahseder. (Yûnus, 25; Yâsîn, 60)

İnsan buna göre, ya hayra giden yoldadır ya da şerre giden yoldadır. Yani hayatta iki yol vardır insanın izlediği… Allâh’ın gösterdiği yol ve şeytanın sevk ettiği yol. Hayat bu iki yolun mecrâsında akar. İnsan hayr yoluna revan olduğunda karşısına elbette sarp yokuşlar çıkacaktır. İşte bu sarp yokuşlar, insanın imtihanı olmaktadır. Allah Teâlâ sarp yokuşun neler olduğunu Beled Sûresi’nde ilân ediyor ve insanın bu «sarp yokuş»a göğüs geremediğini de vurguluyor.

“Sarp yokuş, köle âzâd etmektir.” buyuruyor yüce Mevlâ. Âyet nâzil olduğunda anlamı, köleleştirilmiş insanları âzâd etmek. Tıpkı Hazret-i Ebûbekir -radıyallâhu anh-’ın yaptığı gibi. Yedi köleyi Ebûbekir Efendimiz sadece ve sadece bu yokuşu aşmak için âzâd etmiştir. Hazret-i Bilâl bin Rebah’ın âzâd edilişini hepimiz biliriz:

Kızgın kuma yatırılmış güzel Bilâl. Ümeyye bin Halef denen müşrik emrediyor diğer kölelerine:

“–Güneşin hararetinden kararmış, kızgın kocaman kayayı koyun; Bilâl’in üzerine!’’

İkinin ikincisi, büyük örnek insan Ebûbekir, çıkageliyor.

İnliyor, Bilâl;

“Allah birdir!” diye. Materyalist müşrike maddî bir teklifte bulunuyor Ebûbekir Efendimiz:

“–Senin dîninden ve zengin olan kölemi vereyim sana, sen de bana Bilal’i ver!”

Koca müşrik şaşırıyor. Büyük bir teklif. Çünkü onun kafası ancak maddiyata çalışır. Hemen kabul ediyor. Hiçbir şeyi olmayan bir köleye karşılık, paralı bir köle. Böyle yedi köleyi âzâd ediyor Ebûbekir Efendimiz.

Bir gün babası Ebû Kuhâfe;

“–Oğlum köleler âzâd ediyorsun, güzel ama; bari cüsseli, işe yarar, bize yardım edecek köleler âzâd etsen de işlerimizde bize yardım etseler…” deyince, Ebûbekir -radıyallâhu anh- yokuşu aşmaya delâlet eden şu cevabı veriyor:

“–Ben o köleleri kendi menfaatim için âzâd etmiyorum. Sadece Allâh’ın rızâsını kazanmak için âzâd ediyorum.”

Bugün bu âyetin bizim için iki anlamı vardır:

Birincisi, gönlü köleleştirilmiş insanları âzâd etmektir.

Zamanımızda köleleştirilmiş insan o kadar fazla ki. Televizyon köleleri, bilgisayar köleleri, para köleleri, evlât köleleri, kadın köleleri, kumar köleleri, içki köleleri ve kendisine sınırsızca bağlayan metâların köleleri…

Yirmi birinci yüzyılda bize sesleniyor, bize çağrıda bulunuyor Allah -celle celâlühû-:

“Ey kendisini doğru yolda görenler, doğru yolda yürüdüğünü kabul edenler! Sarp yokuşu tırmanmadan olmaz! Eğer bu yoldaysanız, sarp yokuşu tırmanacaksınız. Köleleşen insanlık sizi bekliyor. Kurtarın onları. Eğer birini bulunduğu girdaptan kurtaramadıysanız, o zaman sarp yokuşu geçemezsiniz!”

İkinci anlamı ise; her nefsin kurtuluşu, kazancına bağlı olduğu için, insanın iyi ameller kazanarak kendisini kötü âkıbetten kurtarması demektir ki, bu kurtarış;

“En büyük düşmanın iki yanın arasındaki nefsindir.” (Keşfu’l-Hafâ, 1, 160) buyurulan, kötülüğü emreden nefsinin arzularıyla şeytanın aldatmalarına karşı cihad etmekle mümkün olmaktadır. (Elmalılı, 9, 229)

Demek ki; «bir köleyi salı-verme»nin anlamı, insanın kendi iç dünyasıyla ilgili olduğu gibi, toplum olarak da kendisini köleleştirmiş insanların imdadına yetişmek olmaktadır.

“Sarp yokuş, yokluk gününde yemek yedirmektir.” buyuruyor Rabbimiz. Yokken vermek.

“Bir hurma ile olsun, kendini ateşten kurtar.” düsturu. Varken vermek, nefsinin esiri olan için zor olduğu gibi, yokken vermek de onun kadar zordur. Allah için dağıtmak, varken de yokken de. Sarp yokuşu aşmak bununla mümkün. Sahâbî gibi olmak. Misafir doysun diye ışığı söndürmek… Ve boş kaşıkları tasa götürüp getirmek, misafir doysun diye. Nitekim Kur’ân’ın müttakî tarifinde geçen şu ifade de yokken de infak edileceğini göstermektedir:

“Müttakîler; darlıkta ve bollukta, fakirken de zenginken de infak eden, öfkelerine hâkim olan ve insanların kusurlarını bağışlayanlardır. Allah iyilik edenleri / muhsinleri sever.” (Âl-i İmrân, 134)

Kıtlık ve zaruret döneminde tasaddukta bulunmak, nefse en ağır gelen şeydir. Bu yönüyle daha fazla ecir ve mükâfata vesiledir. Çünkü Cenâb-ı Hak;

“Ve çok sevmesine rağmen malını tasadduk edenler…” (el-Bakara, 177) ve;

“Onu sevmelerine ve ona ihtiyaçları olmasına rağmen, bir yoksula, yiyecek yedirirler.” (el-İnsân, 8) buyurmuştur. «Diğergâmlık»tır, yokluk gününde vermek. Kendisinin hâlini bir kenara bırakıp, başkasının durumunu düşünmek. Başkasını kendi nefsine tercih etmek. Nefsin zor kabulleneceği bir durum. Nefsin; «ben» derken, müslümanın; «Hayır, diğeri…» diye haykırarak, diğerini gözetmesi.

Sonraki âyetlerde yokluk gününde kimlerin himaye altına alınacağı bildiriliyor. İlk olarak yetimden bahsediliyor:

“Yakınlığı olan bir yetime…” (el-Beled, 15)

İlk dönem müfessirlerinden Mukātil, Cenâb-ı Hakk’ın, bu kelime ile; «Kendisiyle onun arasında bir akrabalık bulunan yetim» mânâsını kastettiğini, dolayısıyla bunu doyurmanın daha fazîletli olduğunu söylemiştir ki; gerekçesi onun, hem yetim hem de akraba olmasıdır. Bu kelimenin muhtevâsına, nesep bakımından akraba olanlar girdiği gibi, komşuluk bakımından yakın olanların da girdiği ileri sürülmüştür.

Yetimler, insana Allâh’ın emâneti. Tıpkı mal ve evlât gibi. Nasıl ki Allah kuluna emânet olarak verdiği maldan, diğerlerini gözetmesini istiyorsa; insan olarak bıraktığı, emânet olan yetimin de himaye edilerek gözetilmesini istiyor. Bunun için dedelerimiz «Dâru’l-Eytâm» müesseseleri teşekkül ettirmişler, Allâh’ın emâneti olan yetimlerin başını okşamışlar, onların geleceğin insanları olarak yetişmesi için çabalamışlar, topluma kazandırmışlardır. Çünkü yetimler himaye edilmediği zaman, bir boşluğa sürüklenirler. Başı okşanmayan çocuklar, başkalarını düşman olarak görmeye başlar ve toplumun zararlı fertleri hâline geliverirler. Bunun için Allah, «yetim»e hassâsiyet gösterilmesini istiyor ve bunun zor bir yokuş olduğunu vurguluyor.

Yoklukta verileceklerin ikinci kısmında vurgulanan;

“Yahut toprakta sürünen bir yoksula…” (el-Beled, 16) ifadesine gelince; bu, fakirliğinden ve muhtaçlığından dolayı, toprağa yapışmış, böylece de, üzerinde kendisini örtecek, altında da, altına serebileceği bir şeyi bulunmayan miskin, aşırı yoksul anlamındadır.

Rivâyet edildiğine göre İbn-i Abbas; yüzü-gözü toprağa bulaşmış bir miskine rastlamış, bunun üzerine;

“İşte bu, Cenâb-ı Hakk’ın, haklarında;

«Yahut toprakta sürünen bir yoksula…» diye buyurduğu kimsedir.” demiştir. Yoksulu yüce Mevlâ’nın iki defa zikretmesi, müslümanların fakirleri gözetmede gevşek davrandıklarını vurgulamak içindir. Oysa müslüman bilmez ki, sarp yokuş bunlarla aşılacaktır. Cennete ulaştıracak, insanı bu dünyada mutlu edecek bunlardır. Allah Teâlâ bunu teşvik için, ikaz mahiyetinde «sarp yokuş»u beyan etmeden önce; «insanın sarp yokuşu aşmaya girişmediğini» bildirmektedir. Aynı zamanda Peygamberimiz’den nakledilen şu hadis, sarp yokuşu tırmanan kimseden bazı kötü hasletlerin de gideceğine delâlet etmektedir:

“Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e; bir şahıs, kalbinin çok katı olduğundan şikâyet etti. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ona şöyle dedi:

«Yetimin başını okşa ve miskinlere yemek yedir.»” (Ahmed bin Hanbel, Müsned, 5, 250)

İslâm, insanın iç dünyasıyla ilgili olduğu kadar onun dış dünyasıyla da ilgilenir. Bu yönüyle İslâm, toplumdaki her sıkıntının yok edilmesi için mücadele eder. İslâm, toplum kurallarını düzenler. Çünkü insan sosyal bir varlıktır. Onu, kendisi dışındakilerden ayrı tutmak mümkün değildir. İnsanın sosyal bir varlık olması, onun içtimaî hayatını düzenlemeyi beraberinde getirir. İşte bu noktada İslâm devreye girer. Sınırlar koyar, toplumun felâhı için emirler verir. Ve bu emirler, samimî müslümanların meydana gelmesini sağlar. Müslüman samimî olmazsa, köle âzâd edemez, yokken veremez, kendisinin dışında olanları gözetmez, yetimin başını okşamaz. Bunları yapamadığı zaman da savsaklar, âhiret hayatı zor hâle gelir. Çünkü yukarıda zikrettiğimiz sarp yokuş, insanın bam teli olan malı, «maddî menfaat» gözetmeksizin âhireti elde etmek için sarf etmeyi ister. Sarf etmek zordur, Allah insana sınırsızca sarf eder, ama insan bir başkasıyla yarım ekmeğini dahî paylaşmakta gevşektir, cimridir. Allah sarp yokuştan bahsederken, İslâm olduğunu söylemenin yeterli olmadığını, hattâ bir anlam ifade etmediğini, önemli olanın sarp yokuştan geçmek olduğunu, bunun için de maddî-mânevî sevilen şeylerden harcamakla geçileceğini ifade etmektedir. Nasıl ki bu dünyada para kazanmadan olmuyorsa, âhiret de para harcamadan, gönlü seferber etmeden olmuyor. Her ne kadar koca nefis yanaşmasa da…

Ne mutlu nefislerine boyun eğdirip, sarp yokuşu geçip, âhireti kazananlara!..