Şer‘î Kaidelerle Tasavvuf -16- İMTİHANLI YOLLAR

Dr. Ahmet Hamdi YILDIRIM

(Şâzelî meşâyıhından Ahmed Zerrûk [v. 899/1494] Hazretleri’nin; tasavvufu, usûl ve fıkıh kaideleriyle anlattığı Kavâidü’t-Tasavvuf ve Şevâhidü’t-Taarruf adlı eserinin tercüme ve şerhine devam ediyoruz.)

NEYİN SAHTESİ OLUR?

Yirmi Beşinci Kaide:

“Varlık âlemine gelen bir hakikat yoktur ki;

•Onun benzeri olduğu iddiasıyla karşına çıkanlar oluşmasın.

•Onun hakikatine dâhil olmayan şeyleri ona katmaya çalışanlar olmasın.

•Ve onu yalanlayanların varlığı ortaya çıkmış olmasın.”

Bir hakikat, varlık âleminde ortaya çıkmışsa mutlaka benzerini iddia edenlerle karşılaşmıştır.

Eğer piyasaya kaliteli bir mal çıkarmışsanız. muhakkak onun sahteleri yapılır. Kaliteli bir ürün îcat etmişseniz çok geçmeden onun taklitleri piyasayı kaplar.

Binâenaleyh;

Tasavvuf adı verilen, zühd ve ihsan da bu mânâda varlık âlemine gelmiş olan bir hakikat olduğu için, bu hakikate sahip olduğunu iddia edenler, sahtekârlar onun karşısına dikilir ve; «Biz de varız!» derler. Eğer Mevlânâ Hazretleri prim yapıyorsa o zaman Mevlânâcı kesilen birçok kimse ortaya çıkar. Muhyiddin İbn-i Arabî, Şems-i Tebrizî Hazretleri gibi zâtlara, kendilerine ait olmayan birtakım kitaplar isnâd edilir. Yahut kitaplarına istinsahları esnasında birtakım bölümler sokuşturulur. Bir taraftan da bu hakikati tamamen reddeden bir güruh da oluşur.

Eğer tasavvuf toplum nezdinde değeri olan, karşılığı olan bir müessese ise, bu müesseseyi yalan yere kullananlar olacak, tasavvufa ait olmayan şeyleri tasavvufa sokmaya çalışanlar olacak ve tasavvufu inkâr edenler, reddedenler de çıkacaktır.

“Bütün bunlar, aslında hakikî olana sahip olmanın ne kadar değerli olduğunu gösterir. Sonra ona muârız olanların yok olmasıyla, (sahtelerin silinip gitmesiyle) hakikî olan, gerçek olan iyice ortaya çıkar.”

Necip Fazıl diyor ki:

Ey düşmanım, sen benim ifadem ve hızımsın,
Gündüz geceye muhtaç, bana da sen lâzımsın.

Sahte tasavvufçular; hakikî tasavvufun değerinin anlaşılmasına, kıymetinin ortaya çıkmasına vesile olurlar. Nihayetinde her malın bir alıcısı vardır; yanlışlıkla sahtesine kapılan, kendisine uymadığını anladığında, hakikîsinin peşine düşecektir.

Niye piyasada bu kadar sahte tasavvufçu var? Çünkü tasavvuf, bir değerdir. İnsanlar nezdinde itibarı olan bir meziyettir. Bundan dolayı herkes bu değeri kullanmak ister. Fakat nihayeti itibarıyla yalan ve yanlış olanlar ayıklanırlar. Geriye hakikatli olanlar, gerçekten bu işin ehli olanlar kalırlar. Nitekim Müellifimiz şu âyet-i kerîmeyi hatırlatıyor:

“Cenâb-ı Hak buyurur:

«…Allah şeytanın ilkā ettiklerini / attıklarını hükümsüz kılar, ortadan kaldırır. Sonra Allah, âyetlerini muhkemleştirir, sağlamlaştırır…»” (el-Hac, 52)

Yani sahtesi zaman içinde kaybolur gider. Hakikat yine güneş gibi ortada kalır, aydınlatmaya devam eder. Tarih boyunca her değeri istismâr edenler olmuştur. Fakat o istismarcılar zaman içerisinde yok olmuş, değerler ise yine olduğu gibi kalmıştır.

Bir kimsenin tasavvufun hakikatine sahip olduğu nasıl anlaşılacak? Herkes;

“–Ben bu yolun yolcusuyum. Ben de tarîkat erbâbıyım. Ben de zühd ehliyim, ihsan ehliyim.” diye iddia ediyor. Peki, gerçek anlamda bu işin yolcusu olan kimdir? Bu noktada Hazret, bize altın anahtarı veriyor:

“Vâriste; mîras aldığı kimseden bir nisbet, bir bağ vardır.”

Yani mürşidler, Hazret-i Peygamber -aleyhisselâm- Efendimiz’in vârisleridir. O’nun hikmetine mîrasçı olmuşlardır. Hayatlarında da O’nun yaşadıklarından bir pay olur.

“(Hadîs-i şerifte buyurulur):

«İnsanlar içerisinde en şiddetli imtihanlara maruz kalanlar, peygamberlerdir. Sonra velîlerdir, sonra sırasıyla onları takip eden mertebedekiler gelir. Kişi, dindarlığı ölçüsünde imtihana tâbî tutulur.» (Hâkim, Müstedrek, III/343; Bkz. Buhârî, Mardâ, 3; Ahmed, I/172, 174, 180, 185, VI/369)”

Bu açıdan tasavvufa bu kadar saldırılmasının sebebi, tasavvuf erbâbının Peygamber -aleyhisselâm- Efendimiz’in yolundan gidiyor olmalarıdır.

Peygamber Efendimiz’in yolu; güllerle, çiçeklerle döşeli değildi. Hazret-i Peygamber -aleyhisselâm-’ın çektiği sıkıntıları ve eziyetleri, dünya kurulduğundan beri kimse çekmemiştir. Öyleyse O’nun yolundan gidenlerin sıkıntı çekmesi, sıkıntıya ve eziyete maruz kalması, bu yolun olmazsa olmazıdır.

En ağır belâlar, peygamberlere sonra evliyâya gelmiştir. Meselâ Ebû Hanîfe Hazretleri, hayatında iki iktidar dönemi yaşamıştır. Emevîlerin yıkılışına, Abbâsîlerin iktidara gelişine şâhitlik etmiştir. Hem Emevîlerden hem Abbasîlerden eziyet görmüştür. İktidarların hâricinde birçok kimsenin de çekemediği, gıybetini yaptığı, dil uzattığı bir isim olmuştur. Nice evliyânın bu tür zorluklarla karşılaştıkları bilinen bir hakikattir.

Hak dostları kimi zaman;

•Çocuğuyla imtihan olur. Nuh -aleyhisselâm- gibi.

•Babasıyla imtihan olur. İbrahim -aleyhisselâm- gibi.

•Hanımıyla imtihan olur. Nuh -aleyhisselâm- ve Lût -aleyhisselâm- gibi.

➢Firavunun hanımı Asiye Vâlidemiz ise, kocasıyla imtihan olmuş.

Yani dünyada imtihan bitmez. Kişi ne kadar dindarsa o kadar çok imtihana maruz kalır. İmtihanlar türlü türlüdür.

“Bundan dolayı ehl-i tarîk, tarîkat yolunun yolcuları;

•Önce halkın musallat olmasıyla imtihan olurlar.”

Önce halkın/insanların reddiyle, düşmanlığıyla imtihan olurlar. İnsanlar önce kabullenmek istemezler. Eziyet ederler, rencide ederler.

“•Sonra, yolun ortasında, halkın ikrâmıyla imtihan olurlar.”

“–Aman efendimiz, aman şeyhimiz…” derler. Bu da bir başka imtihandır.

“Yolun sonunda her ikisiyle de imtihan olurlar.”

Kimi yerer, kimi över. Binâenaleyh bunların ikisi de; övme de bir imtihandır, yerme de bir imtihandır.

“Denilmiştir ki:

(Bu takdirin hikmeti) övüldüklerinde, methedildiklerinde Allâh’a teşekkürü unutmamaları, tenkit edildiklerinde, kınandıklarında da sabırsızlık göstermemeleri içindir.”

Hikmet sahibi bir zengine sormuşlar:

“–Siz çok iyilik yapıyorsunuz, ihsanda bulunuyorsunuz. İyilik yapmak nasıl bir duygu?”

O da demiş ki:

“–Ben kendimi aşçının elindeki kepçe olarak görüyorum. Veren, aşçı. Ben değilim. Kepçe kalksa;

«–Bu yemeği ben size yaptım, ben verdim.» dese, bu söz, onun bahtsızlığı olur. Veren, Allah’tır. Ben, kendim verdiğim iddiasını asla kabul etmiyorum!”

Binâenaleyh kişi düşünmeli:

•Kendisine tevcih edilen bir övgü varsa, bu övgüyü Allâh’ın bir lutfu olarak görmeli, Allâh’a şükretmeli. Kendisine bir pay çıkartmaya çalışmamalıdır. Eğer nefsine bir pay çıkartmaya çalışırsa o zaman şeytan muvaffak olmuş demektir.

•Eğer tenkit ediliyor, kınanıyorsa bunu da sabırla karşılamalı.

“Kim bu yolun yolcusu olmayı murâd ediyorsa zorluklara kendini şimdiden hazırlasın.”

Ancak unutmasın ki;

“(Âyet-i kerîmede buyurulduğu üzere);

«Allah, îmân edenleri müdafaa eder.»” (el-Hac, 38)

Müdafaa ihtiyacı varsa, demek ki onlara hücum çok olur. Îmân edenlere; başta şeytan olmak üzere saldıran, hücum eden çok olur. Bundan dolayı, onların savunmasını bizzat Allah üstlenir.

“(Yine âyet-i kerîmede buyurulur):

«…Kim Allâh’a tevekkül ederse, dayanırsa Allah ona yeter…»” (et-Talâk, 3)

Binâenaleyh Allah için çalışan kul; teşekkürünü Rabbinden bekleyecek, gördüğü sıkıntılara da Allah için katlanacak. Bu kaide, yolun âdâbı açısından çok mühim. Kaideyi hulâsa edelim:

Tasavvuf, bir hakikat olarak görüldüğü için sahtekârları çok olacak. «Biz de tasavvuf ehliyiz!» diyenler çok olacaktır. Tasavvufun dışındaki şeyleri tasavvufa sokmaya çalışacaklar, tasavvufun içerisinden, muhtevasındakileri çıkartmaya çalışacaklar. Aslında bunlar bir dezavantaj görünse de sahte malın varlığı, hakikîsinin propagandasını, reklâmını yapmaktadır. Dolayısıyla sahtesi görüldükçe hakikîsine rağbetin artması gerekir.

Bunu bir misalle anlatalım:

İnsanlar arabaları bozulduğunda, orijinal parçayı pahalı diye kullanmak istemezler; kalitesiz bir şekilde üretilmiş ucuz parçayı tercih ederler. Lâkin bir müddet sonra bakarlar ki o ucuz ve orijinal olmayan parça kendilerine daha çok masraf açıyor. Ondan sonra orijinaline dönerler. Bundan dolayı da büyük markalar taklitlerinin piyasada dolaşmasına çok da ses çıkarmazlar. Çünkü o taklitler aslında gerçek markanın bir reklâmı mahiyetindedir.

“Hangisi hakikîdir, hangisi sahtedir?”

Bunu tespit etmenin bir yolu da eğer bir dergâh, bir tarîkat, bir yol; Hazret-i Peygamber -aleyhisselâm- Efendimiz’in yolunun yolcusuysa, orası hakikatli bir yerdir.

Şunu unutmamak gerekiyor ki;

Eğer Hazret-i Peygamber’in yolundan gidiyorsak, O’nun başına gelenler bizim başımıza da gelecek demektir. Bu noktada iltifat da, tenkit de imtihandır. Doğru yolun yolcuları, her iki imtihandan da muvaffakiyetle çıkmaya gayret etmelidir.

Rabbimiz; hak yolun sahtesinden muhafaza buyursun, hakikîsine eriştirsin.

Rabbimiz; cümlemizi, haklarını müdafaa ettiği ve kendilerine kifâyet ettiği mütevekkil kullarından eylesin.

Âmîn…