VAZİFE YÜKÜ

Mustafa Asım KÜÇÜKAŞCI tali@yuzaki.com

Fahr-i Cihan Efendimiz buyurur:

“Kim Bakara Sûresi’nin son iki âyetini geceleyin okursa bunlar kendisine yeter.” (Buhârî, Fezâil, 10, 27; Müslim, Müsâfirîn, 254-256)

Bu âyetlerde nice sırlar, hikmetler var. Bir de öğretilen duâ var. Birbirine benzer üç duâ cümlesi tekrarlanmakta:

“Ey Rabbimiz! Unutursak veya hataya düşersek bizi sorumlu tutma!

Ey Rabbimiz! Bizden öncekilere yüklediğin gibi bize de ağır bir yük yükleme!

Ey Rabbimiz! Bize gücümüzün yetmediği işler de yükleme!”

Bu son iki ayet ve duâ cümlelerinde «teklîf», «muâheze», «haml ve tahmîl» kelimeleriyle karşılaşıyoruz.

Teklîf, mükellef tutmak demek. Yani Rabbimiz’in bize teklîfî hükümleri beştir:

•Farz kılmak,

•Mendub / müstehab kılmak,

•Mubah / serbest bırakmak,

•Mekruh kılmak,

•Haram kılmak.

Rabbimiz, bu duâlardan önce; «hiçbir nefse, gücünün, imkânının üstünde bir mükellefiyet yüklemediği»nin teminatını veriyor. Bu üç duâ, bu teminattan sonra geliyor.

Müfessirler, teklîf ile haml / tahmîl arasındaki farka işaret ederler.

Haml, yüklemek demektir ve mükellef tutmaktan daha geniştir. Ancak neticesi itibarıyla aynı kapıya çıkar. Mükellefiyeti yüklenmeyen, musîbeti yüklenir. Vazifeyi angarya gören, ortaya dökülen ihmallerin enkazını temizlemek mecburiyetinde kalır.

Misallendirelim:

Cenâb-ı Hak; zekât, infak ve tasadduk emreder. Gafil kul, bunları verdiğinde malı eksilecek zanneder. Bu sebeple, param cebimde kalsın diye cimrilik edip infaktan kaçınır. Ardından bir de bakar ki, hiç beklemediği yerden bir masraf kapısı açılır. O infaktan çok daha fazlasını sarf etmek zorunda kalır.

Yani mükellef tutulduğunu yapmayınca, başına bu sefer başka türlü bir yük olarak benzer ve hattâ daha büyük fatura açılır.

Bir başka misal, cihâd emrinden verilebilir.

Can korkusuyla cihad tâlimâtı terk edilirse; düşman kuvvetlenir, bu sefer işgal musîbeti kişinin başına gelir. Eğer ölüm mukadderse; birincisinde şehâdet nasîbi şeklinde gelecek iken, ikincisinde bundan mahrum bir kayıp yaşanır. Hicret edemeyen, vatansız kalır.

Oruç emrine dudak büken nice ehl-i keyif, ağır perhizlerin muhatabı ve zebûnu olur.

Rızık yazılmıştır. Kişi; hırs ve gayr-i meşrû yollara tevessül ederek, rızkını artırmış olmaz. Aynı rızkı, bu sefer musîbetli ve hesabı ödenecek bir şekilde ele geçirmiş olur. Helâlle iktifâ mükellefiyetine uymamanın cezası, sıkıntı yüklenmektir çünkü.

Birçok anne-baba, evlâdını terbiye etme yolundaki gayretleri zor bulur. Sevgili evlâdıyla ters düşmek istemez. Fakat bu ihmalin neticesinde çok daha kötü şartlarda evlâdıyla karşı karşıya kalır.

Üstelik diğer misallerde de olduğu gibi; mükellefiyetlerin zorluklarında ilâhî kolaylık, ecir ve muvaffakiyet varken; iptilâların zorlukları ceza cinsinden olduğu için, neticesinde bir ferahlık gelmez. Ancak nedâmetin acısını yaşatır.

Bakara Sûresi, geniş muhtevâsıyla bu mükellefiyet ve kader yüklerinin meşheri gibidir. İlâhî emirlere itiraz ettikçe; İsrâiloğulları’nın başına gelen savaşlar, işgaller, vebâ, yıkım ve ölümler…

Bugün İslâm âleminin yaşadığı çilelerin altında da ilâhî emirleri yerine getirmemek yatıyor.

Rasûlullah Efendimiz’in tesis ettiği ve asırlarca saâdet ve huzur iklimi olan İslâm ümmeti ise, ilâhî mükellefiyetlere uyan ve musîbetlerden âzâd olan cemiyet misâliydi.

Yük kelimesi; omuzlara, kalbe ve şuura çöken psikolojik yükleri de anlatıyor.

Meselâ;

Annelik yükünden kaçıp kürtaj cinayetine izin veren bir kadının kalbi; anneliğin zahmetlerinden bin beter psikolojik yükleri, kâbus kâbus musallat edecektir kendine…

Bu anlayış çerçevesinde, kulun başına gelen her şey bir suçun cezası mıdır?

Âyetin cevabı şöyle:

“Başınıza gelen herhangi bir musîbet, kendi ellerinizle işledikleriniz yüzündendir. (Bununla beraber) Allah çoğunu affeder.” (eş-Şûrâ, 30)

Bunun istisnâsı, terfî-i derecât / mânevî derecesinin yükselmesi için başına imtihanlar gelen peygamber ve Hak dostlarıdır. Onların zaten ne mükellefiyetlerden şikâyetleri vardır, ne iptilâlardan…

Hattâ en geniş zâviyeden iki cihânı okursak;

Dünyada ilâhî tâlimatlara uyarak nefsini arındırmayan günahkâr mü’minler, âhirette hesabın zorlukları altında ve -hafizanallah- cehennemde arınmak mecburiyetinde kalacaklardır.

Dinde zorlama yoktur, insan hürdür elbette.
İster dünyada pişer, isterse âhirette… (Cengiz NUMANOĞLU)

Mevlânâ Hazretleri’ne kulak vermeli:

“Akıllı kişiler önceden ağlarlar; bilgisizler ise işin sonunda başlarına vururlar, hayıflanırlar. Sen işin başlangıcında sonunu gör de, kıyâmet gününde pişman olma!”

İki omzumuzda hasenat ve seyyiat terazisiyle yaşayan insanlar olarak, «yük»ten kurtuluşumuz yok.

Âmenerrasûlü’deki o içli duâlar;

“Yâ Rabbî!

Yardım et de, mükellefiyetlerine muhabbetle sarılalım; onu belâ ve musîbet yüküne çevirip daha ağır, güç yetirilmez hâle dönüştürmemize müsaade etme!” meâlindedir âdeta…

“Bizi affet!

Bizi bağışla!

Bize merhamet et!

(Vazifelerinden kaçıp da kaderine yakalanan bedbahtlardan eyleme bizi!)

Sen bizim mevlâmızsın.

(Bize cennet davetiyesi olan mükellefiyetleri, taşınmaz birer angarya, tahammül edilmez birer yükmüş gibi gösteren)

Kâfirler topluluğuna karşı bize yardım et!”