SU TESTİSİ SU YOLUNDA KIRILIR!

Abdullah Mesud HIDIR mahidir@gmail.com

İmam Ebû Yûsuf, 731 yılında Kûfe’de doğdu. Zorluk ve sıkıntılar içerisinde büyüdü. Çocukluğunda bir yandan hayatın sıkıntılarına göğüs gererken, diğer yandan ilme yöneldi. O devrin ilim ve fikir merkezi olan Kûfe’de başta Ebû Hanîfe olmak üzere birçok âlimden ders aldı. Aklı, zekâsı ve kuvvetli hâfızasıyla fıkıh ve hadis ilminde derinleşti. Daha sonra kadılık vazifesine tayin oldu.

İlminin yanında takvâ, zühd ve verâda da zirveleşen Ebû Yûsuf, 26 Nisan 798 tarihinde Bağdat’ta vefat etti. Kabri, Bağdat’tadır.

*

Talebesi Kadı İbrahim İbn-i Cerrâh anlatıyor:

“Ebû Yûsuf hastalandığında ziyaretine gittim. Yanına girdiğimde baygın hâldeydi. Ayılıp kendine gelince;

«–Ey İbrahim! Şu mesele hakkında ne dersin?» dedi. Ben ise;

«–Bu durumda bunu mu müzakere edeceğiz?» deyince şöyle dedi:

«–Bir beis yok. Bu meseleyi tetkik edelim ki, belki bilmeyen bir kimse öğrenip kurtulur.» Daha sonra da şunu söyledi:

«–Ey İbrahim! (Hac menâsikinde) hangi taşı atmak daha fazîletlidir? Yürüyerek mi yoksa binekli olarak mı?»

Ben;

«–Binekli olarak.» dedim.

«–Hata ettin.» dedi.

«–Yürüyerek.» dedim. Yine;

«–Hata ettin.» dedi.

“–Allah sizden râzı olsun, o hâlde siz söyleyin!” dedim. O da şöyle açıkladı:

“–Duâ için durulan cemrelerde efdal olan yürüyerek taşlamaktır. Duâ için durulmayan cemrelerde ise efdal olan binekli olarak atmaktır.”

Sonra yanından kalktım. Evinin kapısına varmıştım ki ağlaşmaları duydum. Anladım ki vefât etmişti. Allâh’ın rahmeti üzerine olsun.”1

Bu hâdise; onun ilme olan düşkünlüğünün yanında, mü’minin ölüm döşeğinde dahî boş, faydasız ve söylenmesi günah sözler sarf etmek yerine, doğru, hayırlı ve faydalı konuşmalar yapması gerektiğine güzel bir misaldir. (Ebû Gudde, İslâm Âlimlerinin Gözüyle Zamanın Kıymeti, s. 71)

KANDİLLERİNE GÜL YAĞI KONSUN!

Sultan I. Ahmed Han, 28 Nisan 1590’da Manisa’da doğdu. On dört yaşında on dördüncü padişah olarak tahta oturdu. Dindar, hisli, cömert ve hamiyetperver kişiliği, bunun yanında söz ve yazıda tebarüz eden sanatkâr rûhu onun müstesnâ şahsiyetini oluşturur.

Bahtî mahlâsıyla kaleme aldığı şiirlerden kadem-i şerif için yazdığı;

N’ola tâcım gibi başımda götürsem dâim,
Kadem-i nakşını ol Hazret-i Şâh-ı Rusûlün,
Gül-i gülzâr-ı nübüvvet o kadem sâhibidir,
Ahmedâ durma, yüzün sür kademine o Gül’ün.

kıtası meşhurdur.

On dört sene tahtta oturan I. Ahmed Han, 22 Kasım 1617 tarihinde vefat etti. Kabri, Sultanahmet Camii’nin yanındaki türbesindedir.

*

I. Ahmed Han, her sabah bir kâğıda «Muhammed -sallâllâhu aleyhi ve sellem-» diye yazar ve sarığının kıvrımları arasına yerleştirirdi. Bununla şunu demek isterdi:

“Benim büyüklüğüm taç sahibi olmakta değil, senin ism-i şerîfini her gün başımda taşımakladır yâ Rasûlâllah!”

Ve o Sultan:

“Rasûlullâh’ın kabrinin kandillerinde zeytinyağının yanması muvâfık değildir.” deyip Türbe-i Rasûlullâh’ın kandillerinde yakılmak üzere gül yağı vakfetmiştir. (Ziya DEMİREL-Avni ARSLAN, Osmanlı’da Peygamber Sevgisi, s. 109)

İBN-İ HALDUN’DAN VELİLERE BİR TAVSİYE:
ÇOCUKLARINIZA KUR’ÂN ÖĞRETİN!

Sosyolog, tarihçi, siyaset ve devlet adamı İbn-i Haldun, 27 Mayıs 1332’de Tunus’ta doğdu. İlk tahsilini ilim erbâbı olan babasından aldı. Kur’ân’ı ezberledi. Kıraat, dil bilgisi, edebiyat ve fıkıh okudu. Yirmili yaşlarına geldiğinde içerisinde bulunduğu siyâsî ve içtimâî hayatın da imkânlarından istifâde ederek ilmini daha da ziyadeleştirdi. Hadis, siyer, kelâm, mantık, felsefe ve matematik tahsil etti. Daha sonra Tunus, Cezayir, Fas ve Endülüs’te devlet idaresinde vazifeler aldı, muhtelif mevkilerde bulundu. Ne var ki bu makam ve mevkiler ona çalkantılı bir siyâsî hayatı beraberinde getirdi. Yirmi altı yıl Kuzey Afrika coğrafyasında bu şekilde geçti. Tarih felsefesinin kurucusudur.

1382’de Kahire’ye giderek daha sade bir hayat yaşayan İbn Haldun, Kahire’de müderrislik ve kadılık yaptı. Meşhur eseri el-İber’i de burada kaleme aldı.

İbn-i Haldun, 17 Mart 1406’da vefat etti. Bugün kabrinin yeri tam olarak bilinmemektedir.

*

İbn-i Haldun, çocuklara Kur’ân öğretmenin faydalarından bahsederek şöyle der:

“…Çünkü Kur’ân öğrenmek; çocukların kalplerinde îman ve inancın yerleşip kalmasına sebep olduğundan, müslümanlar her yerde çocuklarına Kur’ân ve hadisten bazı metinleri öğretmeyi bir vazife kabul etmişlerdir. Böylece Kur’ân bundan sonra öğrenilecek bilgilerde meleke edinmenin bir emeli olmuştur. Müslümanların bu yolu seçmelerinin sebebi, küçükken öğrenilen bilginin kalplerde yerleşip kalmasıdır. Küçük yaşta öğretilen bu bilgi bundan sonra öğretilecek olan bilgiler için temel oluşturur.” (Mukaddime, III, 1970, s. 154)

İFTARA GİTTİ, SAHURA DA KALDI

Son devir hat üstatlarından İsmail Hakkı Sâmi Efendi, 13 Mart 1838’de İstanbul Fatih’te doğdu. Sıbyan mektebinde okuduktan sonra sülüs-nesih, rik‘a, dîvânî, celî dîvânî yazılarının yanında tuğra çekmesini öğrendi. Kazasker Mustafa İzzet Efendi’den istifade eden sanatkâr; ebrû kâğıdı îmâli, kalemtıraş yapımı ve mühür hakkini de öğrendi. Hat sanatında öğrendiklerini genç nesillere aktarmanın derdiyle birçok talebe yetiştirdi.

Sâmi Efendi, 1 Temmuz 1912’de vefat etti. Kabri, Fatih Camii hazîresindedir.

*

Diş kirası; Osmanlı’da Ramazan aylarında konaklarına iftara gelen misafirlere ev sahipleri tarafından takdim edilen para yahut kıymetli hediyelerdir. Bu itibarla millî bir hediye verme usûlüdür.

Bir Ramazan akşamı Sâmi Efendi, dostu Tevfik Paşa’nın evine iftara davetliydi. Oruçlar açıldı, namazlar edâ edildi. Teravihten sonra koyu bir sohbete daldılar. Vakit ilerleyince misafirler birer ikişer müsaade almaya başladı. Paşa her misafirini bizzat kapıya kadar yolcu ediyor, diş kirasını da verip dönüyordu. Son kalan misafir Sâmi Efendi de müsaade alıp kapıdan çıkacağı esnada Tevfik Paşa’ya samimî bir edâ ile kendisine diş kirası vermediğini hatırlattı. Tevfik Paşa da aynı samimiyetle;

“–Sâmi, diş kirası misafirler içindir. Sen ev sahibi sayılırsın.” diyerek vaziyeti kurtarmak istediyse de Sâmi Efendi;

“–Diş kiramı almadan şuradan şuraya gitmem!” diyerek ısrarcı oldu. Paşa bunun üzerine İsmail Zühdî Efendi’nin bir murakkaasını (yazı albümünü) getirip Sâmi Efendi’ye hediye etti. Murakkaayı alıp incelemeye başlayan Sâmi Efendi bir masaya oturup masanın üzerine iki büyük gaz lâmbası konulmasını rica etti. Kıtaları incelemeye dalan sanatkâr neden sonra bir hizmetçinin kendisini sahur sofrasına davet etmesiyle, daldığı âlemden uyandı ve sahuru da yaptıktan sonra konaktan ayrıldı.