KULLUK MAKAMI

Ali AĞIR aliagir70@gmail.com

Yaratılan her şeyin insanın istifadesine sunulduğu bir dünyada yaşıyoruz. Arzın derinliklerinden gökyüzünün son katına kadar; kıymetini bildiğimiz bilemediğimiz, fark ettiğimiz yahut edemediğimiz nice güzelliklerle ve nimetlerle çepeçevre kuşatılmışız.

Hayatın ve verilen her nimetin birer emânet olduğu âşikârdır. Emânet olarak verilen nimetler, bizlere ciddî mes’ûliyetler yüklemektedir. Elimize nasıl geçtiğinden/kazandığımızdan nereye harcadığımıza, ne şekilde kullandığımızdan hangi niyetle ne kadarını paylaştığımıza kadar hepsinden hesaba çekileceğiz.

Emânetlerden bir tanesi de kişiye tahsis edilmiş makamlardır.

Makamlar, her ne kadar yüksek mevkiler için kullanılsa da en alt kademedeki hizmetlisinden devlet memuruna, bir müdürden cumhurbaşkanına kadar olan bütün mevkileri kapsayacak kadar genişletilebilir.

“Allah size, emânetleri ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmet­tiğiniz zaman adâletle hükmetmenizi emrediyor…” (en-Nisâ, 58)

Günlük hayatta yaşadığımız ve şâhidi olduğumuz hâdiseler, çoğu zaman makamların ehline verilmediğini gözler önüne seriyor. Kendilerine emânet olarak verilen makamlarda oturan birçok kişinin; kul hakkı titizliğinden uzak çalıştığı, vazifelerini ihmal ettiği, mesaiye uymadığı, keyfî olarak işleri yavaşlattığı ve aksattığı, kimilerinin ise rüşvetle iş yaptığı bilinmektedir.

Zaman zaman bir garibin görülmesi gereken küçük bir işi, günleri hattâ haftaları alırken; diğer yandan varlıklı ya da üst makamdan tanıdığı olanların olmayacak işleri, bizzat başvuru yapmadan sadece telefonla, bir saate varmadan halledilebilmektedir.

Aşağıda yaşadığım bazı hâdiseler anlatılmıştır. Buradaki problemlerin kişilerin meslekleriyle değil, kişilik ve karakterleriyle alâkalı olduğu unutulmamalıdır:

28 Şubat arefesiydi. İmam hatip ortaokulu öğrencisiydim. Kollarımda bazı yaralar çıkmıştı. Geçer ümidiyle bir süre bekledim. Sıra arkadaşım sık sık, doktora gitmem gerektiğini söylüyordu.

Matematik derslerine müdür yardımcımız Hüseyin VARIŞLI Hocam giriyordu. Bir gün derse geldiğinde sıra arkadaşım hemen yanına giderek yaralarımdan bahsetti ve hastahâneye gitmediğimi söyledi. Hocam;

“−Ders çıkışı benimle gel; hemen bir sevk yazayım, doktora git gel!” dedi.

Okulun yakınlarındaki sağlık ocağında tadilât olduğu için vazifelendirilen farklı bir sağlık ocağına gittim. Sıram geldiğinde doktorun odasına girdim. Beni tepeden tırnağa süzdü ve;

“−Sen imam hatipli misin?” diye sordu.

Her hâlimizden ve ceketimizdeki armadan imam hatip okulu talebesi olduğumuz belliydi.

“−Evet!” diye cevap verdim.

Hoşnut olmadığını belli edecek şekilde;

“−Belli, okul açılmadan hepiniz buralara döküldünüz!” dedi.

İnsan, insandır. Renginden, milliyetinden, cinsiyetinden, köylü ya da şehirli oluşundan dolayı değerlendirilmemeli ve dışlanmamalıdır. Elhamdülillâh bugün doktorların çoğu ayrım yapmaksızın herkesin dertleriyle ilgilenmektedir.

İlkokul ve ortaokulun müdürü aynı kişi ve eğitim aynı veya yan yana binalarda yapılıyorsa, bazı branş öğretmenleri ilkokuldaki derslere de girebiliyorlardı.

5’inci sınıfın ilkokullara dâhil olduğu bir yıldı. Sınıf öğretmeni olduğum sınıfa da resim dersi öğretmeni girecekti. Öğretmen, ders zilinin çalmasının üzerinden 10-12 dakika geçmesine rağmen sınıfa gitmemiş ve hâlâ öğretmenler odasında oturmaya devam ediyordu. Kitap okurken sınıf başkanı yanıma geldi;

“−Öğretmenim! Sınıfta çok fazla gürültü var. Gelip arkadaşlarımı îkaz eder misiniz?” dedi.

“−Kızım, ders öğretmeniniz Filânca Hanım. Onun îkaz etmesi daha uygun olur.” dememle birlikte hoca hanım öfkeyle ayağa kalktı. Kapıyı çarparak çıkıp gitti.

Dersin bitmesine 10 dakika kala geldi ve biraz önceki oturduğu sandalyeye yeniden oturdu. Televizyonu açıp izlemeye başladı.

Derse hem geç gitmiş hem de dersten erken çıkmıştı. Dersin ancak üçte birinde sınıfta duran bir öğretmen, öğrencilere hangi bilgileri ne kadar verebilir? Bizlere 40 dakika üzerinden maaş ve ek ders ödenirken; okula geç gelerek, derse geç girip öğrencilerin vaktinden çalarak nereye varabiliriz ki?..

Askerliğimi İstanbul’da yaptım. Yazıhâne vazifelisiydim. İzin belgeleri, üst yazılar, çeşitli evraklar hazırlanır; günün belirli saatlerinde tabur kumandanına imzalatılırdı.

Bir gün yine bölük astsubayı ve yüzbaşının imzaladığı evrakları, evrak defteriyle birlikte imza için tabur kumandanına götürdüm. Bizler direkt olarak odaya giremediğimiz için, vazifeli astsubayın defteri alması için beklemeye başladım. Her gün aynı işi yapmama ve elimdeki evrak defterinden imza için geldiğim apaçık belli olmasına rağmen; vazifeli astsubay sinirli tavırlarla içeri girip çıkıyor, bir türlü defteri alıp evrakları imzalatmıyordu. Genel olarak tavrı hep böyleydi. Bekletmek hoşuna gider, zaman zaman terslerdi. Kapıda bir saat kadar bekledim.

Astsubaya, imza için geldiğimi söylediğimde; «vaktin geçtiğini, daha önce gelmem gerektiğini, artık imza attıramayacağını…» söyledi. Bir saattir kapıda beklediğimi ve bunu kendisinin de gördüğünü belirttim. Öfkelendi ve bağırarak defolup gitmemi söyledi.

Yazıhâneye indiğimde bölük astsubayı evrakları imzalatıp imzalatmadığımı sordu. Hâdiseyi anlattım;

“–Gel benimle” dedi. Üst kata beraber çıktık. Daha rütbeli olduğu için vazifeli astsubaya;

“−Benim gönderdiğim evrakları niye imzalatmadın? Bu asker bir saat kapıda beklemiş. Bağırıp çağırarak kovmak da ne? Biz burada kimin işini yapmaya çalışıyoruz? Şu evrakları hemen imzalat, bir daha da gönderdiğim evrakları imzalatmadan geriye gönderme!” dedi.

Bir dakika geçmeden bütün evraklar imzalatılmıştı.

Bazı insanlar, makamların emânet olduğunu bilmek istemiyorlar ve bir iş için gelenleri azarlamayı alışkanlık hâline getiriyorlar.

Öğretmenlik yaptığım yıllarda, bir gün müdür yardımcısı odasında okulun memuru ve birkaç öğretmenle otururken bir kişi geldi. Diplomasını kaybettiği için diploma kayıt örneği almak istediğini; iş yerinden bir günlüğüne izin aldığını, bugün bu işin hallolması gerektiğini söyledi. Memur; kaç yılında mezun olduğu, sınıfının hangi şube, numarasının kaç olduğu gibi sorular sormaya başladı. Bazılarına cevap veremeyen adamla alay etmeye başladı ve;

“−Kaç yıl oldu ben hâlâ ilkokul numaramı hatırlıyorum. Sen o zaman da okula öylesine gelip giderdin, insan biraz dikkatli olmalı. Hem bu işler bir günde hallolmaz. Bir hafta sürer…” tarzında sözlerle işi yokuşa sürmeye başladı.

Dayanamadım ve;

“−Abi; siz telefon numaranızı bırakın, belge hazır olduğunda sizi ararlar.” dedim.

Zaman zaman okul idarecileri seminere gider, müdürlüğü de vekâleten bize bırakırlardı. Bu yüzden memur bir şey diyemedi.

İlerleyen yıllarda müdür yardımcılığı yaptım. Diploma kayıt örneğiyle ilgili bütün bilgiler zaten arşivdeki mezuniyet dosyalarında mevcuttu. Hangi yıl mezun olduğunu bilen bir kişiye verilecek belge, en fazla on dakikayı alırdı.

O memur; gelen kişiyle uğraşmasına harcadığı vakitte belgeyi hazırlar ve verebilirdi. Adam, bir daha okula gelmek zorunda kalmazdı.

İş yapmayı sevmeyen kişilerin hep bir bahanesi olur.

“İşler ehil olmayan kimselere verildiği zaman kıyâmeti bekle!” buyurulmuştur. (Buhârî, İlim, 2; İbn-i Hanbel, Müsned, II, 361)

Bir de asr-ı saâdete gidelim. Makam ve mevkiyi emânet görmeyle alâkalı şu hâdise çok güzel bir örnektir:

Ammâr bin Yâsir -radıyallâhu anh-, Kûfe valisiydi. Bir süre sonra Halîfe Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- tarafından azledilmişti. Hazret-i Ömer, Ammâr bin Yâsir’e sordu:

“−Seni azlettiğime kızmadın değil mi?”

Ammâr bin Yâsir’in cevabı şöyle oldu:

“−Beni valiliğe atadığın zaman sevinmedim ki azlettiğinde üzüleyim.” (Tabakāt, 3/291)

Makamlar, topluma hizmet ve Allâh’ın rızâsını kazanmak için büyük fırsatlarla doludur. Akıllı ve şuurlu bir insan; bir yandan vazifesini lâyıkıyla îfâ ederken, diğer yandan eline geçen fırsatları çok iyi değerlendirerek ukbâsı için güzel ameller ve sevaplar biriktirir.

Vazifeler ve makamlar bir süreliğine insanlara emânettir. Vakti geldiğinde emânet iade edilir. Ancak dünya makamlarının en yücesi ve güzeli olan kulluk makamı son nefese kadar devam eder.

İnsanlar kulluk için yaratılmışlardır. Hakikî ve kâmil bir kul olmadan Hakk’a yaklaşılmaz. İhlâslı ve samimî kul olanlar, melekleri bile geride bırakırlar. Kul olmak peygamber olmanın ön şartıdır. Bu sebeple bizler kelime-i şahâdette Allah Rasûlü’nün önce kul olduğuna daha sonra peygamber olduğuna şâhitlik ederiz.

Kulluk makamının zirvesine; vesvese ağlarından kurtulup nefis ve şeytanla mücadele ederek, arzu ve heveslere sırt dönerek, verilen nimetlere -az çok demeden hepsine- şükrederek, teslîmiyet gösterip imtihanlara sabrederek, gönlü Allah ve Rasûlü’nün sevgisiyle doldurarak ve hiçliğe bürünerek çıkılır.

Rabbim, bizleri ihlâslı ve şuurlu bir kul eylesin. Âmîn…