MÂNEVÎ HASTALIKLARIMIZ -1-

Ali ÖZBEK aliozbek1997@outlook.com

KİBİR

İnsan; sadece maddî yöne değil, içinde bütün âlemleri barındıran mânevî bir yöne de sahiptir. İnsanı bir bütün olarak düşünememek, parçalara bölmek, sadece bir yönünü hesaba katıp diğer yönleri ihmal etmek insanın ne olduğunu hiçbir zaman anlayamamak demektir. İslâm için «fıtrat dîni» denmesinin bir hikmeti de budur. Koyduğu kaideler ile insanın hem maddî hem de mânevî yönünü besler, ikisini bir bütün olarak ele alır. O zaman insan; Rabbimiz’in; «yaratılmışların en güzeli» olarak vasıflandırdığı, yerin, göğün ve dağların taşımaktan çekindiği «kulluk» vazifesini üzerine yüklediği ve yeryüzünü îmar için halîfe olarak seçtiği bir varlıktır.

Allâh’ın yeryüzünü emânet ettiği insan, hem maddî hem de mânevî yönünü güzelleştirdiği zaman ancak mutlu olabilir. Beden sağlığını ihmal ettiği zaman çektiği hastalıklar olduğu gibi, mânevî anlamda da gıdâsını almadığı zaman çeşitli hastalıklara yakalanır. İnsandan nasıl ki bedeni rahatsızlandığı zaman tedavi olması isteniyorsa, aynı şekilde mânevî olarak da hastalandığı zaman tedavi olması istenmektedir. Hiç şüphesiz doğru olan bir tedavide atılacak olan ilk adım hastalığın tespitidir. Hastalığımızı tespit edersek ve kabullenirsek, ona göre bir tedavi uygularız ve ulaşacağımız netice de o denli isabetli olur.

Bu ve bundan sonraki birkaç yazımızda yakalandığımız bazı mânevî hastalıklarımızı konuşup, bunların sebeplerini ve tedavi yollarını birlikte arayacağız inşâallah.

Âdemoğlunun yakalandığı, kurtulmak için belki de çok çırpınması gerektiği en büyük mânevî hastalıkların başında «kibir» hastalığı gelmektedir. Kibir; insanın kendini, başkasından daha büyük görmesi demektir. Bununla beraber bir de «tekebbür» kelimesi vardır ki büyüklenmenin, büyüklük taslamanın en büyüğü budur.

Tekebbür (تكبّر); insanın Hakk’ı kabul etmemesi, O’na boyun eğmekten yüz çevirmesi ve kulluk yapmaya tenezzül etmemesidir. Allâh’ın emrini hiçe sayarak ilk kibirlenen, O’na karşı tekebbür ile yaklaşan ilk kişi şeytandır:

وَاِذْ قُلْنَا لِلْمَلٰٓئِكَةِ اسْجُدُوا لِاٰدَمَ فَسَجَدُٓوا اِلَّٓا اِبْل۪يسَؕ اَبٰى وَاسْتَكْبَرَ وَكَانَ مِنَ الْكَافِر۪ينَ

“Hani meleklere; «Âdem için saygı ile eğilin!» demiştik de İblis hariç bütün melekler hemen saygı ile eğilmişler, İblis (bundan) kaçınmış, büyüklük taslamış ve kâfirlerden olmuştu.”1

Âyetten de anladığımız üzere kibir, şeytanın ve dostlarının azığıdır. Büyüklük ve azamet, âlemlerin Rabbi olan Allâh’ın bir vasfıdır. İnsana yakışan ise küçüklüktür, haddini bilmektir, hiç olduğunun idrâkinde olmaktır. Bununla alâkalı olarak bir hadîs-i kudsîde Rabbimiz Teâlâ şöyle buyurmaktadır:

“Yücelik ve kudret benim izârım, büyüklük de benim ridâm sayılır. Bunlardan biri kendisinde de varmış gibi davranan olursa, onun cezasını veririm.”2

İşte kim küçüklüğünü unutup Rabbi ile bu konuda boy ölçüşmeye kalkarsa, kendisini yoktan var eden Rabbini unutup hayatında olup biten şeyleri kendi becerisine ve zekâsına bağlarsa, sahip olduğu imkânları vereni unutursa, hiç şüphesiz büyük ve Celîl olan Allâh’ın azâbına dûçâr olur.

Kendisini yoktan vâr eden Allâh’a dahî büyüklenen insan, tabiî olarak bununla da yetinmeyip diğer insanlara karşı da büyüklenmektedir. Sahip olduğu mal, makam, mevki, ilim gibi geçici şeylerin verdiği sarhoşluk ile kendisinde bir üstünlük görebilmektedir. Hâlbuki Âlemlerin Rabbinin Habîbi olan Efendimiz -aleyhisselâm- bile yüksek mevkiine rağmen her zaman tevâzu sahibi olmuş, ashâbına da her zaman bunu tavsiye etmiştir. Mekke’nin fethinde, Efendimiz -aleyhisselâm-’ın gücünün ve kudretinin en zirvede olduğu noktada huzûruna gelen, korkudan tir tir titreyen birisine Efendimiz -aleyhisselâm-;

“–Sakin ol kardeşim! Ben bir kral veya hükümdar değilim. Kureyş’ten kurutulmuş et yiyen bir kadının oğluyum!..”3 diye cevap vererek tevazuun zirvesini göstermiştir.

Efendimiz -aleyhisselâm-, dostlarına ve biz kardeşlerine yaptığı bir tavsiyede Rabbimiz’in şöyle buyurduğunu haber vermektedir:

“Allah Teâlâ bana;

«Birbirinize karşı öylesine alçakgönüllü olun ki hiçbir kişi diğerine karşı haddi aşıp zulmetmesin! Yine hiçbir kimse, bir başkasına karşı böbürlenip üstünlük taslamasın!» diye vahyetti.”4

O zaman bize düşen, Rahmân’ın has kullarından5 olabilmek için tevâzu sahibi olmak, sahip olduğumuz şeylerin bir gün mutlaka son bulacağını düşünmektir. Bu hastalığın tedavisi için uygulanacak en mühim usûllerden biri sürekli Allâh’ın kudretini düşünmek, insanların sahip oldukları nice güzelliklerin O’nun tarafından verildiğinin idrâkinde olmaktır.

Evden dışarıya çıktığımızda karşılaştığımız her müslüman kardeşimizi kendimizden üstün görmeliyiz. Buna gayret etmeliyiz. Ne kadar çok nâfile ibâdet yaparsak yapalım, ne kadar çok oruç tutarsak tutalım, ne kadar çok teheccüd kılarsak kılalım, ne kadar çok infakta bulunursak bulunalım, ne kadar çok Allah için koşturursak koşturalım, ne kadar çok kitap yazarsak yazalım… gördüğümüz her kardeşimizi kendimizden daha üstün, Allâh’a daha yakın görelim ki biz de bu vesile ile Allâh’a daha da yakınlaşalım.

_____________________

1 el-Bakara, 2/34.

2 Müslim, Birr, 136; Ebû Dâvûd, Libâs, 26.

3 İbn-i Mâce, Et‘ime, 30; Hâkim, III, 50/4366; Beyhakî, Delâil, V, 69.

4 Müslim, Cennet, 64.

5 el-Furkān, 25/63.