SÎRET-İ ÖMER

Abdullah Mesud HIDIR mahidir@gmail.com

Sahâbe-i kiramdan Şifâ bint-i Abdullah -radıyallâhu anhâ-, Mekke’de doğdu. Asıl ismi Leylâ’dır. Hastaları, Allâh’ın izniyle, şifâya kavuşturmasıyla meşhur olduğu için bu isimle anıldı. Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-’ın akrabası olan Şifâ Hatun, câhiliyye devrinde de iyi bir kadındı.

İlk müslümanlardan olan Şifâ Hatun; Medine’ye hicret edince, okuma-yazma bilmeyenlere okuma-yazma öğretmeye başladı. Bunların arasında Hafsa -radıyallâhu anhâ- da vardı. Sık sık Hafsa -radıyallâhu anhâ- ile Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in hâne-i saâdetlerine ziyarete giderdi. Onlar da Şifâ Hatun’un evine iade-i ziyarette bulunurdu. Hattâ Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- o evde zaman zaman istirahat ederdi.

Hazret-i Ebûbekir ve Hazret-i Ömer -radıyallâhu anhüm- de hilâfetleri döneminde bu görgülü ve becerikli hanımı el üstünde tuttular.

Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-; aklı, zekâsı, firâseti ve basîretiyle öne çıkan Şifâ Hatun’a Medine pazarını teftiş vazifesi verdi.

Şifâ Hatun, Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-’ın hilafeti döneminde Medine’de vefat etti.

*

Târîh-i Kâmil’de Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-’ın sîreti bölümünde şöyle anlatılıyor:

Şifâ -radıyallâhu anhâ-; sun‘î bir şekilde yavaş yavaş yürümek, ağır ağır konuşmak gibi riyâkâr tavırları olan birtakım zevât görüp;

“–Bunlar kimlerdir?” diye sordu.

“–Bunlar zâhidlerdir.” şeklinde cevap alınca:

“–Ömer; -Allah hakkı için- bir söz söylediği vakit işittirir, yürüdüğü vakit süratli yürür, cezalandırdığı adamın canını yakardı. Bununla birlikte kendisi gerçek bir zâhiddi.” demiştir.

Bu sözleriyle şekilden sıyrılıp öze ulaşılmasını öğütlüyordu. (Mehmed Zihni Efendi, Meşâhirü’n-Nisâ, c. I, s. 400)

ÇARŞI-PAZARIN ÂDİL MÜFETTİŞİ

Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ticaretin çarşı-pazar gibi merkezlerde gerçekleşmesini uygun görmüştür. Bu, ticaretin daha sıhhatli olmasını temin içindi. Çünkü Medine’de bazen tüccarlar; kervan şehre yaklaşırken kervandaki ticaret mallarını satın alır, halka kendi koydukları fiyattan satarlardı. Bu da ürünün haksız fiyat artışı demekti.

Ticarette satıcıdan, hile yapmaması ve müşteriyi zarara uğratmaması beklenirken; alıcıdan da ürünün hakkı olan bedelinin satıcıya eksiksiz ödemesi beklenir. Medine’de çarşıyı bizzat teftiş eden Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ıslak buğdayı kuru buğdayın altına koyarak ticaretine hile karıştıran bir esnafı sert bir şekilde îkaz etmiştir. Hisbe teşkilâtının temellerini atan Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Semrâ bint-i Nüheyk -radıyallâhu anhâ-’yı Medine çarşısında gezerek insanları ticârî ahlâka uygun davranma hususunda teşvik ve emr-i bi’l-mâruf ve nehy-i ani’l-münker ile vazifelendirdi. Bu uygulama; Hulefâ-i Râşidîn devrinde ve sonraki asırlardaki İslâm toplumlarında, varlığını ve faaliyetlerini sürdürmüştür. Osmanlılarda resmî ve sistemli bir müessese hâlini alan hisbe teşkilâtı emr-i bi’l-mâruf ve nehy-i ani’l-münker prensibi gereğince umumî ahlâkı ve kamu düzenini koruma ve denetleme faaliyetleri gerçekleştirmiştir. Bu müessesenin başında bulunana da muhtesip veya ihtisap ağası denirdi.

Osmanlı Devleti’nden bir misalle devam edelim;

II. Mahmud devrinin meşhur muhtesiplerden Osman Bey; vazifesini hakkıyla îfâ etme şuuruyla, sadece insanın değil, çarşı-pazardaki hayvanların da zulüm görmesine müsaade etmezdi. Yük beygirlerine kötü davrananlara aynı davranışı uygulatır, pazarda satılan tavuk ve hindilerin baş aşağı gezdirilmesine müsaade etmezdi. Canlı olarak satılmak için pazara getirilen tavukların kursaklarını kontrol eder, eğer kursakları boşsa satan kişiyi tavukları aç bıraktığı için cezalandırırdı.

Bir gün yine böyle bir uygulama esnasında bir köylü Osman Bey’e hitâben;

“–Ağam; tavukların kursağını yokluyorsun, bir de onları satmaya çalışan benim kursağımı yoklasana! İki gündür ağzıma lokma koymadım!” der. Bu sözler üzerine Osman Bey o adamın bütün tavuklarını satın alır.

ALMAN SEFİRİN ZİYARETİ MEMURU UTANDIRDI

Süleyman Çelebi, 1351 yılında Bursa’da doğdu. Dînî sahada iyi bir tahsil gördü. Bursa Ulu Camii imamlığına tayin oldu. Kaleme aldığı meşhur eseri «Vesîletü’n-Necât: Kurtuluş Vesilesi», mevlid türünde yazılan, asırlardır okunan ve istifade edilen eşsiz bir eserdir.

Süleyman Çelebi, 1422’de Bursa’da vefat etti. Kabri, Bursa’da Çekirge yolundadır.

*

Süleyman Çelebi Hazretleri’nin türbesiyle ilgili M. Esad COŞAN Hocaefendi; «Tarihî ve Tasavvufî Şahsiyetler» kitabında bir hâdiseden bahseder:

Bir gün bir Alman elçi Bursa’ya gelir ve orada elçiyle ilgilenmesi ve onu gezdirmesi için Almancası kuvvetli bir memur tayin edilir. Alman elçi Kâzım isimli bu memura Süleyman Çelebi’nin türbesini ziyarete gitmek istediğini söyler. Bu talebe şaşıran Kâzım Beyi bir telâş alır; çünkü Süleyman Çelebi’nin kabri zâhiren harap hâldedir. Sıkılır ve ne yapacağını bilemez. Utana sıkıla elçiyi kaldığı yerden almaya gider. Gittiğinde Alman elçinin sanki reîs-i cumhurun karşısına çıkacak gibi giyindiğini görür. Alman elçinin bu hâlini görünce, bizim Kâzım Beyin şaşkınlığı bir kat daha artar. Dayanamaz, sebebini sorar. Alman elçi Kâzım Beyin suâline mevlid-i şeriften şu bölümü okuyarak cevap verir:

Dedi; gördüm ol Habîbin ânesi,
Bir aceb nur kim, güneş pervânesi.
Berk urub çıktı evimden nâgehân,
Göklere dek nûr ile doldu cihân.

Kâzım Bey, Alman elçinin Süleyman Çelebi Hazretleri’ne olan saygısı karşısında bir kez daha utanır. Birlikte kabri ziyarete giderler. Alman elçi kabrin harap hâlini görünce mahzun olur. Kabrin mâmur edilmesi için aracılık eder ve dönemin Bursa valisi Haşim İŞCAN tarafından Bursa Eski Eserleri Sevenler Kurumunun katkılarıyla vefatından 530 sene sonra Süleyman Çelebi Hazretleri’ne mermer sandukadan bir türbe yaptırılır.

SANATTA BİR YILDIZ: NECMEDDİN OKYAY

Sanatkâr Necmeddin OKYAY, 28 Ocak 1883’te Üsküdar’da doğdu. Mahalle mektebinde tahsile başladı. Hıfzını tamamladı. Hasan Talât Bey’den rik‘a, dîvânî, celî dîvânî yazılarını öğrendi. Daha sonra Filibeli Bakkal Ârif Efendi’den yazı meşk etti. Ebrû sanatına merak salarak Özbekler Tekkesi Şeyhi Hezarfen Ethem Efendi’den ebrû öğrendi. Hacı Kâmil Efendi’den sülüs hattını ilerletti, Tuğrakeş İsmail Hakkı Bey’den de celî sülüs yazıyı ve tuğra çekmeyi öğrendi. İsmail Hakkı Bey’in teşvikiyle Gülcü Şükrü Baba’dan gül yetiştirmeyi öğrendi. Yetiştirdiği 400 çeşit gülün her biri açarken onun da yüzünde ve rûhunda güller açardı.

Necmeddin Hoca; ömrü boyunca, öğrendiği sanatları talebelerine öğretme gayretinde oldu.

Necmeddin OKYAY, 5 Ocak 1976’da vefat etti. Kabri, Karacaahmet Kabristanı’ndadır.

*

Necmeddin Efendi ebrû sanatında seleflerinin denemediği bir tarzı bulmuştur. İlâhî güzelliklerin yeryüzündeki tecellîleri olan karanfil, sümbül, lâle, hercâi menekşe, fulya ve gelincik çiçekleri onun ebrû teknesinde bir başka güzellikte açmıştır. Yazılı ebrûyu da ilk defa o denemiştir. Bu yüzden çiçekli ve yazılı ebrû, «Necmeddin Ebrûsu» olarak şöhret bulmuştur. Kendisi bu hâdisenin başlangıcını şöyle anlatır:

“1916 yılında Medresetü’l-Hattâtîn’deki hocalığım sırasında bir şahıs medreseye gelerek;

«–Çiçekli ebrû yapmanızı istiyorum.» dedi.

«–Efendi beyim; bu sanatta öyle çiçek filân olmaz, gerçi eskiler tecrübe etmişlerdir ama, o da çiçeğe pek benzemez.» dedim.

«–Hoca değil misiniz? Yapmanız lâzım.» dedi.

Bunun üzerine eve geldim. Tekneyi kurdum, çiçek şekillerini çıkarmak için uğraşmaya başladım. O esnada bize çok sevdiğim arkadaşım Hattat Macid AYRAL geldi. Ben lâle yapmaya çalışıyordum. Macid’im birden;

«–Birâder, şu uçları yukarı doğru çeksene…» dedi. Ben hayatta bu işi bilmeyenlerden o iş hakkında çok şey öğrenmişimdir. Bu da öyle oldu. Elimdeki tek at kuyruğunu teknenin içinde yukarıya doğru çekince, çiçek tıpkı lâleye benzedi. Çok heyecanlandım ve büyük bir zevk duydum. Günlerden cuma olduğu için camiye namaza indik. Namazdan sonra lâle, sümbül, karanfil, o mevsimde hangi çiçekler varsa hepsinden aldım ve eve dönüşte onlara bakarak teknede aynını resmetmeye başladım. İşte Macid’in o îkazı ve Rabbim’in lutf u keremiyle bu iş oldu.” (Mehmet Necmeddin BARDAKÇI, Cemâl-i İlâhîye Ayna Bir Yıldız: Mehmed Necmeddin OKYAY, Tasavvuf: İlmî ve Akademik Araştırma Dergisi, sa. 18, s. 106)