SONSUZLUĞUN KAPISI ÖLÜM

Ali AĞIR aliagir70@gmail.com

Ömür; yaşanan ve yaşanacak hakikatler ile geleceğe dair kurulan hayaller arasında geçip gider. Hayal âleminin uçsuz bucaksız ve arzularının/beklentilerinin fazla oluşu, insanın hayallere dalmasına ve istikbalden ümitlenmesine sebep olur. Bazıları vardır ki; dünya hayatı için mümkün olmamasına rağmen, insan yine de bunları kurmaya devam eder, hayallerinde en tepeye, zirveye taşır.

Sonsuzluk, ölümsüzlük, ebedî yaşama arzusu…

Hazret-i Âdem -aleyhisselâm- ve Hazret-i Havvâ cennetteyken onları yasaklanmış ağaca yaklaştırmak için şeytanın verdiği vesvesede bu özellik hemen dikkat çeker:

“Derken, şeytan şöyle diyerek onun kafasını karıştırdı:

«Ey Âdem! Sana sonsuzluk ağacının ve son bulmayacak bir hükümranlığın yolunu göstereyim mi?»” (Tâ-hâ, 120; ayrıca bkz. el-A‘râf, 20)

Dünya hayatındaki nimetlerin çokluğu, her şeyin yerli yerinde ve mükemmel bir şekilde yaratılması, kâinâtın göz alıcı güzelliklerle bezenmesi, insan fıtratında var olan ebedî yaşama arzusu… Zihni meşgul eden düşünce, gönle yerleşmiş olan sonsuzluk sevdası birçok kişiyi; «Ölümsüzlük nasıl ve neyle mümkün olur?» sorusunu sormaya itmiş, bu arzunun peşine düşürmüştür.

“İnsanın yeryüzünde görünmesinden itibaren hemen her toplumda hayatın kısalığı, buna karşılık yaşama arzusunun çok kuvvetli oluşu, ona daima sonsuz bir hayat fikri ilham etmiştir. Bu eğilimin çeşitli toplumlarda bazı mitolojik mahsuller doğurduğu ve insanların ebedî bir hayat aramak için verdikleri mücadeleleri anlatan Gılgamış Destanı ve İskender Efsânesi gibi gerçekten şâheser örnekler verdiği görülmektedir. Bu örneklerde suyun önemi hemen fark edilir. Çünkü böyle bir ebedî hayat sağlayan suyun (âb-ı hayat) varlığına olan inancın doğuşunda, gerçek hayattaki suyun bütün canlılar için taşıdığı önemin rolü çok büyüktür. Onun hayat verici, diriltici, yapıcı ve canlılık kazandırıcı özelliği çeşitli inanç sistemlerinde kendini göstermiş ve ölümsüzlük kazandıran âb-ı hayat efsânesinin doğmasına uygun zemin hazırlamıştır.” (TDV İslâm Ansiklopedisi)

Bugün bu mevzuyla ilgili çeşitli araştırmalar yapılmaktadır. Ancak insan ne kadar hayal kurarsa kursun, ne kadar ararsa arasın, hangi noktaya varırsa varsın, dünya hayatında ölümsüzlüğü bulması imkânsızdır. Çünkü;

“Her nefis ölümü tadacaktır.” (el-Ankebût, 57)

Hayat gibi ölüm de bir kaderdir.

Bilinen ve kaçınılmayacak en büyük hakikat olmasına rağmen ölüm; soğuk, kaygı verici, ürkütücü, ağızların tadını kaçıran bir hâdisedir. İnsan bile bile, isteyerek günlük meşgalelerle zihninden uzaklaştırmaya ve unutmaya çalışmaktadır. Bunun çeşitli sebepleri vardır:

• Dünyaya olan düşkünlüğü (dünya sevgisi),

• Amel defterinin ibâdet, hayır ve hasenatla yeterince dolu olmaması,

• Sevdiklerinden ayrılma endişesi,

• Ecelinin nerede, ne zaman geleceğinin meçhul oluşu,

• Îmânının son nefeste şeytan tarafından çalınma ihtimali,

• Hesap gününde nasıl bir netice ile karşılaşacağını bilememesi,

• Zerre hayır ve şerrin karşılığını alacak olması…

İnsanın bazı kaygıları, derin düşünceleri olsa da son nefes ve sonrasının, ömrümüzü nasıl geçirdiğimizle sıkı bir bağı vardır. İnsan nasıl yaşarsa öyle ölür, nasıl ölürse öyle dirilir.

Nice sıkıntının, acının, imtihanın olduğu bu fânî âlemde ölümsüzlüğün çaresi olmadığına göre, insanın elinde tek bir seçenek kalmaktadır: Rotasını ukbâya çevirmek, ölüm sonrası için çaba harcayarak ebedî hayata hazırlanmak.

Bir gün gelecek her insan bu âleme vedâ ederek sonsuz hayatın kapısından geçecektir. İnanan insan, asıl hayatın âhiret hayatı olduğunu bilir. Ölümün hakikat oluşunu aklından hiç çıkarmaz; nazar ettiği her şeyde ölümü hatırlar, bir nefes kadar yakınında durduğunun şuurundadır. Gelip geçici olanlara bağlanmaz, onlara aldanmaz. Her ânın kıymetini bilir. Ömür takviminin son yaprağı kopuncaya kadar şeytana ve nefsine karşı zor mücadelesini -bu uğurda yorgun düşse de- bıkmadan usanmadan aralıksız sürdürür.

Biraz tefekkür edildiğinde; her şeyin olduğu gibi ölümün de güzel bir nimet, Rabbimiz’in rahmetinin bir parçası olduğunun hemen farkına varılır. Bu hayat ebedî olsaydı; ağır imtihanlar, çekilen çileler, acılar, felâketler, çeşitli hastalıklar insanın yakasını bırakmazdı. Böyle bir durumda hayat çekilmez olur, insanlar için bitmez tükenmez bir zulme dönüşürdü. Allah -celle celâlühû- -hâşâ- asla zâlim değildir.

Ölüm ve sonrasında yüz akıyla verilen bir hesabın ardından; sürgün bitecek, sevdiklerimize ve En Sevgili’ye hasret dinecek, mes’ûliyetler, birçok dert ve hüzün geride kalacaktır. Sonsuzluğa sevdalı bizler için; sonsuz bir hayat başlayacak, aklımıza gelmeyen, hayal bile edemediğimiz sayısız nimetlere kavuşacağız.

Üstad Necip Fazıl şöyle der:

Ölüm güzel şey, budur perde ardından haber…
Hiç güzel olmasaydı, ölür müydü Peygamber?..

Mevlânâ’nın buyurduğu gibi; Rabbim ölüm günümüzü şeb-i arûsa (düğün gecesine) çevirsin, bizleri sevdiklerimizle beraber cennetini ikrâm ettiği kullarından eylesin.