Şer‘î Kaidelerle Tasavvuf -11- TAHALLÎ ve TECELLÎ

Dr. Ahmet Hamdi YILDIRIM

(Şâzelî meşâyıhından Ahmed Zerrûk [v. 899/1494] Hazretleri’nin; tasavvufu, usûl ve fıkıh kaideleriyle anlattığı Kavâidü’t-Tasavvuf ve Şevâhidü’t-Taarruf adlı eserinin tercüme ve şerhine devam ediyoruz.)

SÂDIKI SAHTEKÂRDAN AYIRT ETMEK

Müellifimiz; on altıncı kaidede, tasavvuf ilminin öğretilmesinde, ehliyetin gözetilip gözetilmeyeceği hususuna temas etmişti. Şimdi ise ehem-mühim meselesine dikkatimizi çekiyor. Aslında bu madde, tasavvuf ilmine talip olanların niyetini de ortaya koyan bir ölçü sunuyor.

On Yedinci Kaide:

“Bir meselede, ehemmiyetli olanı itibara almak ve onu öne geçirmek, sâdık olanların işidir.”

Her sahada, ehem-mühim dengesini gözetmek îcap eder. Her işi bir anda yapamayız. Her şeyi bir anda öğrenemeyiz. Öyleyse sıraya koyacağız. Bu sıralamada da en mühim olanı en öne koyacağız.

En mühim olanı bırakıyor da, sırf dikkat çekici, merak uyandırıcı ayrıntılara yöneliyorsa, işte o kişi samimî değil demektir.

Tasavvuf yoluna giren bir kimse önce ne yapacak? Eksiklerini önüne koyacak ve en mühim olandan başlayacak. Tasavvuf, Hakk’a yönelmekte samimiyet idi. Hakk’a ne ile teveccüh edilir? Sahih bir akîde ve düzgün bir kulluk ile… Bunların ölçülerini bilmeye ilmihâl bilgisi diyoruz. Tasavvuf yolcusu olduğunu söyleyen bir kişi bunları bilmiyor, bunlardan başlamıyor da birtakım sırlı, gizli, derin, kapalı, müphem vadilere dalmak istiyor ise demek ki bu kişi samimî değil.

“Ehl-i irfânın, sûfiyyenin ilimlerine talip olup da Allâh’a nasıl kulluk yapacağını bilmeden, (bununla alâkalı mârifetini tamamlamadan, ilmihâlini, akāidini tamamlamadan ) tutup da ince teferruatı talep eden, açık hükümler dururken, gizli, kapalı hükümlere yönelen kişi hevâsına aldanmış biridir.”

Müellifimiz, tasavvufun Suffe Ashâbı gibi ibâdete yoğunlaşmak, kalbi arındırmak, nefsi terbiye etmek demek olduğunu anlatmıştı. Öyleyse, tasavvuf İslâm demektir. İslâm’ın ana esasları, en mühim meseleleri, îmandır, ibâdettir.

Tasavvuf yolcusu, îman ve ibâdet esaslarını öğrenmeli, yaşamalı ve yaşatmalıdır.

Fakat tasavvuf tarihinde, merak uyandıran birtakım sırlı hâdiseler de var. Keşif, kerâmet, müşâhede, cezbe, sekir hâlinde söylenen bazı şatahat ve benzerleri. Kimileri tasavvuf denilince bunu anlıyor ve bunlara talip oluyor. Hâlbuki bunlar esas gaye olmayı bırakın çok mühim meseleler bile değildir.

Asıl mühim meseleler:

•Allâh’a güzelce ve doğru îman.

•Sağlam ve samimî bir ibâdet.

•Haramlardan kaçınmak. 

Bunlar tartışmalı, kapalı mevzular da değil, apaçık hakikatler iken bir kimsenin bunlardan haberi yok fakat; «Ene’l-Hak!» sözünün sırrının peşine düşmüş!.. Namazın, orucun, haccın erkânını, âdâbını bilmiyor, fakat tayy-ı mekân ile nasıl Mekke’ye gidilir, onu araştırıyor. Gündeminde şerîatın açık hükümleri yerine birtakım sırlar, gizli ilimler vs. var. Böyle biri aldanmıştır. Onun derdi Allâh’a ulaşmak değildir, mârifetullah hiç değildir. O; hevesinin, hevâsının ve arzularının kurbanı olmuştur.

Dolayısıyla önce insan zâhirini zapt u rapt altına almalıdır. Yani bir insanın tasavvufta ne kadar mertebe katettiği namazından anlaşılır.

Tâbiîn muhaddislerinden Ebu’l-Âliye der ki:

“Biz, kendisinden (hadis) almak için bir kişinin yanına gittiğimizde, onun namaz kılışına bakardık: Eğer namazını (tâdîl-i erkân ve huşû ile) güzelce kılarsa; «O, diğer işlerini de güzel yapar.» diyerek yanına otururduk. Şayet namazını gafilâne kılarsa; «Onun, diğer işleri de böyle (dikkatsiz ve tutarsız)dır.» diyerek yanından kalkardık.” (Dârimî, Mukaddime, 38/429)

Şeyh Zerrûk devam ediyor:

“Özellikle de bu kişi,

•İbâdetlerin zâhirî, fıkhî hükümlerini sağlam bir şekilde öğrenip tatbik etmiyorsa;

•Birtakım hâllerde; «Sünnet nedir? Bid‘at nedir?» bunları birbirinden ayırt edemiyorsa, (yani çöple samanı tefrik edemiyorsa);

•Tehallîden (birtakım hâl ve makamların hususiyetleriyle donanmaktan, süslenmekten) önce, tahallîyi (mâsivâdan, kötü huylardan ve davranışlardan arınmayı) talep etmiyorsa veya bunu gerçekleştirdiğini iddia ediyorsa (onun hevâsına aldanmış olduğu iyice kesindir.)”

Bu kısmı biraz îzah edecek olursak:

İbâdetlerin zâhirî ve fıkhî hükümleri şerîat tarafından belirlenmiştir. Tasavvuf bununla kalmayıp; «huşû, kalp huzuru, namaz dışında da kalp huzurunu devam ettirmek» gibi mânevî derinliklere de talip. Ancak kişi; daha namazın farzını, vâcibini bilmeden, bunlara talipmiş gibi yapıyorsa, kendini kandırıyor demektir.

Sünneti ve bid‘atı ayırt edecek zâhirî ilme sahip olmazsa, kişi tasavvufta had ve hududu bilemez. Bâtınîlerin düştüğü vartalara, tehlikelere dûçâr olur. Meselâ; «Râbıta yapacağım.» diye eline fotoğraf alanlar, câhilâne bir sûrette çok tehlikeli bir bid‘ate kapı açmış oluyorlar. Hâlbuki râbıta kalp ve zihin dünyasında gerçekleştirilir. Böyle müşahhas bir hâle getirilirse şirke kapı aralar.

«Tahallî» noktalı خ ile olursa; tahliye etmek, boşaltmak demektir ki, kalbin mâsivâdan yani Allah’tan başka her şeyden arındırılması demektir.

«Tehallî» noktasız ح ile olursa; hilyelenmek, süslenmek, ziynetlenmek, donanmak demektir.

Bir insan giyinip kuşanmadan önce; eskileri çıkarır, yıkanır, arınır, pîr ü pâk olur. Ondan sonra o temiz, nezih ve müstesnâ elbiseleri giyebilir.

Yani tasavvufun va‘dettiği mânevî dereceler, hâller ve makamlar, önce menfîliklerden kurtulmak şartına bağlıdır.

Bu hakikat birçok teşbihlerle anlatılmıştır. Mahmud Sâmi RAMAZANOĞLU Hazretleri;

“Yaradan cerahat temizlenmeden merhem sürülmez.” diyerek açıklamıştır.

Sür çıkar ağyârı dilden tâ tecellî ide Hak,
Pâdişah konmaz sarâya hâne mâmur olmadan!

diye de anlatmışlardır.

Mevlânâ Hazretleri’nin Çin ve Türk ressamları hikâyesi de bu hakikati anlatır. «Hangimiz daha güzel resim yapıyoruz?» diye yarışan Çin ve Türk ressamlar, aynı odanın iki tarafında çalışmalarını yaparlar. Çinliler kendi duvarlarına bütün maharetlerini gösteren, birbirinden güzel resimler nakşederken, Türk ressamlar sadece kendi duvarlarını temizler, cilâlar ve parlatırlar.

Sonunda hakemlik edecek hükümdar gelir, önce Çinlilerin duvarına bakar, beğenir. Sonra Türk tarafına geçtiklerinde, Türk ressamlar aradaki perdeyi çekiverir. Çinlilerin resimleri, bu günlerdir cilâlanan duvara aksederek, çok daha güzel ve ihtişamlı şekilde görünür.

Yani kişi, daha kalbinden kibri, hasedi, ucbu temizlememiş, daha dünya sevgisi, makam arzusu, şöhret talebi kalbinde öylece duruyor, ama diyor ki:

“Ben ârif-i billâh oldum, seyr ilâllah derecesine ulaştım, fenâ fillâh makamına erdim.” Bu, kabul edilemez.

Bâyezîd-i Bistâmî Hazretleri’ne bir zâtı methediyorlar. O da istifade için yanına doğru giderken, o kişinin kıbleye doğru tükürdüğünü görüyor ve geri dönüyor. Çünkü bu hususta hadîs-i şerif vardır.* Bundan gafil olan bir insan derece alamaz. Çünkü yol, Allah Rasûlü’nün yoludur. O’nun yoluna uymayan; sünneti, bid‘ati bilmeyen kişi mânevî terakkî elde edemez. Ettiğini sanıyorsa, o istidraçtır. Makbul bir hâl değildir.

Zerrûk Hazretleri bir Hak dostunun sözüyle devam ediyor:

“Seriyy-i Sakatî (ö. 251/865) ki -Allah onun murâdını versin- şöyle demişti:

«Allâh’ı tanıyan yaşar. Dünyaya meyleden taşar. Ahmak olan sabah gider, akşam döner, hiçbir kazancı olmaz. Akıllı olan kimse, ayıbını, kusurunu, eksiğini araştırır.»”

Dolayısıyla hakikî hayat sürenler, yaşayanlar, Allâh’ı bilenlerdir. Âriflik iddiasında samimî olanlar da, İslâm’ın hakikatlerini yaşayanlardır.

Dünyaya tamah edenler, meyledenler, dünyanın hengâmında boğulurlar. Hedeften uzaklaşırlar, isabet edemezler.

Ne âhiret ne dünya ortada kalanlar, ahmak olanlar, onlar da sabah-akşam boşuna kürek çekerler.

Asıl akıllı olan; kendi eksiğini, gediğini, kusurunu teftiş edip duranlardır. Kendi kendini denetleyenlerdir.

Zamanımızda denetim firmaları var. Firmalar bizzat başvurup; «Bizim firmamızı da denetleyin.» diyorlar. Yani kusurumuzu bulup, hatamızı tespit edin. Bunun için para veriyorlar. Tasavvuf da böyle bir mekteptir. Bu mektepte insana kendisi tanıtılır. Kendi kendisinin kusurlarını görebilme imkânına kavuşur. Bu noktada Hazret’in zikrettiği, istidlâl ettiği bir diğer söz Hikem-i Atâiyye’dendir:

“(Atâullah el-İskenderî’nin meşhur eseri) Hikem’de şu söz vardır:

«Sendeki gizli ayıpları ve kusurları bilmeye meraklı ve alâkalı olman, senden saklanmış olan gaybî ilimleri bilmeye meraklı olmandan daha hayırlıdır.»

Bu güzel bir sözdür.”

“Gözündeki çapağı görmez ama esrâra muttalî olmaya gayret eder.” diyen başka bir sözümüz de var.

İnsan, önce kendisine lâzım olan ilimleri tahsil etmelidir.

Kendi kusurunu göremeyen, kendi açığını tamir edemeyen kimse «Levh-i Mahfûz»u okusa ne olur, okumasa ne olur?

Önemli olan; insanın önce kendisini ıslah etmesidir, kendisine bakmasıdır.

Rabbimiz, bizim iki cihânımız için en mühim olan eksiklerimizi görüp ıslah edebilmemizi nasip ve müyesser eylesin. Sâdıklardan eylesin. İddiacı nâdanlardan olmaktan muhafaza buyursun.

______________

* Bkz. İbn-i Huzeyme, Sahîh, 3/83; Ebû Dâvûd, Et‘ime, 40.