Bir İnsanlık Vecîbesi; KENDİNİ BİLMEK
B. Cahit ÖZDEMİR bcahit@hotmail.com
Sonsuzluk; hikmetine binâen, anlayışı bir ölçü çerçevesinde tanzim buyurulmuş insanoğlunun idrâkinin ötesinde bir mefhumdur. İhtişamı havsalaya sığmayan kâinatta, hayat olduğu bilinen tek gezegen dünyamız. Burada da sonsuz güzellik ve zenginlikte bir hayat olması hasebiyle; yine idrâk ötesi bir yaratılış, bir tanzim bahis mevzuu. Bu münasebetledir ki; âciz akıllarıyla kâinâtın sırlarına vâkıf olmak isteyen bir kısım allâme taslakları; bu fevkalâdeliği anlayabilmek hususunda, bilinemeyen bir sırrın varlığını düşünmek yerine, «tesadüfen var oluverdiği» gibi, ilim zihniyetiyle asla bağdaşmayan, gülünç bir zavallılığa dûçar kalmışlardır. Nitekim, kuvvetli bir mantık ilmiyle temâyüz ettiği bilinen İmâm-ı Âzam Hazretleri’nin; o zamanlar «dehrî» diye tavsif edilen böyle bir zavallıyı hak ettiği muamele ile alt etmesi meşhurdur.
Rivâyete göre, bu hâdisede; Hazret, bir dehrî ile, halkın huzûrunda münâzara için sözleşirler. Halkın karşısına vaktinde gelen dehrî, geciken Hazret’i kötü duruma düşüreceğinin sevinciyle;
“–Niçin geç kaldınız?” diye sorar. Muhatabı, onu şöyle cevaplar:
“–Vaktinde gelmek için yola çıkmıştım. Fakat, yolum üzerindeki yağmur dolayısıyla kabarmış bir dere, geçit vermedi. Nasıl geçebileceğimi düşünürken, bir de baktım; ağaçlar kendiliğinden kesilip işlendi, derenin üzerine bir köprü kuruldu ve geçtim. Bu sebeple, ancak şimdi gelebildim.”
Bunun üzerine sevinçle;
“–Bu masalın, kendisini kurtaramayacağını…” söyleyen dehrînin, İmâm-ı Âzam Hazretleri’nin şu cevabıyla nutku tutulur:
“–Bir dere üzerindeki köprünün bile kendiliğinden olamayacağını söylüyorsun da; şu sonsuz kâinâtın, kendiliğinden, tesadüfen var olduğunu nasıl iddia edebiliyorsun!?.”
“Bugün dünyada 8 milyon 700 bin canlı türü yaşamaktadır. Seksen ülkeden 2 binin üzerinde bilim insanının araştırmasından elde edilen sonuç bunu göstermektedir. Birleşmiş Milletler Çevre Programı ve Microsoft Araştırma Merkezi’nin ortaklaşa yaptığı araştırmaya göre yeryüzünün yüzde 70’i suyla kaplı olmasına rağmen tespit edilen türlerin dörtte üçü karada yaşamaktadır. Son araştırmalara göre 8 milyon 700 bin canlı türü tespit edilse de bugüne kadar yaklaşık 1.5 milyon türe isim verilmiştir ama gerçek sayı muhtemelen 10 milyon ile 100 milyon arasındadır. (Edward, 2000, s. 142, 157-158) Çünkü bilim insanları her yıl 15 bin kadar yeni tür keşfetmektedir. Teknolojinin ilerlemesiyle araştırmaların daha da hızlanabileceği söylenebilir.”*
İdrak çerçevesine göre sonsuz sayılabilecek, bu kadar uçsuz bucaksız bir varlıklar âlemi içinde, insan bizâtihî öyle müstesnâ bir mevkîye sahiptir ki; bunu ne hakkıyla ifade edebilmek mümkündür ne de havsalanın alabilmesi. Bu cümleden olarak insan nefha-i ilâhîye mazhar olmuştur; mevcûdât ona âmâde kılınmıştır; eşref-i mahlûkat olarak vasfedilmiştir; en güzel kıvamda yaratılmıştır; Hakk’ın yeryüzündeki vekili olarak tayin buyurulmuştur; vahye muhatap kılınmıştır; hiçbir canlıya lâyık görülmeyen fevkalâde rûhânî hâssalarla, melekleri aşma imkânı lutfedilmiştir; sonsuz nimetlerle nimetlendirilmiştir… Hulâsa insan, Allah Teâlâ’nın her an kendisi ile beraber ve ona şahdamarından daha yakın olma saâdetiyle müşerref kılınmış; zâhiri ve bundan çok daha derin bâtını ile idrâk ötesi bir hikmetler dîvânı mertebesiyle taltif buyurulmuştur. Gönül ehlinden, dîvan şairimiz Şeyh Gālib, insana ihsan buyurulan bu ulviyeti şöyle tavsif ediyor:
Hoşça bak zâtına kim, zübde-i âlemsin Sen;
Merdüm-i dîde-i ekvân olan âdemsin Sen.
İnsanın bu yüksek değerine izâfetendir ki; şanlı medeniyetimizin son halkası olan Osmanlı’nın mayasını çalanlardan Şeyh Edebâlî Hazretleri’nin;
“İnsanı yaşat ki; devlet yaşasın.” düsturu, devletin temelini teşkil etmiştir.
Böylesine müstesnâ bir mevkîde yaratılan insanın, kendi değerinden bîhaber olup, ona bu keyfiyeti bahşeden Rabbini tanıyamaması nasıl vasfedilebilir? Kur’ân-ı Kerim’de;
“Ey insan! Seni yaratıp, düzgün ve dengeli kılan, seni istediği bir şekilde birleştiren ihsânı bol Rabbine karşı seni aldatan nedir.” (el-İnfitâr, 6-8) diye ifade buyurulan fevkalâde şiddetli îkazda, şüphesiz bu hususa da bir işaret vardır.
Psikiyatrist Profesör Nevzat TARHAN, «Hazret-i Mevlânâ ile Aile Terapisi» adlı eserinde;
Modern psikolojinin yeni yeni fark etmeye başladığı ve farkındalık olarak üzerinde durduğu konunun, «öz bilinç, kendini tanıma» olduğunu belirterek;
“Dünyayı iyi bilen aldanmaz; âhireti iyi bilen aldatmaz; kendini iyi bilen aldatılmaz.” diyor. Buradan anlaşılıyor ki; Rabbine karşı insanın aldatılması, kendini bilmemesi sebebiyledir. Kezâ, merhum şairimiz Ârif Nihad ASYA da «Fetih Marşı»nda, fetih nesline;
Sen de geçebilirsin yârdan, anadan, serden,
Senin de destânını okuyalım ezberden;
Haberin yok gibidir taşıdığın değerden!
diye seslenirken, bu hususa vurgu yapıyor.
Ümmetin baş tâcı mesâbesindeki «Selef-i Sâlihîn» hazerâtının şiârına göre;
“Kendini bilen, Rabbini bilir.” Bu demektir ki; şüphesiz;
“Rabbini bilen de kendini bilir.” Âlemlere rahmet, Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz; insanlığını unutmuş bir câhiliyye cemiyetini, bu kaideyi tâlim buyurarak «asr-ı saâdet»e, tarihin göz bebeği bir rahmet cemiyetine yükseltmişti. Bu emsalsiz inkılâbı, şair Tâlî;
Onca câhilden çıkardın zirve bir insâniyet;
Böyle simyâ bilmez âlem, Sen hidâyet sihrisin!
diye ifade ediyor. Birbirini tamamlayan bu düstur, altın devri takip eden nesillerin ufkuna rehber olarak yerleşmiş; buna nisbetle, cemiyetin gidişâtında izzet veya zillet mukadder olmuştur. İnsanın kendini ve Rabbini tanıması tahsille elde edilebilen bir keyfiyet değildir. Nitekim şanlı medeniyetimizdeki «Tasavvuf Mektebi», sâliklerine bunu tâlim eden bir yol olarak vücut bulmuştur. Bu sebepledir ki; İmâm-ı Gazâlî Hazretleri, bu müşkilâtın sevkiyle, Nizâmiye Medresesi’ndeki vazifesinden ayrılıp, on bir sene müddetle inzivâya çekilmiştir. Anadolu’muzun gönül sultanlarından Yûnus Emre Hazretleri de, bu çetin meseleyi vukufla şöyle ortaya koyar:
İlim ilim bilmektir,
İlim kendin bilmektir.
Sen kendini bilmezsin;
Ya nice okumaktır.
Okumaktan murad ne?
Kişi Hakk’ı bilmektir.
Çün okudun bilmezsin;
Ha bir kuru emektir.
Günümüzde, gücün merkezi olması hasebiyle, batıdan gelen dünyevî (lâdînî) cereyanlar, irfanla yoğurulmuş şanlı bir medeniyetin vârisi olan İslâm âlemini ifsâd etti. Esâsen, tabiri câizse, «modernize olmuş câhiliyye» asrı, âdeta taş kalpli robotların elinde, mâzîde kalmış câhiliyye devrinden hiç de geri kalmayacak şekilde, hattâ teknolojinin imkânlarıyla daha da şiddetli bir tarzda yeniden hortladı. Eski İngiltere başbakanlarından Churchill’in;
“Bir damla petrol, bir damla kandan daha değerlidir.” diye müşahhaslaştırdığı sömürgeci zihniyet; insanın bütün ulvî değerlerini soyarak, onu alelâde bir madde yerine koydu. İnsan, tarihin hiçbir devrinde, son bir-iki asırdaki kadar geniş ve şiddetli ölçüde tahkîre, istismâra uğramadı. Hem de hak, hukuk, hürriyet, adâlet… gibi, onu yüceltici mefhumların maskeleri takılarak.
İnsanlığın, dünyevî cereyanların tesirinden kurtarılarak; şefkat, merhamet, sevgi, diğergâmlık, fedâkârlık… gibi, insanı insan yapan fazîletlerle yeniden buluşmasına, insanlığını yeniden hatırlamasına ihtiyaç var. Mevcûdât içinde kendi değerini görmesine ve kendini bilmesine, tanımasına ihtiyaç var. Kendine bu değeri lutfeden, Allah Teâlâ’yı bilmesine, tanımasına ihtiyaç var. Böylesine muhteşem bir varlığın sadece, bir hiç mesâbesindeki bu dünyaya ait olamayacağının idrâk edilmesine ihtiyaç var. Yaratılmışlara bencil hislerle değil, rahmet nazarıyla bakılmasına ihtiyaç var… Gönül sultanlarından Aziz Mahmud Hüdâyî Hazretleri, insanı saplandığı bataklıktan çıkarıp, saâdet yoluna koyacak bu dirilişi şöyle ifade buyuruyor:
Hüdâyî aç gözünü,
Pâk eyle kend’özünü,
Hakk’a döndür yüzünü;
Her işin âsân gelsin.
___________________
* (Bkz. http://www.ntvmsnbc. com/id/25244635/23.05.2013)
(Abdülmecid OKÇU, Kur’ân ve Evrim Açısından Canlıların
Oluşumu, EKEV Akademi, Sa: 56, s. 152)