MUHTAÇ OLDUĞUMUZ NESİL

M. Ali EŞMELİ seyri@seyri.com seyri@yuzaki.com

Hazret-i Muhammed Mustafâ -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, «Raûf» ve «Rahîm»di. Ehl-i îmâna karşı çok ziyade merhametli ve ümmetine çok düşkün ve ziyadesiyle şefkatli idi. O’nun izinden gidenler de, tüm ashâbı da, müttakîler de, sâlih ulemâ da, evliyâullah da aynı merhamet ve şefkat üzere oldular. Onlar, Hazret-i Peygamber’in;

“İsrâfil Sûr’u üfürünceye, kıyâmete kadar kabrimde; «Ümmetim!.. Ümmetim!..» diyeceğim…” (Bkz. Ali el-Müttakî, Kenzü’l-Ummâl, c. 14, s. 414) şeklinde beyan ettiği rahmet deryâsına daldılar.

Daima;

«Ümmetî!.. Ümmetî!..» şiârı içinde yaşadılar.

Hazret-i Mevlânâ, Hazret-i Yûnus, Hazret-i Akşemseddin, Hazret-i Nakşibend, Hazret-i Hüdâyî ve emsâli zevâtın en büyük derdi;

Şahsiyetli ve karakterli bir nesil yetiştirmek oldu. Bütün toplumu kendi evlâtları bildiler, öyle kabul ettiler, öyle yoğurdular ve nice fazîletli âbideler doğurdular.

Bu bakımdan;

Sâlih kulların kalpleri, daima bir dergâh gibidir. Gönüllerinde nice mahşer kaynamaktadır. Tüm ehl-i îmânın evlâtlarının dertleriyle kendi evlâtlarında olduğu gibi candan dertlenirler.

Onlarda;

Hâlık’ın nazarıyla mahlûkāta bakış tarzı, en güzel alâmet-i fârikadır. Sırf insanlara değil hayvanlara da bu merhameti gösterirler. Çünkü Allâh’ın mahlûkātını da kendilerine zimmetli olarak kabul ederler.

Kimya-yı Saâdet’te anlatılan şu kıssa pek mânidardır:

“Bir seyahat sırasında Abdullah bin Câfer -radıyallâhu anhümâ-, bir hurma bahçesine rastladı. O bahçenin hizmetiyle siyâhî bir köle alâkadar oluyordu. Ona üç ekmek verilmişti. O esnada aç bir köpek çıkageldi. Hizmetçi köle, derhâl ekmeklerinden birini o köpeğe verdi. Hayvancağız hızlıca yedi bitirdi. Köle, diğer ekmeği de verdi. Aç köpek onu da yedi. Sonra kölenin verdiği üçüncü ekmeği de yedi.

Bunu hayretle temâşâ eden Abdullah bin Câfer -radıyallâhu anhümâ- köleye sordu:

–Senin ücretin ne kadardır?

–Bu üç ekmektir.

–Öyleyse hepsini niçin köpeğe verdin?

–Onu buralarda hiç görmedim. Anladım ki uzaklardan geldi ve garip kaldı. Onun aç bî-ilâç perişan olmasına kalbim dayanamadı, merhametle çırpındı.

–Ya sen ne yiyeceksin bugün?

‒Benim bugünkü rızkım sabırdır. Çünkü rızkımın maddî nasibi bu acıkmış mahlûkāta nasîb oldu, elhamdülillâh.

Abdullah bin Câfer -radıyallâhu anhümâ- kölenin bu hâline hayran kaldı ve şöyle buyurdu:

–Sübhânallah! İnsanlar benim cömert olduğumdan bahsederler. Fakat bu hizmetkâr kölenin cömertliği, benden daha fazla.

Sonra Abdullah bin Câfer -radıyallâhu anhümâ- o hurma bahçesini de o köleyi de satın aldı. O cömert bahtiyarı âzâd ederek hurma bahçesini de hediye kabîlinden ona bağışladı.” (Gazâlî, Kimyâ-yı Saâdet, trc. A. Faruk MEYAN, İstanbul 1977, s. 467)

İşte;

O güzel gönüller, Hakk’a dost olanlar.

Onlar;

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in ahlâk ve şahsiyetinin zamana yayılmış mümessilleri. Efendimiz’i göremeyenler için asırlar sonra en bereketli müşahhas misaller.

O misallerden biri de;

Hâce Musa Efendi -kuddise sirruhû-.

Mükemmel bir takvâ hayatının, Allah için aşk ile infâkın, Allâh’a secde yakınlığının çehreye yansıttığı güneş gibi nûrânî oluşun, hâsılı İslâm ahlâk ve şahsiyetinin timsâli bir Allah dostu. Onun terbiye ikliminde erkekler beyefendi, kadınlar da hanımefendi değerinde idi. Tasavvuf yolunda onun telkin ettiği en büyük inceliklerden biri de bu değerdi.

O da;

Kendinden önceki muhterem şahsiyetler gibi; «Ümmetî!.. Ümmetî!..» çırpınışı içinde oldu bir ömür.

Afganistan-Rus harbi sırasında Medîne-i Münevvere’de oraya gelen Afganlarla hususî ilgilenir, onların ileri gelenleriyle münasebet içinde olurdu. Hem hâl-hatır eder, hem yaralarına derman olur, hem de gereğine göre imkânı ölçüsünde tasaddukta bulunurdu.

Bosna harbinde müslüman Boşnaklara Sırpların yaptığı zulüm karşısında vicdanı ziyadesiyle sızılı, onların ıstırâbını can evinde hissediş içinde idi. Elden geldiğince oralara da yardım için seferberlik hâlinde olmuştu.

Aziz Mahmud Hüdâyî Vakfı’nın yardım ulaştırdığı İslâm ülkelerindeki müslümanların vaziyetleriyle alâkalı, muhtaç ve mahrumlara şefkatli bir gönül olunması hususunda titizlik hâlinde idi, onlara maddî ve mânevî yardımlar üzerinde bilhassa dururdu.

Son demlerinde bile en büyük derdi şuydu:

“‒Allah bana bir güç ve kuvvet verse de köy köy dolaşsam. Oralarda irşâda teşne gönülleri irşâd etsem…”

Hep;

Hayırlı bir nesil için.

Hazret-i Ömer ne diyordu:

“‒İki ay burada, iki ay Cezîre’de, iki ay şurada, şurada olsam, Allah sağlık verirse, bu seneyi, önümüzdeki seneyi böyle geçirsem…”

Sırf;

Hayırlı nesiller için.

İslâm tarihi bu şekilde şeref levhalarıyla doldu.

O öncü şahsiyetler;

Hak yolunda kurban ve fedâkârlığı düstur edinmişlerdi.

Kurban deyince de akla, elbette herkesten önce Hazret-i İbrahim ve Hazret-i İsmail gelmekte. Onların candan ve severek fedâkârlığı gönlü doldurmakta.

Bu fedâkârlık;

Sahâbenin en bariz alâmet ve hususiyetlerinden. Ashâb-ı kirâmın kimisi Medîne-i Münevvere’den yola çıktı, tâ Çin’e gitti. Bu gayeye besmele çekerken de;

«‒Ben o uzak yerlere nasıl gideceğim?» demedi.

Ortak dil yok, maddî kaynak yok, tehlikeler arasında bir gidiş hâline rağmen;

«‒Onların dillerini bilmem, anlamam, onlar da beni anlamaz. Yollarda mahvolurum, ne yiyip ne içeceğim. Sonum ne olacak, bunca tehlike karşısında çaresiz ne yapacağım?» demedi.

Sadece büyük bir haz ve iştiyak ile yollara revan oldu.

Onlara; Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in emrini yerine getirmenin hazzı her yönüyle yetiyordu, bundan başka bir haz düşünmüyorlardı.

Yüz binleri aşan sahâbeden Medîne’de medfun 20 bin kişi kalması, onların gönül gönül tüm dünyaya nasıl bir hidâyet tevzî etmenin derdi, yarışı ve aşkı içinde olduklarının nişânesidir. «İstanbul Eyüp semtinde 200 civarı sahâbî var.» deniliyor. Sakarya’da var, Kastamonu’da var. Doğu vilâyetlerinde ise daha çok.

Hep hayırlı nesiller için.

Çünkü îmanlı zürriyetler hâlinde nesiller mühim.

Âyette buyurulur:

“Şüphesiz Allah;

-Âdem’i,

-Nûh’u,

-İbrahim ailesini (soyunu) ve

-İmran ailesini (soyunu);

•Birbirinden gelmiş birer nesil olarak seçip âlemlere üstün kıldı.

•Allah;

•Her şeyi hakkıyla işitendir,

•Hakkıyla bilendir.” (Âl-i İmrân, 33-34)

Bu hakikatin özünde Allâh’a adanmışlık vardır.

Kurban şuuru içinde.

Çünkü insanı yetiştiren mâhiyet, Cenâb-ı Hakk’a adanıştır. Beşeriyeti mükemmelleştiren de bu adanıştır. Yerlerde ve göklerde makbul kılan da budur.

Âyette buyurulur:

“İmrân’ın karısı şöyle demişti:

‒Rabbim!

‒Karnımdaki çocuğu sırf Sana hizmet etmek üzere adadım.

‒Adağımı kabul buyur / benden kabul et.

Şüphesiz (niyazımı) hakkıyla işiten ve (niyetimi) bilen Sen’sin.” (Âl-i İmrân, 35)

“(Doğduktan sonra)

•Rabbi Meryem’e hüsn-i kabul gösterdi;

•Onu güzel bir bitki gibi yetiştirdi.

•Zekeriyya’yı da onun bakımı ile vazifelendirdi.

Zekeriyya; onun yanına, mâbede her girişinde orada bir rızık bulur ve;

«‒Ey Meryem, bu sana nereden geliyor?» der;

O da;

«‒Bu, Allah tarafındandır. Allah, dilediğine sayısız rızık verir.» derdi.” (Âl-i İmrân, 37)

Bu adanışı ve onun bereketini, kurban bahsinde idrâk etmek, ayrı bir eğitimdir.

Çünkü;

İnsanın şahsiyeti, kendini nereye ve neye adadığına göre şekillenir. Kendini doğruya adayan kimseden yanlış çıkmaz. Kendini iyiliğe ve hayra adayan kimse, şerrin ve kötülüğün girdabında boğulmaz. Eğer hakikate adanış olmasa, nice yanlışlar bir şekilde insanı gaflet tuzaklarına çeker ve perişan eder.

Fakat hiçbir gaflet, irfan ve ihlâs üzere olan müttakî gönülleri mağlûp edemez. Kendini hidâyete adayan kimse, hiçbir dalâlete ve sapıklığa sürüklenmez.

Kur’ân’a gönül veren nesiller; iki dünyada da yücelir ve en şerefliler kervanına dâhil olarak ebediyet taçları giyerler, giydirirler.

Bu bakımdan nesiller;

Hayru’l-halef olmalı,

Göz nûru olmalı,

Müttakîlere önder olmalı,

Namazları ikāme edenler olmalı,

Allah için infak seferberliği içinde olmalı,

Fazîletler medeniyetinin şahsiyetleri olmalı,

Muhtaçlara, mazlumlara, kimsesizlere şefkat ve barınak olmalı,

Allâh’a kul, Rasûlullâh’a ümmet olmalı,

Kur’ân ehli olmalı,

Vatan evlâdı olmalı,

Cennet yolcusu olmalı…

Âhirzamanda insanlığın ihtiyacı işte bu hasletlerle müzeyyen nesiller. Dünyayı kasıp kavuran zulümlerden kurtaracak nesiller, işte öyleleri. Adâlet ve şefkati ihyâ edecek nesiller, kezâ onlar.

Onlar;

•İstanbul’u fethedenler.

•Üç kıtada at koşturanlar.

•Cihanı merhametle ve hidâyetle dolduranlar.

Onlar;

Çanakkale geçilmez, yazdıranlar.

Kurtuluş Savaşı’nda vatanı kurtaranlar.

15 Temmuz’da da yeni bir kurtuluş destanı yazanlar.

Onlar;

•Sadece Hakk’a râm olanlar.

Bâtıla asla meyletmeyenler.

Câhiliyye karanlıklarını ve kötülüklerini ilâhî ilmin irfânı ve ihsânı içinde îman ve İslâm nûru ile aydınlatanlar.

Onlar;

Ezanları susturmayanlar,

•Bayrakları indirtmeyenler,

•Cennet vatanı böldürtmeyenler.

İşte;

Muhtaç olduğumuz nesil!

O nesil;

•En hayırlı nesil.

Nankör değil, vefâkâr bir nesil.

•Gafil bir mirasyedi gibi geçmişini ve geleceğini darmadağın edip de yıkan değil, ârif bir muhasebe içinde inşâ ve ihyâ eden bir nesil.

O nesil;

Helâl ve haramı çok iyi bilen ve riâyet eden bir nesil.

Merhametli, fazîletli bir nesil.

•Birbirine düşman değil, kardeş bir nesil.

O nesil;

•Yarınları ilmek ilmek ören bir nesil.

•Hem yakın geleceği hem ebediyeti birlikte harman ederek sonsuz rahmete gönül vermiş bir nesil.

•Bu kubbede hoş bir sedâ bırakan bir nesil.

O nesil;

•Kendi üzerinde oynanan bütün tuzakları fark edip de hiçbirine düşmeyen şuurlu bir nesil.

O nesil;

•Kendisini; «Kendi varlığını ispat et ve alabildiğince özgür ol!» lâkırdısıyla avlamak isteyenlere şöyle haykırır:

‒Anama, babama ve medeniyetime nankörlük, kendimi ispat değildir.

‒Onlara vefâsızlık, özgürlük değildir.

‒Kökünden kopmak, hiçbir fidan için özgürlük ve var olmak değil, ancak esâret ve yok olmaktır.

‒Türlü kötülüklere bulaşmak, düşmanın kirli emellerine oyuncak olmak, asla kişiliğimin ispatı değildir.

‒Helâl ve haramları birbirine karıştırmak, hakkım ve haddim olmayan şeylerin peşinde ziyan olmak da, asla özgürlük değildir.

Ne mutlu bu idrakte olan bahtiyar nesle!

Ne mutlu 15 Temmuz nesline!

Ne mutlu kurbanın sırrına âşinâ olup da bıçakların kesemediği bir rûha sahip olanlara!

Yâ Rab!

Nasîb et,

Âmîn…