HÜR, BAĞIMSIZ ve GÜÇLÜ OLMAK İÇİN

YAZAR : Ahmet ZİYLAN

Kudüs; hem yahudilerin hem hıristiyanların hem de müslümanların mukaddes kabul ettiği bir şehirdir.

Müslümanlar için mukaddestir.

Çünkü Kudüs müslümanların ilk kıblesidir,

Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- mîrâca oradan çıkmıştır.

Müslümanlar için;

Birinci derecede mukaddes mekân; Mekke’deki Mescid-i Haram,

İkincisi; Medine’deki Mescid-i Nebevî,

Üçüncüsü ise; Kudüs’teki Mescid-i Aksâ’dır.

Kudüs’teki Mescid-i Aksâ’yı inşâ eden Hazret-i Süleyman’dır. Biz bütün peygamberlere îmân ediyoruz.

Kudüs daha Hazret-i Ömer’in hilâfeti zamanında fethedildi. Bu kıymetli şehre müslümanlar yıllarca hâkim olmuşlardır.

Hıristiyanlar ise burayı müslümanlardan geri alabilmek için Avrupa devletleri birlik olarak; başta İngiltere olmak üzere, haçlı seferleri düzenlemiş, buralara sahip olmak için ne katliâmlar ne savaşlar yapmışlardır.

Haçlı zihniyetini; o zamanlar kılıçla, güçle tesis etmeye çalışırlardı. Şimdi ise teknolojiyi silâh olarak kullanarak sinsi plânlarla ça­lışmaya devam etmektedirler.

İslâm orduları fethinden itibaren, 4-5 asır Kudüs’ü muhafaza ettiler. Lâkin birlik ve dirlik bozulunca, haçlı seferleri başarılı oldu ve bir müddet Kudüs’ü geri aldılar. Günümüzde olduğu gibi, Şam mıntıkasında küçük haçlı devletleri kurdular.

Sonra müslümanlar toparlandı. Haçlıların Avrupa ile bağlantısını Selçuklular kesti. Haçlı seferlerinin önünü aldı. O dönemi sona erdiren ve Kudüs’ü geri alan da Selâhaddîn-i Eyyûbî oldu.

Anlatırlar:

Bir seferinde müslüman ordularının başında olan Selâhaddîn-i Eyyûbî ile İngiliz Kralı Richard antlaşma için bir mekânda bir araya gelmişler. Kendilerini üstün göstermek için söz hamlelerine girişmişler:

Richard demiş ki:

–Bakın buraya çok güçlü bir orduyla geldik, can kaybı olmadan burayı teslim edin!

Selâhaddîn Eyyûbî, hemen o meşhur sözünü söylemiş:

–Burayı almak için kılıcınızı keskinleştirmeyi bilmeniz lâzım.

Richard bu söz üzerine; iki parmak genişliğinde çelik bir çubuk istemiş. Çubuğun bir ucunu bir taşın, öbür ucunu da başka bir taşın üzerine koymuş. Sonra da kendi eliyle yaptığı muhteşem kılıcını çekmiş ve kılıcı ile çeliği ikiye bölmüş.

Selâhaddîn Eyyûbî;

“–Richard bize kılıcının keskinliğini değil, kolunun kuvvetini gösterdi.” demiş.

Kendisi ise bir tül istemiş, tülü havaya atmış. Eğimli, zarif, hilâl gibi olan kılıcını çekmiş ve sadece tülün altında tutmuş. Tül kılıcın üstüne düşmüş ve ikiye ayrılarak yere inmiş.

Kılıcın keskin olması budur, bu teknoloji üstünlüğüdür. O zaman müslümanların teknolojide daha üstün oldukları görülüyor.

Bu tarihî vak‘ada değişik rivâyetler olabilir.

Bizim maksadımız; üstün olmak, fakat kibirlenerek kendini üstün görmek değil. Düşmana, ehl-i küfre karşı İslâm’ın azametini göstermek lâzımdır. Fakat iç dünyamızda Rabbimiz’e karşı hiçliğimizi idrâk etmemiz, kardeşlerimize karşı da mütevâzı olmamız şarttır.

Zaten dînimizde ölçü şudur:

“–Üstün kimdir?”

“–En takvâlı olandır!”

Onu da Cenâb-ı Allah bilir.

Takvâ nedir?

Takvâlı kimdir?

Allâh’ın emirlerini yerine getiren, nehyettiklerinden, yani yasaklarından kaçandır. Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in ahlâkı ile yaşayan; O’nun sünnetlerine sarılan; başkalarının iyiliğini isteyen; insanlara faydalı olan; davranışı, dili, eli ile zarar vermeyendir. Güvenilir, çalışkan, yaptığı işi iyi yapan, emânete titiz davranan, yalan söylemeyen, ibâdetlerini zamanında yapan mü’minlerdir.

Takvâ sadece ibâdet hayatında sergilenmez. Gece sabahlara kadar ibâdet edip, gündüzleri oruç tutup da günah işlemeyeyim diye hiçbir işe elini sürmeyen kişi takvâ ehli değildir.

Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i örnek almamız lâzım.

O, ibâdetten başka bir şey yapmadı mı? Neler neler yaptı. Hem de en güzel şekilde yaptı.

Evlendi mi? Evlendi.

Tebliğ etti mi? Etti.

Öğretti mi? Öğretti.

Gittiği yere ilk mescidi yaptı mı? Yaptı. Eli ile kerpiç taşıdı mı?

Pazara gidip kontrol etti mi?

“Aldatan bizden değildir.” (Müslim, Îmân, 164) diye îkaz etti mi?.. Etti…

“İlim, Çin’de dahî olsa onu arayın.” (Beyhakî, Şuabu’l-Îmân, II/254)

“Hikmet, değerli bilgiler; mü’minin yitik malıdır, onu nerede bulursa almaya daha hak sahibidir.” (Tirmizî, İlim, 19; İbn-i Mâce, Zühd, 17) buyurarak bizi teşvik etmedi mi?

Demek ki müslümanlar olarak; dürüst, çalışkan, girişimci, yaptığı iş ne olursa olsun güven veren, takdir edilen kişiler olmaya çalışmamız, bunun yanında da şımarmayıp tevâzu sahibi olmamız lâzım. Bunu başarabilen kişiler iki cihanda da mesut, bahtiyar olur.

Böyle olmaz da; pısırık, hiçbir şey bilmeyen, dünden haberi olmayan, kafasının içi bomboş, karnı ağzına kadar tok; yemekten, güzel giyinmekten, süslenip caka satmaktan, gösteriş yapmaktan başka bir şey yapmayan bedbahtların malını er geç el alır, parasını sel alır, hanımı ortada kalır. Çocukları elden gider!.. Böyleleri hürriyetine de sahip çıkamaz, ağlamaktan, pişmanlıktan başka ne yapabilir! Bunlar dünyada da âhirette de perişan olacak, kendini savunamayacaktır.

Allah o duruma düşürmesin ama bugünden tedbir almazsak; olacak iştir, gelecek kıştır.

Bütün mahlûkat da böyledir, kendini ve yavrularını korumak, hasımlarına yem olmamak için ne çareler arar ne barınaklar yaparlar!..

Asırlarca insanlar da düşmanlarından kendilerini korumak için; ne kaleler, ne setler, ne binalar yapmışlar, onlara şimdi bile hayran hayran bakıyoruz.

Günümüzde ise akıl almayacak silâhlar yapıyor, teknoloji ile başkasının parasını almak için topluca güçlü olmaya çalışıyorlar, başarıyorlar da…

Biz müslümanlar da o teknolojiyi elde etmeye çalışmalı, başkalarının yaptığının daha iyisini yapıp piyasaya sürmeliyiz.

Böyle olmaz da, daima onların mallarının alıcısı olursak gücümüzü kaybeder, söz sahibi olamayız. O zaman da mağdur müslümanlara yeteri kadar sahip çıkamayız. Zaten onlar da bizim üretici değil sadece tüketici kalmamız için ellerinden geleni yapıyorlar. Uyanık olmalıyız.

Son senelerde Türkiye’nin biraz güçlü görünmesinden haz etmeyen ülkeler, sinsi emellerini açığa vurmuş, ortalıkta hiçbir ciddî mesele yokken, devletimize karşı husûmetlerini göstermektedirler.

Biz de hiç değilse nasıl içki satan, haramlarla işi olan müesseselerden alışveriş yapmıyorsak; düşmanlık eden ülkelerin mallarını da almamalıyız. Karınca misali en azından tarafımızı belirteceğiz.

Âhirette bize sorulacak:

“Paranı nereden kazandın, nereye harcadın? Paranı alan ne yapıyor?”

Şimdiden kendimizi hesaba çekeceğiz. Hepimiz fert olarak kendimizi vazifeli hissedeceğiz, bir de güçlü olmamız için birbirimizle geçimli, dirlikli olacağız. Herkesle, özellikle yakınlarımızla iyi geçineceğiz, fedâkârlık yapacağız. Atalarımız;

“Dirlik nerede, devlet orada.” demişlerdir.

Bütün mü’minlerle iyi geçineceğiz, böyle yapanlara Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-; «Cennetliktir» demiştir.

Hulâsa;

Peygamber Efendimiz sadece dünyaya veya sadece âhirete çalışın, dememiştir.

“Dünya âhiretin tarlasıdır.”

“Dünyada kalacağın kadar dünyaya, âhirette kalacağın kadar âhirete çalışın…” buyurmuştur.

«El kârda, gönül yârda» olmalı denilmiştir. Hem çalışıp tedbirde kusur etmeyecek hem de Mevlâ’mıza duâmızı dilimizden eksik etmeyeceğiz.

Bir tarlamız var diyelim. Tarlayı sürmedik, toprağını işlemedik, ekmedik, tarlaya gidip çokça duâ ettik. Hiçbir netice alamayız.

Önce gerekeni yapacak sonra duâ edeceksin ki bereketlensin. Mevlâ’m dilerse her şey olur ama vesilesiz versin diye beklemek olmaz.

İşte hür yaşamak, bağımsız olmak, güçlü olmak da böyledir. Biz kendimizden başlayacağız, herkes de öyle yaparsa, topluca güçlü oluruz. Kimse de bizi küçük görüp ahkâm kesemez.

Senelerdir hür ve güçlü yaşadığımız ülkemizi, vatanımızı, hürriyetimizi nasıl koruduğumuzu millî şairimiz Mehmed Âkif de İstiklâl Marşı’nda ne güzel dile getirir:

Ben ezelden beridir hür yaşadım hür yaşarım,
Hangi çılgın bana zincir vuracakmış şaşarım.
Kükremiş sel gibiyim bendimi çiğner aşarım,
Yırtarım dağları enginlere sığmam taşarım.

Bugün müslümanlar, maalesef bu teknik üstünlüğe sahip değiller…

Bu sebeple batıdan ambargolar ile ülkemizi ve İslâm âlemini kolayca sıkıştırabiliyorlar. Çünkü batı yüzünden, teknik ve sanayide tam bağımsız olamıyoruz!..

Sanayi ve ticarette kuvvetlenmeden, mazlumun hâmîsi olamayız. Zalime haddini bildiremeyiz. Kardeşlerimizi müdafaa edemeyiz.

Peygamberimiz’in; Medine’ye hicret ettikten sonra ilk yaptığı işlerden biri, çarşıyı ziyaret etmekti. Oraya çekidüzen vermekti.

Bir hâtıra:

Vehbi DİNÇERLER, bakan iken bayramlaşma için bir yerde halk ile buluştu. Herkes ona;

“–Niye televizyonlarda açık saçık yayınlara müsaade ediyorsunuz? Şunu niye şöyle yapıyorsunuz, niye böyle yapmıyorsunuz?” tarzında itiraz ve şikâyetler yöneltti.

O da dedi ki:

“–Siz bizi bakan mı sanıyorsunuz? Biz ancak otobüs şoförüyüz. Bize; «Şurada indir! Şurada yedir!» diyorlar, biz de onu yapıyoruz!”

Yani kuvvetlenmeden, her şeyi idarecilerden beklemek doğru değil. Onları da bağlayan büyük bir geri kalmışlık var. «Otomobil üretelim» diyoruz, motorunu imal edemiyoruz. «Uçak» diyoruz, çeliğini batıdan almak durumundayız.

Bunu aşmak için; çok çalışmak, araştırmak, girişimci olmak, bedenden daha çok beynimizi çalıştırmak durumundayız. Elinize bir bakan geçti mi veryansın ediyorsunuz, haklısınız da sizler ne yaptınız bana söyler misiniz?

Önümüzde bir «Kore Modeli» var:

Koreliler, harpten sonra günde 12 saat çalışıyorlar. 12 saatte ancak karınlarını doyuracak kadar para kazanıyorlar. 12 saat istirahat 12 saat çalışma… Ayda bir gün tatil, işyerinin yanında yatıp kalkıyorlar, sadece karınları doyuyor. 30 yıl böyle geçiyor. Çok çalışıp, az masraf yapıyorlar.

İşçilik ucuz olduğu için, iş kuranlara devlet prim veriyor. Birçok Avrupalı, batılı devlet; Kore’ye sanayi kuruyor. Bunların hepsi okul oluyor. Gelen batılıların öğrettiği şeyler ülkeye kalıyor. Bugün dünya çapında bir sanayileri var. Çinliler de aynı sistemi uyguluyor.

Bunun temelinde çok çalışmak, fedâkârlık ve sistem var. Teknolojiyi ayağına getirme var.

Yakın zamana kadar, Türk yurtlarının ve müslüman beldelerinin başına gelen felâketlere ses dahî çıkaramazdı idarecilerimiz.

Bugün sesimiz çıkıyor!

Haksızlığa isyan ediyoruz!

Arakan’daki müslümanlara sahip çıkmaya çalışıyoruz. Yardım ediyoruz. «Birleşmiş Milletler»de gündeme getiriyoruz. Mazluma tercüman oluyoruz.

Suriyeli muhâcirlere kucak açıyoruz. Yüz binlercesine yardım eli uzatıyoruz.

Gazze için çabalıyoruz.

Dünya çapında İslâmofobiye karşı çıkıyoruz.

Avrupa’daki gurbetçi müslümanların haklarını aramaya çalışıyoruz.

Fakat zulme engel olabilecek çapta büyük işler yapamıyoruz. Çünkü bunun için yeterince güçlü ve kudretli değiliz.

Petrol ve doğalgazda dışa bağımlıyız.

Onun için ekonomide, sanayide ve teknolojide zayıfız… Bir şeyler yapmak mecburiyetindeyiz.

Mâzîde kuvvetliyken, İstanbul’daki sultan; dünyanın öbür ucundaki bir haksızlığa bir mektupla bile mâni olabiliyordu. Âkif diyor ya:

Donanma, ordu yürürken muzafferen ileri,
Üzengi öpmeye hasretti garbın elçileri!..

Bu tarihlerde Osmanlı, batı karşısında ciddî hiçbir mağlûbiyet yaşamamıştı.

Top, tüfek gibi silâh teçhizatında; Fatih devrinde dünyanın en iyisi biz idik.

Ticaret yolları elimizde idi.

Gemilerimiz; en hızlı, manevra kabiliyeti en yüksek gemilerdi. Akdeniz bizim için bir iç deniz gibiydi.

Ordumuzun; inanç, intizam ve kabiliyeti, dudak ısırtıyordu.

Fakat asırlar geçti, onlar ilerledikçe biz yerimizde saydık. Çalışkanlığımızı kaybettik.

Onlar yeni kıtalara yerleşip, oraların yer altı ve yer üstü zenginlikleriyle kuvvetlendiler. Hem çalıştılar hem sömürdüler. İlim ve teknolojide de güçlendiler.

Halkımız maddî açıdan zayıfladığı gibi, okumuş kesimlerimiz de batının maddî kuvvetine hayranlık besleyerek, mânevî zaafa düştü.

Şimdi yeniden başlayacağız.

Her şey teknik değildir, eyvallah… Fakat teknikteki geriliğimiz de yine mânevî zaaflarımızdan kaynaklanıyor. Tembellikten, yaptığımız işin hakkını verememekten ve özensizlikten kaynaklanıyor.

Yoksa gerçek mâneviyat, Çanakkale’de olduğu gibi, tekniği de yenebilir.

Lâkin Cenâb-ı Allah; «Kuvvet hazırlayın!» buyuruyor:

“Onlara (düşmanlara) karşı gücünüz yettiği kadar kuvvet ve cihad için bağlanıp beslenen atlar hazırlayın, onunla Allâh’ın düşmanını, sizin düşmanınızı ve onlardan başka sizin bilmediğiniz, Allâh’ın bildiği (düşman) kimseleri korkutursunuz. Allah yolunda ne harcarsanız size eksiksiz ödenir, siz asla haksızlığa uğratılmazsınız.” (el-Enfâl, 60)

Bugün bu «kuvvet» nedir?

Her türlü teknoloji değil midir? Bugün bilgisayarlar üzerinden bile savaşlar yapılmıyor mu?

Borsalar üzerinden, ekonomi üzerinden savaşlar yapılmıyor mu?

Medya üzerinden, üniversite üzerinden, internet üzerinden mücadeleler yapılmıyor mu?

Demek ki îmanlı olanların, her sahada daha güçlü olmak için çok çalışması lâzım.

Ümitsiz olmayacağız. Efendimiz de yalnızdı; “Bana kim inanır?” diye çıktığı yolda irtihâlinden sonra 120 binden fazla mü’min bıraktı. Arabistan’a İslâm’ı yerleştirmiş ve ashâbını yetiştirmiş olarak Rabbine göçtü.

Biz de çok çalışacağız; sanayide, ticarette çok daha kuvvetli olacağız. Kimseye muhtaç olmayacağız. O zaman zalime de haddini bildiririz. Mazluma da yardımcı oluruz.

Hulâsa edersek;

• Bizi biz yapan îmânı, yeni nesillere de aktarmak için çok çalışacağız. Her nesilde; Ulubatlı Hasanların, Seyyid Onbaşıların, Ömer Halisdemirlerin yetişmesi için, mânevî eğitime çok eğileceğiz.

• Her ne iş yapıyorsak; en iyisini, en sağlamını, en güzelini biz yapacağız. Bunun için çok çalışmayı aynı zamanda millî bir vazife, dînî bir vecîbe bileceğiz.

Cenâb-ı Hak nasip eylesin. Milletimize daima mazlumların imdâdına koşan, kuvvetli ve kudretli günlerinin devamını nasip eylesin. Âmîn…