Güzele ve Helâle Sevk Eden DAVRANIŞ GÜZELLİĞİ…

Ahmet ZİYLAN

Kişinin menfaatine düşkün olması, en büyük zaaf…

Elbette; her insan kendi menfaatini, faydasını, kendi çoluk-çocuğunun rızkını, geleceğini düşünecek… Çalışmak, kazanmak, kazandığını tutumlu harcamak, saçıp savurmamak, yeri geldiğinde hakkını savunmak yanlış değil…

Fakat insan; diğer bütün insanların da aynı durumda olduğunu hatırdan çıkarmamalı…

Peygamberimiz bir hadîs-i şerifte buyuruyor:

“Dünyaya karşı zâhid ol, yani dünyaya gönül verme ki Allah seni sevsin; İnsanların elindekine zâhid ol, yani tamah etme ki insanlar seni sevsin.”

Bu sebeple; hem Hak katında, hem halk katında sevilmek isteyen insan, küçük hesaplara düşmemeli…

Mürüvvet ehli olmalı…

Hattâ küçük hesaplar söz konusu olduğunda, dengeli bir şekilde aldanmayı dahî bilmeli… Tabiî başkalarını aldatmaya alıştırmayacak ölçüde…

Bir tarihte apartman yöneticimizle, diğer komşular sık sık tartışıyorlar; aralarındaki meselenin çözümü için de beni hakem tutuyorlardı.

Mesele dediysem, incir çekirdeğini doldurmayacak şeyler…

Yönetici; apartmana ait kalorifer kazanının tamiri için bir yere gidiyor, arabasını yanlış yere park ediyor. Ceza kesiyorlar. O da ödediği cezayı getirip masrafa yazıyor. Toplantıda, apartman sakinlerinden özellikle memur olup hesaptan-kitaptan anlayan kimseler;

«Olmaz! Yazamazsın!» deyince başlıyor, çekişme…

Bir açıdan bakarsan, adam apartman için o cezaya uğramış… Bir açıdan bakarsan, yanlış yere park etmeseymiş…

Fakat, insanın içinden cevap olarak asıl şu hüzünlü sitem yükseliyor:

«Değer mi?»

Üç-beş kuruş için komşuyla yüz-göz olmaya, arkadaşla çekişmeye değer mi? O masrafı oraya yazmaya, yazılmışsa itiraz etmeye değer mi?

Yaşlı bir kadıncağız, aynı yöneticiye;

«Emlâk vergisini ödeyeceksen, parasını vereyim de benim vergiyi de ödeyiver.» diyor. Yönetici kabul ediyor, alıyor. Sonra bir adamını yolluyor vergi dairesine… Kadıncağıza gelip diyor ki:

“–10 lira daha ver…”

“–Niye, benim verdiğim para tamdı?..”

“–Vergi dairesine adam yolladım, 20 lira yol parası tuttu, 10’unu sen ödeyeceksin, 10’unu ben…”

Kadıncağız isyanda:

“–Yahu on lira verip ben de gider yatırırdım!”

Değer mi hiç?

Bazı insanların çok katı bir hak-hukuk anlayışı oluyor. Cimri olduğundan, cimrilik ettiğinden değil; «Bu hakkımdır» diyor istiyor. Cimri, bencil, kazıkçı pozisyonuna düşüyor; fakat haberi olmuyor.

Trafik ve benzeri yerlerde de aynı mesele…

«Benim hakkım! Tabiî ki isterim, tabiî ki alırım!» diyor. Veya hakkı verilmedi diye isyan ediyor.

Hâlbuki düşünmeli:

Evvelâ, hakkın olduğunu kim söylüyor?

Sen söylüyorsun.

Bir hâkimi kendi dâvâsına verirler mi?

Olur mu hiç? Sen kendi kendini hâkim tayin edip, hak benim diyorsun. Bir düşün; yanılıyor olamaz mısın?

Bu konularda, özellikle eş-dost, komşu-yakın arasındaki ufak tefek meselelerde; feragat ehli olmayı, cömert olmayı bilmek lâzım.

Beni bu basit meselelerde hakem tuttuklarında; «Sen haklısın, sen değilsin!» demek yerine şu misali verdim:

Pazara gittiniz. Bir küfeci tuttunuz. Meyve, sebze ne lâzımsa aldınız. Adam sırtında küfe, sizinle birlikte dolaştı. Arkanıza düştü eve getirdi. Eviniz dördüncü katta;

«–Dördüncü kata çıkar oğlum.» dediniz; çıkardı:

«İçeri gir!» dediniz;

«Şu mutfağa getir, şu raflara düzgünce yerleştir.» dediniz. Raflara da dizdi. İş bitince;

«Oğlum, borcumuz ne?» diye sordunuz.

Bedeli neyse; üç lira, dört lira verip işinizi hallettiniz. Belki siz adama teşekkür bile etmediniz. Bilâkis adam size teşekkür etti; «Allah bereket versin» diye duâ etti.

Yaptığı işin ücreti hepsi üç lira, dört lira.

Şimdi başa alalım, bir de şöyle düşünelim;

Pazara gittiniz. Fakat hamal tutmadınız. Aldıklarınız elinizde; fazla ağırlık olmasın diye çok bir şey de almadınız. Yine de eve gelene kadar ağırlaştı. Artık zorlanmaya başladınız. Komşularınızdan birisi sizi karşıladı:

“–Komşu, zorlanıyorsun; şunu ben alayım.” diye yaklaştı.

“–Komşum, zahmet etme.” dediyseniz de;

“–Yok alayım yahu, sen yorulmuşsun.” dedi.

Hepsini değil, paketlerinizden bir kısmını aldı. Eviniz ikinci katta olsun;

“–Ver, daha yukarıya zahmet etme.” dediniz;

“–Yok, senin hatırın için iki kat çıkıvereyim.” dedi. İki kat çıktı. Hemen elinizdekileri koydunuz ve onun elindekileri kapıdan aldınız; tabiî ki; «Mutfağa gel, raflara diz» de demediniz.

Yani hesaba vursak, bu komşunuz; az evvel anlattığımız hamalın yaptığının onda biri kadar size hizmet etti.

Ammâ, siz bu yardımsever komşunuza orada on defa teşekkür edersiniz. Hattâ bundan sonra her gördüğünüzde adama bir muhabbetiniz, bir hürmetiniz olur. Tatlı dil, güler yüz gösterirsiniz. Minnet duyarsınız.

Yaptığı işi hamallık tarifesine vursanız 1 lira bile etmez. Peki bütün bu hürmeti 1 lira için mi gösterirsiniz?

Hayır, o gösterilen davranış güzelliğinin; maddî değeri 1 liraysa da, mânevî değeri paha biçilmezdir.

Nedir o mânevî kıymet?

Destektir, yardımdır… Yalnız olmadığınızı hissettirmesidir…

Sizi asıl sevindiren; teşekküre, hürmete sevk eden şu hislerinizdir:

“Demek ki bu komşum, darda kalsam, bana el uzatır. Bir sıkıntıya düşsem, beni kurtarır. Demek insanlık ölmemiş.”

İşte bundan dolayı muhabbetiniz artar. Bir liralık hizmet karşılığında işte böyle büyük bir muhabbet doğar.

Peki komşular! Dostlar, akrabalar, komşular arasında böyle bir dayanışma, böyle sağlam bir muhabbet ve güven bağı kurmak varken; bunun için üçe, beşe bakmamak gerekirken; üç lira, beş lira için kötü olmaya değer mi?

Değmez elbet…

Bu sebeple şu fânî dünyada daima davranış güzelliği sergilemeli…

Alttan alan taraf olmalı…

Fedâkârlık gösteren taraf olmalı…

Davranış güzelliğini en iyi bilmesi gereken dindar insanlar içinde de böyle küçük hesaplar için gönül incitenler, hattâ hakka-hukuka girenler oluyor. Böyle kişilerin mes’ûliyeti iki kat… Çünkü onlar, ister istemez temsilcisi oldukları dindarlıkları sebebiyle beyaz bir örtü gibidirler. En ufak bir leke onlarda çok daha fazla dikkat çeker.

Bu hususta başımdan çok ibretli bir hâdise geçti.

İnegöl-Oylat’a kaplıcalara, banyolara gittik. «Buraya gelmişken, bir de kese yaptırayım.» dedim. Orada keseci olduğunu tahmin ettiğim bir çalışana;

“–Oğlum, kese yapıyor musun?” dedim.

“–Yapıyorum.” dedi.

“–Kaç lira?”

“–Üç liralık var, altı liralık var. Üç liraya sadece kese yapıyorum. Altı lira olunca güzelce masaj da yapıyorum.”

“–Ne zaman yapabilirsin?”

“–Yaparım, müsaitim ama parayı peşin istiyorum.”

“–Allah Allah! Parayı niye peşin istiyorsun? Böyle şey olur mu? Kese yapınca kaçacak mıyız sanki?..”

Delikanlı başladı bir acı hâtırayı anlatmaya…

“Senden evvel sakallı bir hacı efendi geldi, kese yaptıracağını söyledi;

«–Kaç lira.» diye sordu. Ben de;

«–Üç lira, altı lira.» diye size söylediğim gibi anlattım.

«–Sen altı liralık yap.» dedi. Biz de üç gün çalıştık, hem kese, hem masaj yaptık. Üç gün sonra iş hesaba gelince, çıkardı on lira verdi. İtiraz ettim:

«–Hacı efendi, hakkım on sekiz lira…»

Ne dese beğenirsiniz;

«–Sus konuşma! Daha bir de konuşuyorsun! Hem kaçak çalışıyorsun. Şimdi gider seni otele şikâyet ederim! Hem on lira veriyorum, bir lira da fazla veriyorum! Daha istiyorsun?!.» dedi.

Hem hakkımı yedi, üstüne bir de beni azarladı. Ben de sesimi çıkaramadım. Ama ne yaptım biliyor musunuz? Verdiği on liraya gittim rakı aldım. Kafam bozulduğu için hacının parasıyla bir şişe rakı içtim. Ondan sonra da karar verdim:

«Böyle hacılar gelirse parayı peşin almadan kese yapmayacağım!»”

Bunun üzerine ben dedim ki:

“–Ben kese yaptırmaktan vazgeçtim.”

“–Niye?”

“–Benden aldığın parayı da gider içkiye verirsin. Ben senin içki içmene sebep olmak istemiyorum.”

Ben vazgeçince, o benim üzerime gelmeye başladı:

“–Yok hacı ağabey, senin paranı içkiye vermem.”

“–Eh içkiye vermezsen, o zaman kese olurum.”

Anlaştık.

“–Sen üç liralık kese yap.”

Üç gün, üç liralık kese yaptı. Ben de çıkardım on lira verdim. Bir lira da bahşiş…

“–Sözünü tutacaksın ha…” diye de tembihledim.

“–Olur.” dedi. Bir gün sonra geldi:

“–Hacı ağabey, şuna inan ki; pazarda tam bir saat dolaştım. Hacı ağabeye söz verdim. Şunu alsam içinde acaba haram var mı? Şu acaba temiz mi? En sonunda yorgun düştüm. Sana akşamdan beri söylemek için uğraştım. Şimdi söyleyebildim, için rahat olsun paranı kötü bir şeye harcamadım.”

İşte iki davranışın neticesi…

Davranış çirkinliği masiyete, günaha âdeta zorla iterken; davranış güzelliği hassâsiyete, takvâya sevk ediyor.

Evet… Böyle pazarlıklarda, alışverişlerde haksızlık yapan onca insan var. Ama eğer sakalınız varsa, eğer «hacı» diye, «hoca» diye hitap edilen bir insansanız; sizin yaptığınız en ufak kusur dîne mâl oluyor. Adam gidiyor, aldığı parayla; kızdığı hacıya, hocaya inat Allâh’a isyan ediyor.

O keseci anlatmıştı. O hacı; kese yapılırken haşema dedikleri uzun giysiyi giyiyor, masaj esnasında, kese yapan adam çekecek filân olursa;

«Dur, çekme! Dizden yukarı açıklık günah!» diyormuş. Madem, böyle dindar, titiz, takvâ üzere yaşıyorsun; insanlarla muamelen, alışverişin de dînimizin ölçülerine uygun olmalı. Hattâ en yüksek zarafet ölçülerine uygun olmalı.

O hacıyı aldatan şu yanlış düşünce:

“Çok para istiyor! O kadar etmez!”

Öyleyse yaptırma… Pazarlığı baştan yap. Adamın dediğine râzı oluyorsun; işin sonunda yeniden pazarlık yapıyorsun; adam hizmetini geri alamaz ki? Nasıl olsa verilene râzı olmaktan başka çaresi yok diye, pazarlığı sona bırakmak haksızlıktır. Hele tehdit, zulüm…

O adam yaptığı keseyi, masajı geri alamaz, ama hakkını haram edebilir… Bizim yüzümüzden dîne, dindara, hattâ Allâh’a düşmanlık besleyebilir. Bunun vebali de, değil beş-on lira, trilyonlarla ödenemez…

Hâlbuki bize yakışan şu:

Bizi seyreden, bizim davranışlarımızı, muamelelerimizi, alışverişlerimizi… görenler; bizde dînimizin güzelliklerini temâşâ etmeli, hayranlık duymalı.

Meşhur kıssadır:

Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretleri’ni bir yere davet etmişler. Getirmesi için de bir atla, Ermeni bir hizmetçiyi yollamışlar. Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretleri ata binecek, diğeri de elinde yular, yaya yürüyecek.

Hazret; «Olmaz!» demiş. «Nöbetleşe bineceğiz.»

Hazret-i Ömer’den beri gelen büyük İslâm ahlâkı…

Köye girişlerinde de, sıra hizmetkâra gelmiş. Köylüler durumu görünce genci azarlamış;

“–Biz seni parasıyla tuttuk, hizmet edesin diye. Oysa sen bineğe binmişsin, üstâdı yürütüyorsun!” diyerek dövmeye kalkmışlar.

İbrahim Hakkı Hazretleri, hemen duruma müdahale etmiş:

“–Adalet olsun diye, ben böyle istedim.”

Köylüler de o zaman Ermeni hizmetkâra;

“–Eh böyle büyük insanlığı gördün, artık İslâm’a girersin!” demişler.

O da şöyle cevap vermiş:

“–Eğer çağırdığınız sizin dîniniz ise kalsın… Eğer bu zâtın dînine davet ediyorsanız, zaten ben yolda kararımı verdim! Müslüman oldum!”

İşte böyle…

Davranış güzelliği bilhassa müslümanların, dindarların, dîni hassâsiyetle yaşamayı arzu edenlerin şiârı olmalı…

Bir müslüman; küçük hesaplara boğulmayan, cömert, diğergâm, fedâkâr, emeği ucuz, kıymeti yüksek bir şahsiyete sahip olmalı…

“Şu insanın ne güzellikleri var. Bu adamın şu hâllerine ben hayran oluyorum.” dedirmeli…

“Acaba bu güzel hâlleri neye borçlu?” diye düşündürüp, hâl ile tebliğ yapar hâle gelmeli…

Davranış güzelliği…

Güzel bir insan ve güzel bir kul olmanın olmazsa olmazı…