İŞİMİZE GELİRSE

YAZAR : Halil KAŞIKÇI

Bir sohbet dinliyoruz. Sohbeti veren kişi; vaiz, mürşid yahut âlim… Bize neler neler söylüyor… Neler neler hatırlatıyor… Ne tavsiyeler veriyor… Fakat dinleyenlerde yansıma çok az. Tatbikat çok zayıf.

Fakat bakıyoruz, sohbette kişinin işine gelen bir konu geçmiş, onu çok iyi anlamış. Onu anladın da diğerlerini niye anlamadın?

Bir kitap okuyoruz. Müellif bize birçok şey öğretmek istiyor. Tavsiyelerde bulunuyor. Fakat biz sadece işimize gelenleri anlıyoruz.

Hâlbuki okuduğumuz faydalı şeylerin tamamından istifade etmemiz lâzım.

İşimize gelen ne demek? Dünyalık demek bazen.

Dinlediklerimiz, okuduklarımız arasında dünyalık; menfaatimize faydalı bir şeyse onu anlıyoruz. Tatbik ediyoruz. Fakat hiç âhiret tarafını düşündüğümüz yok o işin. Onu da okuyoruz ama o bizim gündemimize girmiyor. İlgi alanımızda yer bulamıyor. Hani derler ya bir kulaktan girip diğer kulaktan çıkıp gidiyor.

İşimize gelen başka ne demek? Meselâ tembellik demek. Âmirimiz, büyüğümüz, öğretmenimiz her kim olursa, bize bir nasihatte bulunuyor.

Meselâ hocamız;

“Defter edinin, söylediklerimi yazın!” diyor.

Meselâ ustamız;

“Aman yaptığın işi 2-3 kez kontrol et. Ne olur ne olmaz!” diyor. Fakat tembel talebe ve tembel çırak burayı bir türlü anlamıyor, bir türlü itaate geçemiyor.

Çünkü orayı anlar ve uygularsak, daha itinalı olmamız, daha çok çalışmamız gerekecek. Biz orayı anlamazdan geliyoruz.

İşimize gelen başka ne demek? Meselâ cimrilik demek. Okuduğumuz sohbet; onca âyet, hadis ve kıssa ile cömertliğe özendiriyor bizi. Fakat biz hiç oralı olmuyoruz. Çünkü onları tatbik edersek, cebimizden para çıkacak. Bizim ise bu, hiç işimize gelmiyor.

Misaller çoğaltılabilir.

İşin özü;

Nefs, işine gelmeyen şeyleri anlamamış gibi yapar. Gaflet denilen şeyin bir başka tarifidir bu. Rabbimiz, münafıklar ve azılı müşrikler hakkında hep o işlerine gelmeyeni anlamamaları bakımından tariflerde bulunur:

“Onlar kördür, sağırdır, dilsizdir!” (el-Bakara, 18)

Çünkü işlerine gelmeyeni görmezler, işlerine gelmeyeni işitmezler, işlerine gelmeyen kelime-i tevhid vb. hak sözleri söylemezler. Çünkü görür, işitir ve söylerlerse müslüman yaşantısında olacaklar. Küfrü, zulmü ve günahı bırakmaları, Allah ve Rasûlü’ne itaat etmeleri gerekecek. Azgın, hasetçi ve inatçı nefislerinin işine bunlar gelmiyor. İdrakleri kapanmış, kalpleri mühürlenmiş.

«Müslümanlar ise böyle olmaz, olmamalı.» buyuruyor Rabbimiz:

“(Sâdık kullar) kendilerine Rablerinin âyetleri hatırlatıldığında ise, onlara karşı sağır ve kör davranmazlar.” (el-Furkān, 73)

Biz elhamdülillâh müslümanız. Fakat müslümanlar da ilâhî tâlimatlar karşısında; «İşittik ve itaat ettik!» demekle mükelleftir. İşine geleni değil, ne söyleniyorsa onu…

Derece derece, Allâh’a ve Rasûlü’ne itaat ettiğimiz gibi, işimizde de âmirlere itaat etmemiz gerekiyor. Başta anne-babamızın sözünü tutmalıyız. Bir işyerinde, bir müessesede çalışıyorsak vazifemizle alâkalı söylenenleri tatbik etmemiz boynumuzun borcu. Bir mâneviyat yoluna intisâb etmişsek mürşidimizin bir sözünü iki etmemeliyiz. Talebeysek hocamızın dediğini tutmalıyız.

Fakat nefsin, «işine geleni anlama» bozukluğunu gideremezsek, bunların hepsi yarım yamalak kalacak. Kaideleri çiğneyen bir vatandaş, âsî bir evlât, kazancını helâl ettirmeyen bir çalışan, terakkî edemeyen bir derviş ve başarısız bir talebe olacağız.

Çaresi nedir?

Bir tâlimâtı, bir nasihati yahut bir tavsiyeyi; nefs kulağıyla değil, can kulağıyla dinlemek…

Bir kitabı, bir sohbeti veya bir notu; nefs gözlüğüyle değil, can gözüyle okumak…

Atalarımız deyim hâline getirmiş:

“Gözünü dört aç!” demişler;

“Bu sözümü kulağına küpe yap!” demişler. Böyle alıcı bir gözle ve işitmeye kararlı bir kulakla dinlersek, bambaşka bir idrak seviyemiz olur. Tam ihtiyacımız olan sözleri, bize yazan ve anlatan kişiye, bizzat Allah söyletir o zaman…

Ne mutlu nefsin işine geleni değil, iki dünyada kendi yararına olanı görüp, anlayan, duyan ve tatbik edene!..