ZULÜM PÂYİDÂR OLMAZ

YAZAR : B. Cahit ÖZDEMİR bcahit@hotmail.com

Yaratılışın hikmeti ile ilgili olarak, Kur’ân-ı Kerim’de;
“…Ve birbirinizle tanışmanız için sizi kavimlere ve kabîlelere ayırdık. Muhakkak ki; Allah yanında en değerli olanınız, O’ndan en çok korkanınızdır…” (el-Hucurât, 13) buyurulur. «Ezel Bezmi»nde kul olmaya söz veren insanın vazifesi de; kendisine emânet olarak tevdî buyurulan, idrak ötesi mükemmellikte ve ilâhî bir sanatla tezyin edilmiş yeryüzünü, bu ihtişamla mütenâsip olarak, Allah Teâlâ adına barış ve adâletle idare etmektir. Anadolu’muzun gönül sultanlarından Yûnus Emre Hazretleri de bu muhteşem mükellefiyeti şöyle terennüm eder:
Gelin tanış olalım,İşi kolay kılalım.Sevelim, sevilelim,Dünya kimseye kalmaz!
Cemiyetteki emniyet ihtiyacı ile ilgili olarak, Adiy bin Hâtim -radıyallâhu anh-’ın naklettiği bir hadîs-i şerifte;
“Eğer ömrün olup da yaşarsan, hevdeci (devenin üzerindeki mahfil) içinde bir kadının, Hire’den hareket edip, Allah’tan başka hiç kimseden korkmadan, tâ Kâbe’yi tavaf edeceğini göreceksin.” (Buhârî, Menâkıb, 25) buyurulur. Nitekim, Adiy -radıyallâhu anh- da daha sonra, tavafta Hire’den gelen kadınları gördüğünü söylüyor. «Asr-ı saâdet» ve onu örnek alarak takip eden sonraki devirlerde de, zarûrât-ı dîniyye olan; can, mal, akıl, din ve nesil emniyetinin, hükümfermâ olunan coğrafyada müslüman olmayanlara da şâmil olacak şekilde sağlanmış olması; bütün tedbirlere rağmen, evinde bile emniyette olmayan günümüz insanı için, ne büyük hasrettir.
Fazîlet; ilâhî sanat eseri olan mevcûdâta rahmet nazarıyla bakmayı gerektirir. Bundan dolayıdır ki; varlıkların en şereflisi olarak ulvî bir dâvâ ile mükellef buyurulan insan da, her türlü tâzime lâyıktır. Nitekim, şanlı medeniyetimiz bu hususa riâyetle temâyüz etmiştir. İnsanı câhiliyye bataklığından çıkarıp, lâyık olduğu fazîletlerle donatmak, huzura ve saâdete kavuşturmak, ona yapılacak en büyük iyiliktir. Cemiyetler zulümden kurtulmuş bu insanlarla yükselir; kendisine emânet edilen yüce dâvâ, bu şekilde hayata geçer. Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, Hazret-i Ali- kerramallâhu vechehû-’ya bu hususu şöyle ifade buyuruyor:
“Ey Ali! Bil ki; senin elinle bir insanın hidâyet bulması, güneşin üzerine doğduğu her şeyden daha hayırlıdır.” (Buhârî, Sahih, Cihad, 4, 58)
İnsanı ihyâ etmek, medeniyetimizin şiârıdır. Yaşlılar, kadınlar ve çocuklar başta olmak üzere silâhsız ve mâsum kişilere ve teslim olanlara dokunulmaması, öldürülenlere «müsle» yapılarak hakaret edilmemesi harp hukukunun bir gereğidir. Mukaddes şehir Kudüs’e, 636 yılında kölesini bindirdiği devesini çekerek giren Halîfe Hazret-i Ömer -radyallâhu anh-; râhibin teklifine rağmen, kendinden sonra gelenlerin, mescide çevirebileceklerini söyleyerek, Kıyâme Kilisesi’nde namaz kılmamıştı. Böyle bir hoşgörü ve adâlet örneği varken; 1099’da şehri işgal eden haçlılar, iki gün içinde, şehirdeki müslüman ve yahudiler başta olmak üzere, toplam yetmiş binden fazla insanı kılıçtan geçirdiler. 1187’de, Sultan Selâhaddin, Kudüs’ün yağmalanmaması için, şehri barışla almak istemişti. Ancak kendilerine güvenen haçlılar buna yanaşmayınca, kuşatma ile şehri teslim aldı. Sultan, daha önceki kanlı işgalden dolayı asla intikam peşinde olmadı; merhamet ve adâleti elden bırakmadı.
Şanlı medeniyetimizin son halkası olan Osmanlı’nın mayasını çalanlardan Şeyh Edebâlî Hazretleri’nin;
“İnsanı yaşat ki; devlet yaşasın.” öğüdü, idarenin düsturu olmuştu. Bu cümleden olarak, Osmanlı Devleti, mesafe mefhumunu nazar-ı itibara almadan, nerede bir zalim varsa elini tutma gayretinde olmuş; vatanlaştırdığı coğrafyada, adâlet ve huzuru tesis etmiştir. Bu şanlı devirlerde insan hak ve hürriyetlerine olan riâyet ve hoşgörü öylesine mükemmeldir ki; gayr-i müslim teb’a, sultanların gizli hıristiyan oldukları zehâbına bile kapılmışlardır.
Ziya Paşa «terkîb-i bend»inde; insandaki, yarasa gibi ışıktan rahatsız olma misali güzelliğe düşmanlıkla ilgili marîz damarı;
Erbâb-ı kemâlî çekemez nâkıs olanlar,Rencîde olur dîde-i huffâş ziyâdan.
diye ifade eder. İslâm coğrafyasının kavuştuğu refah, adâlet ve huzur vasatı; Avrupa’da insanların sefâleti ve mazlumiyeti üzerinde saltanat süren ceberût kilise ve kralların işine gelmedi. Kudüs’e kadar, Orta Doğu’dan müslümanları çıkarmak ve zenginliklerini yağmalamak hırsıyla, 1095 yılından itibaren, Papa’nın talebiyle teşkil edilen ordularla «Haçlı» seferleri başlatıldı. Asırlarca devam eden bu kanlı saldırılar; irtikâb ettikleri büyük katliâmlara rağmen, her seferinde şanlı ecdâdımızın, «onların hayatı sevdiklerinden daha çok şehâdeti özleyen» mücâhidlerinin destânî direnişleriyle karşılanmış ve neticede başarısız kalmıştır. Ancak, bu kör zihniyet hiç kaybolmamış; dünyaya hâkim olan sömürgeci devletler eliyle, zaman ve zemine göre farklı usûllerle haçlı seferleri devam ettirilmiştir.
İngiliz tarihçi Toynbee; sömürgecilerin önlerindeki engeli, haçlı dayanışması çerçevesinde, el birliği ile kaldırmaları hususunda;
“Osmanlı durduruldu; dev uyutuldu. Dev uyanırsa, kimse durduramaz.” diyor. Nitekim Osmanlı’nın artık dünyaya hükmedemez duruma gelmesiyle birlikte; batılı devletler, Osmanlı coğrafyası da dâhil olmak üzere Asya ve Afrika’yı da içine alan sömürge imparatorlukları hâline geldiler. Bu yağmadan sadece, Anadolu ve Trakya’nın bir kısmı kurtarılabildi. Sonradan çekilmek zorunda kaldıkları yerleri de, kendi adamlarına emânetle ve her zaman kanatılmaya hazır çıban başları hâlinde bırakarak terk ettiler.
Büyük İslâm âlimi İbn-i Haldûn (1332-1406), sosyolojik olarak; «mağlûpların, galipleri taklit ettiği» hususunu tespit eder. Sömürgecilerin bu üstünlüğü karşısında da; maalesef müslüman aydınlarda, zamanımızda «Stockholm sendromu» diye ifade edilen, batı hayranlığı, batılı olma sevdası gelişti. Batının hayat tarzının, kültürünün kabulü ve taklidi neticesinde, zihne ârız olan dünyevîleşme; asırları şanla, şerefle aşıp gelen İslâm âleminin teminatı olan değerlerini çözdü, zayıflattı. Öyle ki, ülkemizde bir zamanlar; din değiştirmenin bile tartışılmış olması, meselenin hangi vahim boyutlara kadar ulaştığının bir örneğidir.
Asırlardır hâkim oldukları mazlumlar coğrafyasını iliklerine kadar sömüren, milyonlarca mâsumun kanını döken sömürgeciler bu zulüm çarkının durmasına asla râzı olmuyorlar. Haçlarını da, bu ihtiras için bir vasıta olarak kullanıyorlar. Bir Kenyalı aydın, bu ahlâkla bağdaşmayan din istismârını şöyle ortaya koyuyor:
“Beyaz adam elinde İncil’le bize geldiğinde, topraklarımız vardı. Bir müddet sonra İncil bizim elimize geçti, topraklarımız onların.” Esasen asırlardır sürdürülen haçlı seferlerinin asıl sebebinin de, çok farklı olmadığı görülebilir. Günümüzde bilhassa İslâm coğrafyasında misyonerlerin cirit atmaları, bu niyetin bir tezâhürüdür. Sömürgecilerin, menfaatleri için dünyayı ateşe vermelerinin, kan deryâsına çevirmelerinin, çevreyi tahrip etmelerinin karşılığını da, bir kızılderili sözü; “Beyaz adam; son ırmak çekildiğinde, son ağaç kuruduğunda, son kuş öldüğünde… paranın yenecek bir şey olmadığını görecek.” diye ifade ediyor.
90’lı yıllarda, tek kutuplu «yeni dünya düzeni»ne geçildiğinde, artık «İslâm» tek düşman olarak hedefe konuldu. Ayrıca, İslâm’la bizzat değil, onun karşısına ihdâs edilen «başka bir İslâm»(!) çıkarılması benimsendi. ABD’de, ne olduğu hâlâ ortaya çıkarılmayan esrarengiz 11 Eylül 2001 hâdisesinden sonra; devrin devlet başkanı, resmen «yeni haçlı seferi»ni başlattı. Müteâkiben Afganistan ve Irak işgal edilerek milyonlarca insan katledildi; çeşitli isimler altında terör hizipleri ortaya salındı; sahte bir «Arap baharı» uydurularak müslüman ülkeler derin sarsıntılara, kargaşalara, iç savaşlara itildi. Bugün son örnek Suriye’de altıncı yılına giren iç savaşta; ülkede taş üstünde taş kalmadı, 22 milyon nüfusun, bir milyona yakını katledildi, 12 milyonu yerlerinden sürüldü, 6 milyonu, yarısı Türkiye’ye olmak üzere, başka ülkelere ilticâ etti.
Sömürgeciler, bölgemizde, daha önce çizdikleri sınırları; menfaatleri doğrultusunda, günün şartlarına göre yeniden çizmek gayretiyle iç çatışmaları körüklüyorlar. Bunun için; kendileri uzaktan kumanda ederek, mezhebî ve kavmî asabiyetle âdeta çıldırttıkları ve silâhlandırdıkları terör hiziplerini ve mezhep taassubuyla gözleri kararmış devletleri kullanıyorlar.
Mazlum milletlerin sömürgecilerin zulmünden kurtulabilmesi, ancak İslâm’ın diriltici nefesi ile derlenip toparlanabilmelerine ve düşürüldükleri zillet batağını görebilmelerine bağlı. Lâkin sömürgeciler; başlarına ördükleri çoraplarla onları harap ve bîtap düşürüp, buna fırsat bırakmıyor. Tarihte İslâm medeniyetini, «ehl-i sünnet» mihver temsil etmişti. Bugün de, son halkayı teşkil eden Osmanlı’nın vârisi olan ve mazlum milletlerin teveccüh ettikleri Türkiye buna namzettir.
Sömürgecilerin bölgemizdeki bütün oyunları; «uyuyan devin uyanmaması»na, güçlenmemesine, parçalanıp ufalanmasına yöneliktir. Buna yönelik olarak müslüman bölge halkından ayrıştırılmış, saptırılmış Selefî (radikal), Şiî, ılımlı İslâm (sömürgecileri sorgulamayan, itaat eden) ve kavmî maskeli terör hareketleri tertip edilerek, silâhlandırılmış ve devreye sokulmuştur. Ülkemizin bir süredir, tevârüs ettiği yüce dâvaya sahip çıkma ve bunun için gerekli tedbirleri alma gayretleri, sömürgecileri âdeta zıvanadan çıkarmış; bölgenin sınırlarını yeniden düzenleme çerçevesinde, bütün terör hizipleri ehl-i sünnet kitle ve Türkiye’ye zarar verecek şekilde yönlendirilmiştir.
Bütün bunlara rağmen Türkiye’nin «söz dinlememesi», bir türlü hizaya getirilememesi üzerine, resmen müttefikimiz olan bahis mevzuu ülkeler, işi «darbe» ile hâlletmeye kadar vardırmışlardır. Bu ihânet için maalesef, sömürgecilerin «Ilımlı İslâm (!) Projesi» içinde yer alan ve milletten görünen mâhut bir grup kullanılmıştır. İçtimâî bünyemizde derin, onulmaz yaralar açan, 15 Temmuz 2016 tarihindeki bu menfur ve mel‘un darbe teşebbüsü; vatanı için göğüslerini tanklara, uçaklara siper eden, hayatlarını ortaya koyan güvenlik güçlerimiz ve her kesimden vatandaşımızın gayretiyle akamete uğratılmıştır. Ancak sömürgeciler bu işin peşini bırakmamışlar; kendileri için yegâne tehlike gördükleri ülkemiz üzerindeki baskılarını arttırarak sürdürmektedirler. Batı basınında da, yeni taktiğin; «içeride gerilim, dışarıda yalnızlık, muhaliflerin daha fazla desteklenmesi» olarak belirtilmesi, bundan sonra, daha da fazla sıkıntıların bizi beklediğine bir işarettir.
İrfan ehli;
“Zulüm pâyidâr olmaz. Zulümle âbâd olanın, âkıbeti berbâd olur.” demişler. İlâhî adâlet, elbette her meselede «haçlı dayanışması» ile karşımıza dikilen zalimlerin hak ettiği karşılığı verecektir. Ancak bu lutfa lâyık olmak, üzerine düşeni yapmak da bir vecîbedir. Bu çerçevede, birlik ve beraberliğimizi sağlamak; hem elimizde kalan son vatan toprağımızın selâmeti, hem de bizi gözleyen mazlumlar dünyasının ümidi olmak için en büyük güç kaynağımızdır. Tıpkı, İstiklâl şairimiz merhum Mehmed Âkif’in;
Girmeden tefrika bir millete düşman, giremez;Toplu vurdukça yürekler, onu top sindiremez!
dediği gibi.

“Bu yazı www.yuzaki.com yayınıdır.”