BEN BİLİRİM BAĞDAT’IN KUDÜS’ÜN ve İSTANBUL’UN NASIL BİRBİRİNE BAĞLANDIĞINI

YAZAR : Raif KOÇAK raifkocak@gmail.com

İmâmesi kopmuş tesbih tanelerine benziyoruz. Ümmet olarak her birimiz ayrı yerlerde…

Kâh Bosna oluyoruz; binlercemiz Avrupa’nın gözleri önünde doğranıyor, soykırıma tâbî tutuluyoruz. Kâh Afganistan oluyoruz; dağlarda, taşlarda ibtidâî silâhlarla koca ordularla savaşıyoruz. Kâh Filistin oluyoruz; BM kararı ile başımıza bir devlet belâ edilip, topraklarımızdan göç etmeye zorlanıyor, göç etmeyenlerimiz ise modern silâhlara karşı, sapanlarla savaşmak zorunda kalıyoruz.

Irak oluyoruz bazen; binlerce kilometre öteden katil sürüleri gelip, güya bize demokrasi ve daha fazla özgürlük (!) getirmek için şehirlerimizi bombalıyorlar. Yerin altında bulunan değerli şeyler için, yerin üstünde ne kadar değerlimiz varsa, yok ediyorlar. Binlerce kadınımız, kızımız, kızanımız ellerinde heder ediliyor. Çocuklarımız insafsızların ellerinde ya organ mafyalarına veya fuhuş mafyalarına sermaye ediliyor.

Suriye oluyoruz bazen; yerimizden, yurdumuzdan çıkarılıyoruz. Yıllarca başımızın üzerinde demir bir yumruk gibi duran despot bir rejim altında yaşadığımız yetmiyormuş gibi, Orta Doğu’da çıbanbaşı bir devletçik olan İsrail’in güvenliğini sağlamak için, ülkemiz ateşe veriliyor. Binlerce insanımız bombalarla, füzelerle paramparça edilip, binlercesi yurdunu terk ederek, başka diyarlara göçerken denizlerde boğuluyor.

Her gün; yüzlerce insanın ölüm haberini almak o kadar sıradan hâle geldi ki bizim için, artık tepki veremez duruma geldik. İslâm coğrafyasında ölenler, haber bültenlerinde sadece «sayı» ifade eder hâle geldi. Savaşın bile bir şerefi, namusu, şartları ve hukuku var. Ancak, karşımızdaki gözü dönmüş, katillerden oluşan vahşîler sürüsü; Moğolların zulmünü andıran görüntüler ile önlerine gelen müslümanları, yakıp, yıkıp katlederek hayâsızca bir saldırı ve soykırım sergiliyorlar.

Ölçüsüz ve hayâsızca devam eden bu savaşta ölenler bir yana, savaştan kaçan ve bir şekilde hayatta kalabilenler, batının ikiyüzlü, ahlâksız sistemleri içerisinde kaybolup gidiyorlar. Ülkelerine az sayıda göçmen kabul edip; onlara da şart olarak, kendi tahrif edilmiş dinlerini dayatıyorlar. Göç edenlerin, müslüman ülkeleri değil de, batılı ve hıristiyan ülkeleri seçmesi ise, ümmet olarak yüzümüzü kızartıyor.

Özelde müslümanların, genelde müslüman ülkelerin başına gelen felâketler hususunda; batıdan ve batılı ülkelerden medet ummak, onların bu olaylara müdâhil olmasını beklemek, hem beyhûde bir bekleyiş, hem de İslâm dünyası adına büyük bir ayıp diye düşünüyorum.

Çünkü biz batının gerçek yüzünü, Bosna’da Sırplar soykırım yaparken görmüştük. Dolayısı ile şimdi Suriye’de, Irak’ta, Filistin’de, Myanmar’da müslümanlara yapılan zulümlere sessiz kalmaları bizleri şaşırtmamaktadır.

Başımızda bir imam/halîfe olduğu zamanlar, yedi düvele adâlet ve refah dağıttık. Fethettiğimiz ve yönettiğimiz her beldeye medeniyet taşıdık. Ecdâdımızın ismi bile bir bölgede sükûnetin ve adâletin sağlanmasına yetiyordu.

Sonra; yüreklerimizin birbirine bağlı olduğu, bağırsak sesimizin duyulduğu beldeler ile aramıza nifak tohumları ekildi, birbirimizi duyamaz olduk. Üzerinde güneş batmayan topraklar, cetvel ile parça parça bölündü. Kimini para ile kimini makam ile kandırdıkları kukla yöneticiler sayesinde, bizi bize düşman hâle getirdiler. Aynı hamurdan yoğrulmamıza rağmen, kısa sürede birbirimizi tanıyamaz, duyamaz hâle geldik.

Bizim dertlerimizin çözümü; bizden olan, dilimizden anlayan, dertlerimizi bilen ve bu dertlere, İslâmî çözümler üretecek, kurumların ve yapıların kurulması veya kurulu olanların aktif hâle getirilmesi ile mümkün olacaktır.

Yardıma ihtiyacı olana yardım eli uzatan, sığınılacak ve barınılacak, güvenli dost ülke olmak, artık bir yere kadar. Biz artık, gıdaya ihtiyacı olan ülkelere gıda, ilâç ve yardım malzemeleri göndermek yerine, artık bu ülkelerin bir araya geldiği yapılar kurmak zorundayız. Bizim, yüzlerce yıldır bu toprakların hâmîsi olmamızdan, üç kıtaya hükmetmiş koca bir imparatorluğun vârisi olmamızdan dolayı büyük bir vazifemiz var.

Yanı başımızda Türkî cumhuriyetler ve İslâm ülkeleri gözümüzün içine bakıyor. Bırakalım artık AB’yi, ABD’yi ve batılı devletlerle müttefik olmayı; yüzümüzü gerçek dostlara çevirelim, bir birlik kuralım veya kurulu olanı, yeniden harekete geçirelim böylece, bölgede ne kadar mazlum ve mağdur varsa dertlerine kalıcı çözümler bulalım. Böyle temenni ediyoruz fakat, Katar krizi gösteriyor ki, bu da hiç kolay değil…

Yeryüzünde, bizim inancımızdan olan insanlara, gerek siyâsî, gerekse dînî saldırılar görmek istemiyorsak; tarihte eşine rastlanmadık muamelelere revâ görülerek, parça parça edilip öldürülen süt çocukları görmek istemiyorsak; ömrünün baharında, önce hayâsızca ırzlarına geçilip, sonra cânîce katledilen genç kızlar ve kadınlar görmek istemiyorsak; bu ümmeti bir araya getirmenin çarelerini aramak zorundayız. Yoksa yarın mahşer günü, denizlerde boğulan ve cansız bedenleri kıyılara vuran yavruların hesabını veremeyiz.

Bir araya gelirsek, biliyoruz ve inanıyoruz ki; gün gelecek Halep sokaklarında, Şâm-ı Şerif sokaklarında çocuklarımız yeniden güle oynaya koşturacaklar. Musul’un ve Halep’in bahçelerinde güller, sümbüller açacak.

Gün gelecek hem Kudüs’te, hem Şam’da, hem Bağdat’ta ve hem de Ayasofya’da hür ezanlarımız okunacak inşâallah.

Selâm olsun o günlere ve o günlere kavuşanlara…

“Bu yazı www.yuzaki.com yayınıdır.”