Şanlı Mâzimizden Seçme Nükteler. ZÂHİR Mİ GĀİB Mİ?

YAZAR : Abdullah Mesud HIDIR mahidir@gmail.com

m_hidir-1-yuzakidergisi-mayis2015

Ebû Hanîfe Nu‘mân bin Sâbit, 699 yılında Kûfe’de doğdu. Hanefî mezhebinin kurucusudur. «Ebû Hanîfe» veya «İmâm-ı Âzam» isimleriyle anıldı. Onun öncülüğünde başlayan Irak fıkıh ekolü imamın bu künyesine nisbetle «Hanefî mezhebi» adını aldı.

Esasen Ebû Hanîfe’nin içtihadlarında hocası Hammâd, onun hocası Alkāme silsilesiyle; Hazret-i Ömer, Hazret-i Ali, Abdullah bin Mes‘ûd ve Abdullah bin Abbas’tan gelmektedir.

Ömrünün elli iki yılı Emevîler, on sekiz yılı Abbâsîler döneminde geçen Ebû Hanîfe, hükümdarları ve kadıların verdiği bazı kararları tenkit etmesi sebebiyle çeşitli zorbalıklara maruz kaldı.

Kulluğa titizlikle riâyet gösterir, hayatını ehl-i takvâ olarak yaşardı. «Namaz kılmayan kâfir değildir ama kâfirler namaz kılmazlar.» sözü meşhurdur.

Büyük âlim ve müçtehid İmâm-ı Âzam Ebû Hanîfe Hazretleri, 767 yılında vefat etti. Zehirlendiği iddiaları vardır. Türbesi, Bağdat’tadır.

***

İmâm-ı Âzam delikanlı iken Basra’ya tüccar bir mecûsî gelmişti. Adam;

“–Ben ateşe Allah diye tapıyorum. Var ki tapıyorum. Sizin taptığınız yok. Olsa gösterirsiniz.” diye halkı tahrik ediyordu. Halk, Ebû Hanîfe’yi çağırdı. Ebû Hanîfe gelmekte gecikti. Bir müddet sonra kan ter içinde nefes nefese gelerek;

“–Özür dilerim, geciktim. Nehrin öbür tarafındaydım. Bu tarafa bir vasıta bulamadım. Nehrin kıyısındaki ağaçlara;

«–Ağaçlar! Derhâl sandal olun ve beni karşıya geçirin!» dedim. Bu yüzden de geç kaldım.” dedi. Mecûsî bunun üzerine gülerek;

“–Hiç ağaçlar kendi kendine sandal olur mu?” deyince Ebû Hanîfe;

“–Ağaçlar kendi kendine sandal olmaz da şu koskoca kâinat ustasız, kendi kendine olur mu?” diye karşılık verdi. Mecûsî;

“–O zaman sizin Allâh’ınız niçin görünmüyor? Var olan şey görünür.” dedi. Ebû Hanîfe;

“–Sizin aklınız var mı?” diye sordu.

“–Tabiî ki var!” dedi. Bu sefer Ebû Hanîfe;

“–Gösterin o zaman” dedi. Mecûsî;

“–Gösteremem.” dedi.

“–Yok mu acaba?” dedi ve ekledi; “Ruh ve akıl gibi şeylerin varlığı da bilinir ama gösterilemez. Demek ki var olan her şey görünmez.”

Ebû Hanîfe adama ağzının payını verdi. Bunun üzerine İslâm hakikatlerinin tebârüz etmesinden, doğruyla yanlışın birbirinden ayrılmasından hoşnut olan halk büyük bir teveccühle tekbirler getirdi.

m_hidir-4-yuzakidergisi-mayis2015

RÛHUN SÜKÛNU

Asıl adı Musa Azmi olan Hattat Hâmid AYTAÇ, 1891’de Diyarbakır’da doğdu. Diyarbakır’da sıbyan mektebini, askerî rüşdiyeyi ve idâdîyi bitirdikten sonra 1908’de yüksek tahsil için İstanbul’a gitti. Hocalarının tesiriyle Sanâyi-i Nefîse Mektebi’ne kaydoldu. Haseki’de Gülşen-i Maârif Mektebi’nde hat ve resim hocası olarak çalışmaya başladı. Bâbıâlî’de Hattat Hâmid Yazı Yurdu’nu açarak «Hâmid» müstear imzası ile piyasaya yazılar yazmaya başladı. Harf inkılâbından sonra atölyesini matbaa hâline getirerek klişecilik, çinkografi, pantografi, mamul maddeler için lüks etiket ve kartvizit basımı gibi işlerle meşgul oldu. 1960 yılında Paşabahçe Cam Fabrikası’nda imal edilen cam eşya üzerine çeşitli yazılar yazdı.

Usta Hattat, 19 Mayıs 1982’de vefat etti. Kabri Karacaahmet Mezarlığı’ndadır.

***

Talebesi Hattat Halim ÖZYAZICI, genç sayılabilecek bir yaşta vefat eder. Hattat Hâmid son demlerinde hattan ayrı düşmek istemediği için ölümden tedirginlik duymaktadır. Bu ruh hâliyle bir gece rüyasında talebesi Halim Efendi’yi görür. Halim Efendi’yi günlük güneşlik, yemyeşil bahçeler, rengârenk çiçekler içinde elinde hokka-divit önünde kâğıt, hat yazar hâlde görür. Hattat Hâmid hayretle seyrederken Halim Efendi;

“–Hocam bizi burada da bırakmadılar, habire yazıyorum.” der. Ertesi gün Hattat Hâmid, neşeli bir vaziyette öğrencilerine;

“–Çocuklar artık rahatça ölebilirim. Boşuna telâşlanmışım, Cennette de yazdırıyorlarmış!” diyerek rûhunun sükûnunu ifade eder.

m_hidir-2-yuzakidergisi-mayis2015

UYKU KABRE KALDI

Fatih Sultan Mehmed Han, 30 Mart 1432 yılında Edirne’de dünyaya geldi.

Titiz bir eğitimden geçen Fatih, gönül eğitimini Akşemseddin -kuddise sirruhû- Hazretleri’nin mânevî terbiyesinde ikmal etti. Çok erken yaşlarda «feth-i mübîn» aşkında fânî olan Şehzade, ilim yolundaki gayretini de eksiltmeyerek kısa zamanda Arapça, Farsça, Lâtince, Sırpça ve Yunanca öğrendi.

Fatih Sultan Mehmed, 1444’te babası II. Murad’ın tahtı kendisine bırakması üzerine padişah olduysa da iki yıl sonra tekrar babasını tahta geçirdi. 1451’de ikinci defa tahta çıkan Sultan, hemen dîvânı toplayarak İstanbul’un fethini istişâre etti. Bu mecliste bazıları fethin Mehdî’nin işi olduğunu söyledilerse de Akşemseddin Hazretleri bu fikre karşı çıktı ve kuşatma kararı alındı. Fatih’in ifadesiyle önce kendisinin gönlünü fetheden İstanbul şimdi, Fatih’in fethini bekleyecekti.

İstanbul’u fethederek Bizans’ı tarihe gömmesinin yanında birçok devleti tamamen Osmanlı mülküne kattı. Hedefinde Roma vardı.

Fatih Sultan Mehmed, 3 Mayıs 1481’de 50 yaşında bir sefere giderken vefat etti.

Türbesi, İstanbul’da adına yaptırdığı caminin kıble tarafındadır.

***

Sultan II. Mehmed Han, İstanbul’un fethedilmesi için hazırlık yaptığı bir gece Sadrazam Çandarlızâde Halil Paşa’yı yattığı odaya çağırarak;

“Lala! Şu yatağı görüyor musun? İçinde bir türlü uyuyamıyorum.” der.

Fetih hedefi ve bu gayeyi gerçekleştirme aşkı ve arzusu gönlünde yer eden Sultan’ın en temel ihtiyacı olan istirahati kabre ertelemesi Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in müjdesine nâil olmak arzusu yolunda gösterdiği fedâkârlıkların bir nişanıdır.

m_hidir-3-yuzakidergisi-mayis2015

SUBHÂN’SIN!..

Asıl adı Abdülhamid Ziyâeddin olan Ziya Paşa, 1825’te İstanbul’da doğdu. İlköğrenimini mahalle mektebinde yaptıktan sonra rüşdiyeye başladı. Bir süre sonra saraya üçüncü kâtip olarak yerleştirildi. Hikmetli şiir ve hicivleriyle meşhur Paşa, çeşitli mutasarrıflık ve valilik vazifelerinde bulundu. İttifâk-ı Hamiyyet Cemiyeti’nin üyesi olarak hükûmeti eleştiren yazıları sebebiyle 1867’de Kıbrıs’a tayin oldu. Kıbrıs’a gitmeyerek Paris’e kaçtı.

5 yıla yakın bir süre Paris, Londra ve Cenevre’de kalan Ziya Paşa; Sadrazam Âli Paşa’nın ölümünden sonra İstanbul’a döndü. Uzun bir zaman işsiz kaldıktan sonra maârif müsteşarı oldu. 1872-1876 arasında çeşitli memuriyetlerde vazife aldı. İki yıla yakın valilik yaptığı Adana’da 17 Mayıs 1880’de siroz sebebiyle vefat etti. Kabri, Adana’dadır.

***

İnsan idrâki mahdut, Cenâb-ı Hakk’ın yarattıkları ve kendi zât-ı ulûhiyyeti ise nâmütenâhi yani sonsuzdur. Dolayısıyla sınırlı bir akıl ve idrak ile sınırsızların ve sonsuzların anlaşılması mümkün değildir. Bu noktada insan; «Subhânallah» diyerek Allah Teâlâ’nın yarattıklarını tesbih etmeli, O’nun her türlü noksanlıktan münezzeh olduğunu tasdik etmelidir. Ziya Paşa bu hakikati;

Subhâne men tahayyera fî sun‘ihi’l-ukûl,
Subhâne men bi-kudretihî ya‘cizü’l-fühûl…

“Sanatı karşısında akılların hayrete düştüğü, kudretiyle en üstün âlimleri bile âciz bırakan Allah Teâlâ’yı tesbih ederim.” beytiyle ifade eder ki bu beytin yazılış hikâyesini de kendisi şöyle anlatır:

“Mehtaplı bir gecede evimin bahçesindeydim. Etraf sessiz ve sadâsızdı. Tek başıma bahçede dolaşıyordum. Birdenbire bu beyit sânih oldu. Sonra, Harâbât’ı tertip ederken bu beyit hakkında şüpheye düştüm. Acaba dedim, bunu bir mecmûada gördüm de aklımda mı kaldı, sonra farkına varmadan hatırlayıverdim. Sırf bu şüpheyi izâle etmek için pek çok eser-i arabiyyeyi gözden geçirdim. Ve nihayet şüphem zâil oldu…» (Nazım Paşa, Bir Devrin Tarihi: Ziya ve Midhat Paşalarla Kemal Beyin Hayatlarına Ait Hâtıralar, Arba Yay., İstanbul, 1992, s. 97)