AKŞEMSEDDİN HAZRETLERİ -2-

YAZAR : Can ALPGÜVENÇ alpguvenc@gmail.com


“Fethe muhalefet edenler, şiddetle cezalandırılmalı!”

Geçen ayki yazımda sizlere; fethin kaderini doğrudan etkileyen bir «Gönül Sultanı»nın, Akşemseddin Hazretleri’nin Hacı Bayram Velî’ye intisab hikâyesinden, altıncı Osmanlı hükümdarı Sultan II. Murad’la olan dostluğundan ve Manisa sarayında Şehzade Mehmed’e yaptığı hocalıktan söz etmiştim. Bu yazımda ise bu eşsiz İslâm âliminin fetihteki mânevî rolünden söz edeceğim.

İstanbul kuşatması sırasında yaşanan birtakım olumsuzluklar; fethi geciktirmiş, bazı devlet adamlarını ümitsizliğe düşürmüştü. Bunun üzerine 27 Mayıs akşamı (fethin 2 gün öncesi) Sultan II. Mehmed idaresinde büyük bir meclis toplandı. Burada Sadrazam Çandarlı Halil Paşa; kuşatmanın kaldırılması gerektiğine dair uzun bir konuşma yaparak, Bizans’ın Avrupa Hıristiyanlığının en hassas noktası olduğunu, bu yüzden devletin çok ciddî iç ve dış gailelerle karşılaşabileceğini söyledi. Devletin hem doğu, hem de batıda aynı anda tehlike altında olduğunu dile getirerek, çok ağır şartları bile kabule hazır olan Bizans imparatoruyla anlaşma yapılmasının isabetli olacağını belirtti.

FETH-İ MÜBÎN GERÇEKLEŞECEK!

Başta Akşemseddin olmak üzere Zağanos Paşa, Molla Gûrânî ve Şeyh Sinan gibi idareci ve âlimler ise aksi tezi savunuyorlardı. Akşemseddin; fethin, müslümanların 850 yıllık rüyası olduğunu, Bizans’ın mânen tefessüh ettiğini, ciddî bir maddî gücü kalmadığını, Rum halkının büyük bir kısmının ve bazı devlet adamlarının Osmanlı idaresini kurtarıcı gibi gördüklerini ve böyle kabul ettiklerini söylemişti. İstanbul’a hâkim olan devletin hem İslâm, hem de hıristiyan âleminde büyük mânevî nüfuza sahip olacağını, bu sebeple kesin sonuç alınıncaya kadar kuşatmanın sürdürülmesi gerektiğini ifade etmişti. Kur’ân’daki «Beldetün Tayyibetün» lâfzını delil göstererek, zaferin kendilerine ait olacağını söylemiş ve konuşmasını büyük bir vecd içinde, feth-i mübînin muhakkak gerçekleşeceğini dile getirerek bitirmişti.

MÜNAFIKLARA KARŞI SERT OL!

Kuşatma gerçekten tehlikeye girmişti. Bilhassa Macaristan ve İran’dan gelen baskılar tehdit hâlini almıştı. Fethe muhalefet edenlerin sayısı her geçen gün çoğalıyordu. Bunun üzerine Akşemseddin, Sultan II. Mehmed’e bir mektup yazmak gerektiğini hissetti. Bu tarihî mektup -ihtimal ki- kuşatmanın kaderini etkilemişti.

Mektubun bir bölümü aşağıda görüldüğü gibiydi:

“Hünkârım! Şimdi yumuşaklık ve merhamet zamanı değildir. Fethe muhalif olanlar ve bu hususta kusuru görülenler tespit edilip, bunlar; vazifeden azil dâhil, gereken en şiddetli cezalarla cezalandırılmalıdır. Eğer böyle yapılmazsa kaleye yeni bir hücuma kalkışıldığında veya hendeklerin doldurulmasına karar verildiğinde gevşeklik husûle gelecektir. Bilirsiniz, bazıları yasaktan, zordan anlar. Allah için canını, başını ortaya koyan azdır. Meğer bir ganîmet görsünler, o zaman canlarını dahî ateşe atarlar.

Bundan böyle, emir ve hükümlerinizin bilfiil yerine getirilip getirilmediğine dikkat ederek, bütün gücünüzle işe sarılmalı, gayret göstermelisiniz. Bu tür vazifeler; gerektiğinde merhameti ve yumuşaklığı az, şiddet kullanabilecek, zora başvurabilecek kimselere verilmelidir. Bu, hem geçmişteki uygulamalardır, hem de dîne uygundur. Allah şöyle buyuruyor:

«Ey şanlı Peygamber! Kâfirler ve münafıklarla sonuna kadar savaş, onlara karşı sert ol, yumuşak davranma. Onların varacakları yer cehennemdir ki, orası varılacak en kötü yerdir.» (et-Tahrîm, 9)

Bu söylediklerim sana boş söz gibi gelmesin, gereğini yapasın. Söylediklerimiz tamamen sizi sevdiğimizdendir.”

EYÜP SULTAN’IN KABRİNİ KEŞFETTİ

Fetih müyesser olduktan bir müddet sonra Sultan Fatih’le Akşemseddin sohbet ediyorlardı. Fatih bir ara hocasına sordu:

“–Lala, tarih kitaplarından, ashâb-ı kirâmın büyüklerinden Ebû Eyyûb el-Ensârî’nin kabrinin İstanbul surlarına yakın bir yerde olduğunu okudum. Sizin bu mevzu ile ilgili bir malûmatınız var mı?”

Akşemseddin, kısa bir murâkabenin ardından;

“–Şu karşıki tepenin eteğinde bir nur görüyorum, orada olmalı.” diye cevap verdi.

Bunu duyan Sultan çok heyecanlandı, hemen oraya gidilmesini istedi. Kısa süre içinde atlar hazırlandı ve Şeyh’in işaret ettiği Haliç’in sahilindeki bir düzlüğe varıldı. Oraya gelindiğinde Akşeyh durdu ve; “Mezarı burasıdır!” dedi. Sultan, kabrin alâmetinin ne olduğunu sordu, Akşemseddin de;

“Burası kazılsın, beyaz mermer bir taş çıkacak, o taşın üzerinde İbranîce bir yazı ile Hâlid bin Zeyd’in ismi bulunuyor, ehline okutun şüpheniz kalmasın.” diye cevap verdi.

İşaret edilen yer bir metre kadar kazıldığında sözü edilen beyaz mermer ortaya çıktı, yazı okutulunca şüphe ortadan kalktı. Bu hâdise üzerine Sultan, kabrin üzerine bir türbe, yanına da iki minareli bir cami yapılmasını emretti.

Eyüp Sultan Camii fetihten sonra yapılan ilk cami olma özelliğini taşımaktadır.

MÂLİK OLMAN, SÂLİK OLMANDAN EVLÂ!

Fatih Sultan Mehmed; fetih sonrası bir ara tasavvufa meyletmiş, elinde büyüdüğü hocası Akşemseddin’in çok farklı yönlerini keşfetmiş olmalı ki, onun tarîkatına girmek istemiş;

“–Ahkâm-ı tarîkat her ne ise; bana öğret, beni irşad eyle!..” demişti.

Akşeyh, Sultan’ın tarîkata girmesini münasip görmediğinden ona şöyle cevap vermişti:

“–Tarîkata girersen mü’minlerin hizmeti görülmez olur, ümmet-i Muhammed kedere boğulur. Senin, adâletin tatbikine cehdeylemen gerek. Padişahın velâyet ve kerâmeti, adâletle hükmetmesidir. Padişahlıkta nice perdeler vardır. Senin tarîkata ayıracak zamanın yoktur, çünkü yükün değirmen taşından daha ağırdır.”

Zamanın en büyük siyasî otoritesi her şeyiyle emrine boyun eğmek üzere kapısına geldiği hâlde, Akşemseddin onu milletinin hizmetine sevk etmiş;

“Sana mülk, bana hikmet verildi. Bunları terk edersek her ikimiz de mes’ul oluruz.” diyerek onu mülkün başına iade etmişti. Siyasî iktidarın başında bulunan kimse için mâlik olmanın sâlik olmaktan daha doğru olacağını, padişahlar için gerçek tarîkatın bu olması lâzım geldiğini anlatmıştı.

Ancak Fatih’in ısrarları devam edince Akşeyh bunalmış, İstanbul’u terke karar vermişti… İzinin bulunmaması için önce Gelibolu taraflarına, oradan Anadolu’ya geçmiş, uzun bir yolculuğun ardından Göynük’e varıp, oraya yerleşmişti. Sultan, bir süre sonra oraya gittiğini haber alınca kendisine 200 altın göndermiş, fakat Akşeyh bunu kabul etmeyip, paranın İstanbul’un imar ve inşasına sarf edilmesini istemişti. Bu istiğnâ sahibi âlim, hükümdarın ısrarı karşısında o paradan sadece bir çeşme yaptırılmasına râzı olmuş, şahsı ve yakınları için en küçük menfaat teminine tevessül etmemişti.

ÖYLEYSE GÖÇELİM!

Akşemseddin vasiyetnâmesinde;

“Benim mülküm de, nesnem de kalmadı. Hattâ arkamdaki hırkamı, kaftanımı, gömleğimi ve tâcımı dahî oğlum Pir Şeyh Muhammed’e bıraktım.” demişti. Vefatına yakın;

“Bu mihneti çok dünyadan göçmek isterdim. Ama henüz çocukluğunu yaşayan Muhammed Hamdi yetim kalır ve ezilir.” diyordu. Bir gün hanımı Akşeyh’e şöyle seslendi:

“Hoca, her zaman göçelim dersin, ama göçmezsin!”

Bu söz üzerine Akşeyh;

“Öyleyse artık göçelim!” diyerek, Göynük’te kendi inşa ettiği mescide gitti, dost ve yakınlarının yanına çağrılmasını istedi. Orada vasiyetini yazdı, dostlarıyla helâlleşti ve sünnet üzere yatağa girerek, kendisine Sûre-i Yâsîn okunmasını istedi. Kısa bir süre sonra da rûhunu teslim eyledi. 1459 (h. 863) yılıydı, mübârek âlim 70 yaşındaydı…