Şânlı Mazimizden Seçme Nükteler
ZAMANI GELMEDİ Mİ?

YAZAR : Abdullah Mesud HIDIR mahidir@gmail.com

 

Fudayl bin İyaz -kuddise sirruh-, 725’te Horasan’da doğdu. Aslen Kûfeli bir ailenin evlâdıdır.

Kuşeyrî’nin verdiği bilgiye göre Fudayl gençliğinde Merv ile Ebiverd arasında eşkıyâlık yapan bir çete reisiydi. Buna rağmen basit şeylere tenezzül etmeyen mert bir şahsiyete sahipti.

Âşık olduğu câriyenin evine girmek için duvara tırmandığı sırada içeride Kur’ân okunuyordu. Bu arada duyduğu;

“Îmân edenlerin Allâh’ı zikretme ve O’ndan inen Kur’ân sebebiyle kalplerinin ürperme zamanı hâlâ gelmedi mi?” (el-Hadîd, 16) meâlindeki âyetten çok etkilendi ve;

“Evet yâ Rabbi, o an geldi!” diyerek oradan ayrıldı. Yaptıklarına tövbe edip kendini tamamen ibâdete verdi.

Fudayl bin İyaz -kuddise sirruh-; zühdü kanaat, kanaati zenginlik olarak görürdü. Mü’mini; «az konuşan, çok çalışan, sözünde hikmet, sükûtunda düşünce, bakışında ibret, işinde iyilik bulunan kişi» diye tarif ederdi.

Devlet adamlarının âdil ve dürüst olmaları için duâ eder ve;

“Allah katında mutlaka kabul edilecek bir tek duam olsa, devlet başkanının iyi olması için duâ ederdim. Zira devlet başkanı dürüst olursa; beldeler mâmur, insanlar güven içinde olur.” derdi.

Fudayl bin İyaz -kuddise sirruh-, 803 senesinde Mekke-i Mükerreme’de vefat etti. Kabri, Cennetü’l-Muallâ’dadır. (İslâm Ansiklopedisi, c. 13, s. 208)

***

Fudayl bin İyaz, kendisine;

“–Falanca senin haysiyetinle oynuyor.” dendiği zaman;

“–Vallâhi ben bunu ona emreden şeytana kızıyorum.” der ve; “Allâh’ım eğer o kulun doğru söylüyorsa, beni affet; yalan söylüyorsa onu affet.” diye duâ ederdi.

CEVAPTAKİ İŞARETLER!

Seyyid Kutub, 1906’da Mısır’ın Asyût vilâyetine bağlı Mûşâ köyünde doğdu. İlköğrenimini köyünde tamamladı. 1921 başlarında Kahire’ye giderek eğitimine devam etti. 1926’da Öğretmen Okulu’ndan mezun oldu. Üniversitedeki öğrenci hareketlerine katıldı. Edebiyatla ilgilendi. 1933’te üniversiteden mezun oldu.

Seyyid Kutub’un II. Dünya Savaşı sonrasında yazılarında, siyasî ve içtimâî meseleler ağırlık kazanmaya başladı. 1948’de New York’a giden Kutub burada Batı hayat tarzını yakından tanıma imkânı buldu. Düşüncelerinin değişeceği beklentisiyle gönderildiği Amerika’dan Ağustos 1950’de Batı sisteminin en keskin karşıtlarından biri olarak döndü.

1952’deki askerî darbe öncesinde İhvân-ı Müslimîn teşkilâtıyla Hür Subaylar arasında yakınlık kurmaya çalıştı. Cemal Abdünnâsır’ın, İhvân-ı Müslimîn’in ileri gelenlerinden teşkilâtı kapatıp Hey’etü’t-Tahrîr’e katılmalarını istemesi yüzünden iki taraf arasında anlaşmazlık çıktı. Seyyid Kutub arabuluculuk yapmaya çalıştıysa da başarılı olamadı ve İhvân-ı Müslimîn yanında yer aldı. 1954’te İhvân-ı Müslimîn teşkilâtının kapatılması üzerine örgütün önde gelenleriyle birlikte Seyyid Kutub da tutuklandı. Ancak ülke çapındaki gösterilerin ardından diğer tutuklular gibi o da serbest bırakıldı. 1954’te Cemal Abdünnâsır’a karşı girişilen başarısız sûikasttan sorumlu tutulan İhvân-ı Müslimîn örgütü yöneticileriyle birlikte Seyyid Kutub da tutuklandı ve on beş yıl hapse mahkûm edildi. Kahire’de hapiste bulunduğu süre içerisinde «Fî Zılâli’l-Kur’ân» adlı tefsiri üzerinde çalışmaya devam etti. Seyyid Kutub cezasının on yıllık kısmını çektikten sonra Mayıs 1964’te tahliye edildi. Çıktıktan sonra bir grup arkadaşıyla teşkilâtı yeniden canlandırma faaliyetleri sebebiyle tekrar tutuklandı. Uzun süren yargılama sonunda idam cezasına çarptırıldı ve 29 Ağustos 1966’da cezası infaz edildi. Cesedi bilinmeyen bir yere gömüldü. İdamı bütün İslâm dünyasında tepkiyle karşılandı. (TDV İslâm Ansiklopedisi, c. 37, s. 64)

***

İdamının infazından önce Seyyid Kutub’a;

“–Şimdiye kadarki söz ve hareketlerinizde yanılmış olduğunuzu beyan ederek; Cumhurbaşkanı Abdünnâsır’dan özür dilediğiniz takdirde, idam hükmünüzü bozacak ve sizi serbest bırakacağız!” teklifinde bulundular. Bu teklife Kutub’un cevabı kesin oldu:

“–Eğer idamı hak etmiş olarak Hakk’ın emri ile ipe çekiliyorsam, buna itiraz etmek haksızlıktır. Eğer bâtılın zulmüne kurban gidiyorsam, bâtıldan merhamet dileyecek kadar alçalamam!”

SON TAARRUZDA İÇİLEN ŞERBET

Hâfız Abdülezel Paşa 1827’de doğdu. Hâfızlığını tamamladığı Anadolu’da; edebini, ahlâkını ve şahsiyetini de yakın çevresinden ikmal etti. Orduya, on altı yaşında er olarak katıldı ve üstün gayret ve liyâkati sebebiyle paşalığa kadar yükseldi. Kırım Muharebesi’nde, Karadağ ve Girit isyanlarının bastırılmasında büyük gayretler sergileyen Paşa; Plevne müdafaasında da Gazi Osman Paşa’nın en yakın silâh arkadaşı olarak dâsitânî muvaffakiyetlere imza attı.

1872 yılında binbaşı rütbesiyle Giresun Tabur Komutanlığı’na tayin oldu. Bu taburun komutanı olarak Sırplarla yapılan savaşa katıldı ve rütbesi miralaylığa yükseltildi. Daha sonra Hicaz Jandarma Komutanı olarak vazifelendirildi. Bu vazifesinden dönüşte rütbesi mirlivâlığa terfî ettirildi ve Paşa unvânını aldı. Yunan Savaşı’ndan önce Teselya Ordusu’na bağlı II. Tugay Komutanlığı’na getirildi. Bu savaşa başlamadan önce askerlerine karşı yaptığı hitabı meşhurdur.

18 Nisan 1897’de Pürnar Meydan Muharebesi’nde başına isabet eden bir kurşunla şehid oldu. Cenazesi, önce Pürnar Tepesi’ne sonra da Alasonya Çarşı Camii’nin hazîresine defnedildi.

***

Milano Muharebesi’nde Osmanlı cengâverleri sabahın erken saatlerinden itibaren düşman mevzîlerini topla bombardıman ettikten sonra hücuma geçerler. Orada bulunan beyaz sakallı, nûrânî adam Abdülezel Paşa; tıpkı yüzyıllar öncesinde doksan küsur yaşında, Konstantinapolis önlerine savaşmaya gelen Ebû Eyyûb el-Ensârî’yi andırır.

Paşa; askerlerinin başında ve ateş hattının içine dalınca, emrindeki subaylar koşup Hâfız Paşa’yı atından indirmek isterler:

“–Paşa Hazretleri hayatınızı tehlikeye sokuyorsunuz. Emniyet için biraz gerilerde dursanız… Burada mermiler vızır vızır etrafınızda uçuşuyor.”

“–Ecel gelmeden insan ölmez. Ben elli yıldır böyle dövüştüm. Şimdiye kadar bulunduğum müteaddit muharebelerde atımdan inmedim; kıt‘amın başından ayrılmadım; ölüm korkusuyla geri çekilmek zilletini irtikâp etmedim; yaşım kemâli bulmuş; devlete edeceğim hizmet yalnız bundan ibaret kalmış iken mi kendime güldüreceğim?”

Hâfız Abdülezel Paşa’nın atını Pürnar Tepesi’ndeki Yunan mevzîlerine doğru sürmesiyle bir kurşun başına isabet eder. Mertebelerin en yücesi olan ve yıllardır peşinden kovaladığı şehâdete kavuşur.

Zaten memleketi Konya Hâdim’i son ziyaretinde, dostlarından birine;

“Cenâb-ı Hak, hâfızlık nimeti ve paşalık gibi iki rütbe bahşetti. Şimdi bir üçüncüsünü istiyorum, o da şehidlik rütbesidir!” diyerek şehid olma arzusunu dile getirmiştir. (İbrahim REFİK, Savaş Meydanlarında Bir Ak Sakallı İhtiyar)

ŞAİRİN KALBİNDEKİ…

Ali Nihat TARLAN, 1898 yılında İstanbul’un Vezneciler semtinde doğdu. Aslen Dağıstanlı bir aileden olan Ali Nihat TARLAN, babasının vazifesi icabı Manastır’da okudu. Babasının Selânik’e tayini üzerine oradaki Fransız okuluna geçti. İstanbul’a dönünce Vefa Lisesine yazıldı. 1920 yılında Edebiyat Fakültesini bitirdi. 1919’da Gazi Osman Paşa Lisesine Fransızca öğretmeni olarak tayin edildi. Arap, Fars, Fransız ve Türk dil ve edebiyatlarına hakkıyla vukûfiyeti yanı sıra tasavvufî bir şahsiyete sahipti. Bu hususta;

“Tasavvufta, şer‘î bilgi ve îmâna aykırı bir şey yoktur…” diye de eklerdi. Şiirlerini aruz ve hece vezniyle yazan şair, tarih düşürmede de ustaydı. 1933’te İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesine metinler şerhi doçenti olarak tayin edildi ve 1941’de profesörlük unvânı aldı. 30 Eylül 1978’de vefat etti. Kabri, İçerenköy Kabristanı’ndadır.

***

İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesinde metin şerhi okutan Ali Nihat TARLAN, ders sırasında bir beytin açıklamasını yapar. Bir öğrenci;

“–Acaba sizin bu beyit hakkında söylediklerinizi şair düşünmüş müydü?” diye sorar. Hoca, başka bir beyit yazar ve açıklar. Öğrenci yine itiraz eder:

“Şairin bu şekilde düşünmüş olabileceğinden nasıl emin olabiliyorsunuz?” diye ukalâlık edince Tarlan Hoca;

“–Emin olabilirsiniz evlâdım. Çünkü bu ikinci beyti ben yazdım.” der.