SANAYİ İNKILÂBININ AVRUPA ve DÜNYAYA ETKİSİ

YAZAR : Ahmet MERAL ahmetmeral61@gmail.com

Alınız ilmini Garb’ın alınız san’atını,
Veriniz hem de mesâînize son sür’atini!

(Mehmed Âkif)
Sanayi İnkılâbının, dünyanın üretim atölyesine dönüşen İngiltere’den başlayarak; Amerika, Fransa, İtalya, Almanya, Hollanda ve Rusya’ya yayılması, öncelikle Batı dünyasının çehresini köklü bir biçimde değiştirmeye başladı. Sanayileşmenin sağladığı imkânlarla, Batılılar; iktisadî yönden güçlenen bir devlet düzenine, kendini yenileyen bir toplum yapısına, insan hayatını kolaylaştıran bilim ve teknik alanındaki gelişmelerin önünü açan bir eğitim sistemine sahip oldu. Asya, Afrika ve Amerika kıtasında; sömürgecilik ve ticaret yoluyla, dünyanın kalan bölümüne üstünlüklerini adım adım hissettirdiler.

Özellikle İngiltere’de yapımına ağırlık verilen asfaltlanmış yollar, ülke içi ulaşımında mesafeleri kısaltarak büyük kolaylıklar sağladı. Yağışlı havalarda da kullanılabilen bu yeni yollar, oldukça rahat ve dayanıklı nitelikteydi. 1860 yılında zemini sertleştirmek için buharlı silindir devreye sokuldu. Rıhtım ve liman inşaatlarına ağırlık verilmesi, taşıma ve ulaşım problemlerini azaltarak sanayinin hammadde ve pazar ihtiyaçlarının daha rahat karşılanabilmesini mümkün hâle getirdi. Öte yandan Liverpool ile Manchester arasında düzenli olarak mal ve yolcu taşıyan ilk modern demiryolu servisi hizmete sokuldu. Göz kamaştıran çok katlı pamuk ipliği fabrikaları, demir konstrüksiyonlu yeni bina tekniğinin uygulandığı ilk fabrikalardı1. Birleşik Krallık, 1850’de okyanuslarda çalışan gemilerin ve dünyadaki demiryollarının yarısına sahipti.2

Sanayi İnkılâbının getirdiği köklü değişikliklerin başında, hızlı nüfus artışı ve köyden kentlere göç yer almaktaydı. 1700’lerde Londra’nın nüfusu yaklaşık yarım milyondu. Bunun dışında, nüfusu 10.000’den fazla sadece üç şehir bulunmaktaydı.3 1800’lerde Londra’nın nüfusu bir milyonu da geçmişti. 1800 yılında 188 milyon olan Avrupa nüfusu; 1850 yılında 266 milyona, 1900 yılında ise 401 milyona yükseldi.4

Sanayileşmenin sonucunda şehirleşme süratle arttı ve işletmelere yakın yerlerde kurulan yerleşim birimleri, yeni ve kalabalık kent toplumunu oluşturdu. Kapalı ve herkesin birbirini tanıdığı tarım toplumundan, sosyalleşmenin süratlendiği yeni ve denetimden uzak kozmopolit bir topluma geçildi. Sanayi öncesi şehirlerinde hâkim olan kilise ve katedral kulelerinin yerini, artık duman tüten bacalarıyla fabrikalar aldı. Gelenekten gelen tarım toplumu ve köy hayatı, belirleyici ekonomik faaliyetler olmaktan çıktı. Oldukça kısa bir zaman dilimi -yaklaşık yüz elli yıl- içerisinde; köylü ve zanaatkâr toplumlar, makine kullanan ve muhasebe kaydı tutan toplumlara dönüştü. Yeni kentler, genellikle demir ve kömür madenlerinin çıkarılıp işlendiği bölgelerde yoğunlaşmıştı. Avrupa’da maden kuşağı alanlarından en önemli olanları; Ruhr Vadisi, Saksonya ve Silezya’dır.

En erken endüstrileşmiş Belçika ve İngiltere gibi ülkelerde, 1939 nüfusu ile mil kareye 700 kişi düşmekteydi. Her nüfus sayımında, insanların artan bir yüzdeyle kentlerde yaşamaya başladığı görülüyordu. 1920’de kent nüfusu; Almanya’da % 60’a ulaşmış, İngiltere ve Galler’de ise % 80’i aşmıştı. Tarımla uğraşan nüfus, toplam ücretli işçilerin 1/3’ü veya 1/4’ü oranına gerilemişti. İngiltere’de bu oran 1/10’un da altına düşmüştü; buna karşılık maden ve imalât sektörlerinde çalışanlar, toplam nüfusun 1/5’ine, bazen de 2/5’ine ulaşıyordu. Çok sayıda serbest meslek erbabı ve görevlisi vardı. Öyle ki, XIX. yüzyılda endüstri kentleri yaklaşık 6-10 kat artmıştı.5

Sanayi İnkılâbıyla oluşan ekonominin, sanayi öncesi ekonomiden ayrıldığı üç ana nokta bulunmaktadır. Bu farklılıklar; sınaî ve sosyal yapıda, daha yüksek verimlilikte ve hayat standartlarını yükselten ekonomik büyüme hızlarında görülmektedir. Ayrıca hem Batı toplumlarında hem de Batılılaşan toplumlarda; teknolojik gelişme, hayatî seviyede ehemmiyet verilen bir kural hâline geldi.

Erken dönem sanayileşmenin etkili ve olumsuz sonuçları arasında, işçi sınıfının çalışma şartları ile insan onurunu ayaklar altına alan yoksulluk sayılabilir. Köy hayatının ve gelenekten gelen değerlerin etkisiyle oluşan toplum dayanışması, kalabalık şehirlerde yoktu. Bîçare işsizler, ağır şartlarda çalışmak zorunda bırakılan işçiler, kent hizmetlerinin henüz istenilen ve gereken seviyede olmayışı; emekçi kitlelerin hak arama mücadelesini, işçi haklarını ve toplum çalkantılarını beraberinde getirdi. Çalışma saatleri, işçi hakları, grev gibi konular insanlığın gündeminde önemli yer işgal etmeye başladı. Sosyalizm düşüncesi, liberal ekonomik büyümenin paylaşma ve insanî noktadaki zaaflarına karşı ciddî bir akım olarak gelişmeye başladı. Londra’nın East End kesimindeki gecekondu mahalleleri; görenlere yoksulluk, pislik, hastalık ve mahrumiyetten oluşan korkunç bir manzara sunuyordu. Genç bir Alman işadamı olan Friedrich Engels, 1844’te İngiltere’de «İşçi Sınıfının Durumu» adlı ses getiren bir kitap yazdı. Kitap, Manchester’daki yoksulların içinde bulunduğu dehşet verici şartları ortaya koyuyordu. Bunun ardından pek çok yazar benzer tezleri dile getirdi. Fransa’da yoksul Parislilere «tehlikeli sınıflar» adı verilmişti.6

SANAYİ İNKILÂBI ve OSMANLI

Osmanlı Devleti’nde Tanzimat’la beraber (1839-1876) sanayi alanında önemli sayılabilecek atılımların yapıldığı bilinmektedir. Osmanlı yöneticilerinin, topraklarını koruma adına, Batı Avrupa ülkeleriyle amansız bir rekabeti sürdürmeye çalıştığı bu süreçte; rakiplerinin esaslı atılımlarının farkında olarak Tanzimat aydınlarının da desteğiyle, toparlanma ve devlet yapısını yeniden şekillendirme gayreti içerisinde oldukları bilinmektedir. Osmanlı Devleti; İngiltere’deki büyük sanayileşme hareketinden biraz önce, daha çok askerî alanda yoğunlaşan ve Avrupa ile rekabeti mümkün kılacak seviyede imalâthanelere sahipti. Sanayi İnkılâbı, Osmanlı Devleti’nin öncelikle kâğıt ve kumaş sanayisinin sarsıntı geçirmesine sebep oldu. Her iki sektörde de gereken adımlar atılamadı ve günün ihtiyaçlarını karşılayacak boyutta işletmeler ve fabrikalar oluşturulamadı. III. Selim döneminde, 1805 yılında Beykoz’da bir kumaş fabrikası ile Boğaziçi’nde bir kâğıt fabrikası kurularak sanayi alanında sınırlı da olsa bir ilerleme sağlandı. 1827 yılında Eyüp’te bir iplik fabrikası, 1830 yılında Beykoz’da modern bir tabakhane ve ayakkabı imalâthanesi kuruldu. Tophane civarında tomruk bıçkı tesisi hizmete girdi. Tophane’de bakır haddehanesi çalıştırılmaya başlandı. 1840 yıllarında Tophane’deki top döküm tesisi ve tüfekhane, hayvan gücü yerine buhar makinesiyle çalışır hâle dönüştürüldü.

Zeytinburnu demir tesisleri, izâbe (eritme) fırınından hemen her türlü ihtiyaç maddeleri imalâthanelerine kadar çeşitli birimlerden oluşuyordu. Hemen yanı başında ise, bu işletmelerde çalışacak vasıfta elemanlar yetiştirmek amacıyla bir teknik okul kurulmuştu. Zeytinburnu’ndaki bu sanayi tesislerinin çevresinde; ayrıca bir iplik ve kumaş fabrikası, bir basmahane ve ikinci bir demir izâbe fırını bulunmaktaydı. Bu işletmelerin yanı başında ise küçük buharlı gemilerin inşası için bir tersane oluşturulmuştu.

1840’lı yıllarda Hereke’de ipek iplik dokuma fabrikası kuruldu. Görüldüğü gibi daha çok İstanbul ve çevresinde oluşturulan yeni sanayi işletmeleri, Batı’nın buhar teknolojileriyle çalışan fabrika ve işletmeleriyle boy ölçüşemeyecek seviyedeydi. Ancak arka arkaya sürdürülmek zorunda olunan müdafaa savaşları gailelerine rağmen yine de sanayi yatırımları devletin gündemindeydi. İdareciler; bu alandaki âcil eksikleri gidermek üzere, eldeki imkânlar nisbetinde çaba göstermekteydi.

Öte yandan İstanbul dışında da bazı sanayi tesisleri faaliyet hâlindeydi. Osmanlı döneminin sınırlı sayıdaki bu işletmeleri arasında; İzmit kâğıt fabrikası, Bursa mensucat fabrikası, Balıkesir aba fabrikası, bugün Bulgaristan sınırları içinde bulunan Samako’daki top güllesi üretilen dökümhane ve çuha fabrikası ile İslimiye’deki yün ve iplik fabrikası sayılabilir. Ne yazık ki, yoğun emek ve sermaye ile kurulan bu fabrikalar; çağın gereklerine uygun bir biçimde geliştirilemediği gibi, iyi de işletilemedi. Makine, yedek parça, mühendis, kalifiye eleman ve uzman işletmeci açısından dışarıya bağımlı kalındı. Nihayet bu işletmelerden Feshane, Baruthane, Hereke dokuma ve Paşabahçe cam fabrikaları hariç, diğerleri ilgisizlik ve kötü yönetilme sonucunda kepenk kapatmak zorunda kaldılar.

Sanayi İnkılâbının dünya genelinde lokomotif sektörü olan dokumacılık, Osmanlı’da öteden beri güçlü ve milletlerarası etkinlikte bir sektördü. Özel sektör de ilk büyük yatırımlarını bu alanda gerçekleştirmişti. 1838 yılında sadece Bursa’da 50 kadar ipek fabrikası bulunmakta ve bu işletmelerde 4500 işçi istihdam edilmekteydi. Ege Bölgesi’nde daha çok dokuma alanında ve yabancı sermayenin öncülüğünde kurulan boyama ağırlıklı fabrikalar, bir süre sonra yerli esnaf loncalarının muhalefeti yüzünden kapanmak zorunda kaldı. Öte yandan, Ege Bölgesi’ne ekonomik canlılık kazandıran dokuma işletmeleri; kapitülâsyonlar çerçevesinde oluşturulan ithalât rejimine bağlı olarak düşük gümrüklerin Batılı firmalara sağladığı avantajlar karşısında rekabet gücünü koruyamayarak ortadan kalktı.

Her şeye rağmen çağının en büyük devletlerinden biri olan Osmanlı, iç ve dış sebeplerle Batı’nın gerçekleştirdiği cesâmette bir sanayi inkılâbını gerçekleştiremedi. Bunun yanı sıra, orta ölçekli ve irili ufaklı el tezgâhları da geliştirilemedi. Bunun sonucu olarak Osmanlı ekonomisi; Batılı ülkelerin gümrüklere yığdığı ucuz, çeşitli ve kaliteli ürünlerin baskısı altına girdi. Kısacası Osmanlı Devleti; birliğini koruma, sınırlarında istikrarlı bir yapı oluşturma mücadelesinde rakiplerinden askerî, teknik ve bilhassa ekonomik olarak geride kaldı.

Dönemin Tanzimat aydınları ve yüksek Osmanlı bürokratları, sanayi ve kalkınma konusunda Batılı ülkelerdeki gelişmeleri endişeyle izliyor ve kalemleriyle halkı bu gelişmeler konusunda bilgilendiriyordu. Ahmed Cevdet Paşa (1822- 1895), Namık Kemal (1840-1888), Ali Suâvî (1839-1878), Münif Paşa (1830-1910), Şinâsî (1826-1871) gibi aydınlar; İstanbul ve Osmanlı merkezlerinde çıkardıkları veya Avrupa’da çıkarmak zorunda kaldıkları dergi ve gazetelerde, Osmanlı’nın geri kalış sebeplerini sorguluyorlardı. Aynı zamanda Batı’nın sanayi, teknik, ticaret, eğitim ve kültür alanındaki hamlelerini gündeme taşıyarak Osmanlı ile aralarındaki gelişmişlik farkının sebeplerini tartışıyorlardı.

Özellikle modern Batı medeniyetini yakından gören kişilerce kaleme alınan ve tasvirî nitelikteki bu yazılarda, Osmanlı ricâlinin zihinlerini istilâ eden hayret ve tedirginliği gözlemlemek mümkündür. Yaklaşık üç buçuk yıl (17 Mayıs 1867-24 Kasım 1870) kadar Batı’da kalan, olup biteni yakînen gözlemleyen Namık Kemal’in;

“Bütün memâlik-i mütemeddineyi dolaşmaya ne hâcet! İnsan yalnız Londra’yı im‘ân-ı nazarla temâşâ eylese, göreceği bedâyi‘ akla veleh getirir. Londra’ya enmûzec-i âlem denilse mübâlâğa değildir. Rûy-ı arzda mevcut olan âsâr-ı terakkînin fotoğraf ile resmi alınmış olsa, medeniyet-i hâzırayı ancak Londra kadar gösterebilir. (…) Fabrikalarına girilse, dehşetten vücutta tüyler ürperir! (…) Kerâmet-i mârifet oralarda demiri altın, kömürü gümüşe tahvîl eylemiş. (…) Bu saâdet yalnız Londra’ya veyahut mücerret İngiltere’ye mahsus değil; Fransa’nın, Almanya’nın, İsviçre’nin, Amerika’nın derecât-ı mütefâvite ile her tarafına şâmildir. (…) Ey ihvân-ı vatan, nice bir bu zalâm-ı gaflet?!. Nice bir bu hâb-ı ten-perestâne? İdrakten mi kaldık? Biz de bir fen öğrenmeye çalışalım! Ellerimiz tutmaz mı oldu? Biz de yeni bir şey yapalım da meydana çıkaralım!”

Namık Kemal başka bir makalesinde de şu düşünceleri işlemekteydi:

“… Tarîk-i terakkîde olan akvâmın hâlini gördük, kendi mesleğimizi de biliyoruz ya! Onlar da bizim gibi bir dakika sonra yaşayacağını sahîhen bilmez ve nihayet yüz seneden ziyade yaşayamayacağını yakînen bilir birer mevcûd-ı fânî iken, dünyaya kazık kakacak sûrette taştan yontulmuş ve belki demirden dökülmüş saraylarda oturmaya çalışıyorlar. Biz sırf kendimiz gibi ancak yüz sene kābil-i bekā ve her dakika bir hâdisenin şerrine fedâ olan tahta çadırları ihtiyar ediyoruz. Onlar beş yüz sene sonra makinelerini idare için iktizâ eden kömürün şimdiden tedârikine çare düşünüyorlar. Biz beş gün sonra midemizin hareketi için kat‘iyyü’l-vücûb olan gıdanın esbâb-ı istihsâlini bile düşünmüyoruz. Onlar vatanın her cihetinde demiryolu yapmayı bâis-i hayat addediyorlar. Biz yalnız pâyitaht-ı saltanatın bir köşeciğinde yapılan tramvayı, illet-i memat (ölüm illeti) biliyoruz. Onlar iktizâ ederse kendi karınlarını aç bırakıyorlar, çocuklarının fikirlerini besliyorlar; biz düğününde ahbabına ziyafet vermemek korkusuyla çocuklarımızı mektebe başlatmıyoruz da nimet-i mârifetten mahrum ediyoruz.” 7

Ahmed Mithat Efendi şöyle diyordu:

“Bugün yalnız bir cüz’ünü görmüş bulunduğum makineler Avrupa terakkiyât-ı mâddiyesinin gerçekten hayret-fermây-ı ukûl-ı müdekkikîn olacak dereceyi çoktan bulmuş da geçmiş bile olduğunu teslim eyledim. (…) Avrupa’da beni gerçekten meftûn ve mütehayyir eyleyen şey, terakkiyât-ı mâddiyeden ibaret olup bunun da asıl hayran olmaya şâyân olan ciheti, makinelerden ibarettir.”

Paşa, bu cümlelerle Batı medeniyetinin sadece maddî ve sanayi alanındaki hamlelerini önemsediğini vurgulamaktadır.

Ziya Paşa’nın;

Diyâr-ı küfrü gezdim, beldeler, kâşâneler gördüm
Dolaştım mülk-i İslâm’ı, bütün vîrâneler gördüm.

mısraları da Tanzimat aydınlarının Batı medeniyeti karşısında ne denli eziklik duyduğunu göstermektedir.

_________________________

1 Phyllis Deane, İlk Sanayi İnkılâbı, s. 89, TTK Basımevi, Ankara, 1994.
2 J. M. Roberts, Avrupa Tarihi, s. 447, İnkılap Kitabevi, 1996.
3 Phyllis Deane, a.g.e., s. 12.
4 İshak TORUN, C. Ü. İktisadi ve İdari Bilimler Dergisi, c. 4, sa: 1, s. 183.
5 İshak TORUN, a.g.m., s. 185.
6 J. M. Roberts, a.g.e., s. 447.
7 Namık Kemal’de Terakkî ve Maârif (İbret, 1 Haziran 1288, Nu.1)