SEN KİM HALÎFE OLMAK KİM, DON KİŞOT!

YAZAR : Doç. Dr. Harun ÖĞMÜŞ ogmusharun@yahoo.com

Don Kişot’u bilirsiniz. XVI. asır İspanyol yazarı Cervantes’in, kendisini gerçekte olduğundan daha yüksek konumlarda gören, ağırlığını kaldıramayacağı lakap ve unvanlar alan, meselelerin özüyle ilgilenmeyip bir kısım şeklî benzerliklerle her şeyin olup biteceğini zanneden sığ kimselerle alay ettiği romanı. Adını, kendisini şövalye olarak gören ve hayalî düşmanlarla, yel değirmenleriyle savaşan maskara kahraman Don Kişot’tan alıyor.

Müslümanların elinde esir kaldığı yıllarda İslâm medeniyetini tanıdığı ve batı hayatıyla mukayese etme imkânı bulduğu anlaşılan Cervantes’in, eserini, yaşadığı çağ Avrupa’sındaki gülünç kişi ve olaylardan ilham alarak yazmış olabileceği öteden beri aklıma gelir. Bu ihtimal doğru mudur, bilmiyorum, ama eğer doğruysa günümüzde İslâm ve batı dünyası arasında birçok sahada ortaya çıkan rol değişimini gösteren bir başka veri olarak gerçekten esef vericidir. Çünkü Don Kişotlar artık Avrupa’dan değil, İslâm coğrafyasından çıkmaktadır. Hem de -eğer dünya medyasının bir manipülâsyonu yoksa- her yerde mantar gibi bitmektedirler. Afganistan cihadı sonrası Tâliban, sonrasında el-Kāide, geçen yıl Mali’de ortaya çıkan örgüt, bu yıl Nijerya’da Boko Haram örgütü ve tabiî şimdilerde gündemi işgal eden IŞİD (Irak-Şam İslâm Devleti), hilâfet ilân ettikten sonraki adıyla İslâm Devleti…

Bunlar İslâm şerîatini uyguladıklarını ve cihad ettiklerini iddia ediyorlar. Hâliyle bu iddiaları, diğer müslümanları kınayıcı bir tutum içinde olduklarını gösteriyor. Çünkü kendileri İslâm uğrunda çabalarken diğerleri buna kayıtsız kalıyor! Hatta IŞİD’in, müslümanları kendi hâkim olduğu bölgelere hicret etmeye çağırmasından da anlaşılacağı üzere diğer müslümanların yaşadıkları ülkeleri dâru’l-harb (savaşılması gereken İslâm dışı ülke) olarak görüyorlar.

Peki, bunların İslâm şerîatinden anladıkları nedir? Siyasî bir hedef güttükleri için en fazla gündeme getirdikleri hususlar; hırsızın elinin kesilmesi, zânînin ve müfterînin kırbaçlanması vb. ancak devlet erkiyle uygulanabilecek olan had cezalarıdır. Evet, bunlar da Kur’ân’da yer alan hükümlerdir, ancak hiçbir şekilde Kur’ân’ın amaçları arasında yer almaz. Kur’ân; Allâh’ı tanıyan, âhirette O’na hesap vereceğinin şuurunda olarak ilâhî prensiplere sımsıkı sarılan ve başkalarının haklarına saygı gösteren ahlâklı bir toplumun oluşturulmasını, bu toplumda bütün sömürü çeşitlerinin engellenerek herkesin iş-güç sahibi olup karnını doyurduğu, sosyal adâletin temin edildiği hakka dayalı bir düzenin kurulmasını, evliliğin kolaylaştırılıp zinâya giden yolların kapatıldığı iffetli bir hayatın hâkim kılınmasını hedefler. Söz konusu cezalar ancak bu tedbirler alınıp gerçekleştirildikten sonra son çare olarak uygulanır. Kaldı ki bunlar ispatlanması oldukça güç suçlardır. Meselâ zinânın ispatlanması, olayın, güvenilirliği bilinen aklı başında dört yetişkin şahit tarafından -fıkıh kitaplarında geçtiği üzere- sürme çöpünün sürmedanlığa girişi gibi şüphesiz olarak görülmesi ve ifadelerde hiçbir çelişkiye düşmeksizin mahkemede beyan edilmesine bağlıdır. Kaldı ki, şahitler, gördükleri olayı şer‘an mahkemeye taşımak zorunda olmadıkları gibi hâkim de -Hazret-i Peygamber’in emri gereği- en küçük bir şüphede bile cezayı düşürmeye çalışır. Bu cezaların içinde tevbe ve afla düşenler de vardır. Çünkü -söylediğimiz gibi- İslâm’ın amacı asla bu cezaları uygulamak değildir. İslâm’ın amacı, bu fiillerin toplumda yaygınlaşıp sıradanlaşmasını engellemektir. Dolayısıyla bunların tespiti için insanların gizliliklerinin araştırılması, yani tecessüs asla İslâm’ın rûhuyla bağdaşmaz. Hulâsa bu fiillerin sübûtu o kadar zordur ki, bunlara konulan cezalar âdeta uygulanmak için değil de, uygulanmamak için konulmuştur.

İşte bizim Don Kişotlar’ın şerîat diye ön plâna çıkardığı hükümlerin İslâm’daki gerçek yeri budur. Amacına uygun olarak anlamaktan uzak oldukları bu hükümlerin uygulanmasında esas aldıkları kaynaklar da ayrı bir fecaat mevzuudur. Meselâ Tâlibân’ın İslâm şerîati diye Afganistan’da uygulamaya çalıştığı VII. asır Hanefî fakihi Mergînânî’nin Hidâye’sidir. Hidâye, hâlâ eğitim kuruluşlarında okutulan çok değerli bir eser olsa da, nihayetinde asırlar önce belli şartlar içerisinde yaşamakta olan bir fânînin anlayışıyla yazılmıştır. Dolayısıyla ne o ne de bir başka değerli eser, asla İslâm’ın kendisiyle e-şit-le-ne-mez. İslâm’ın bugünkü problemleri, hem Kur’ân ve sünneti hem de günümüz şartlarını iyi bilen fakihler tarafından -elbette öncelikle geçmişin zengin mirasından faydalanılarak, ama gerektiğinde ondan bağımsız kalarak- teoriye düşmeden, yaşanan olaylar içerisinde tatbikî bir yolla çözülür, çözülmelidir.

Gelelim cihâda… Elbette cihad; can, mal, namus, vatan gibi değerleri korumak, din ve vicdan üzerindeki baskıları kaldırmak amacıyla Kur’ân’da yer alan ilâhî bir buyruktur. Ancak cihad nerede, ne zaman ve kime karşı yapılır? Aynı toplumda birlikte yaşanılan müslüman veya gayr-ı müslim yönetim veya fertlere karşı şerîat tatbik etmek ve İslâm devleti kurmak için savaşılır mı? Böyle bir savaş cihad mı olur, yoksa terör mü? Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Mekke’de 13 yıl alay, hakaret, işkence, dışlama, boykot, tehcir ve hattâ -Yâsir ailesi örneğinde görüldüğü üzere- cinayetin cereyan ettiği ağır şartlar altında savunma amacıyla dahî olsa savaşa izin vermemiştir. Savaş izni ancak hicretle birlikte iki ayrı toplum oluştuktan sonra çıkmıştır. Çünkü aynı toplum içerisinde yaşayan fertler arasında çıkan bir çatışma; savaş değil, fitne ve kargaşadır. Bu gerçek; bir despota karşı can, mal ve namusunu korumaktan başka seçeneği olmayan Sûriye halkının iç burkucu hâliyle apaçık ortadadır.

Yaşadığı toplumda İslâmî değerlerin hâkim olmasını istemek ve bunun için çaba göstermek her müslümanın hakkı olduğu gibi vazifesidir de. Ancak bu isteğin gerçekleştirilmesi eğitim ve irşad faaliyetleri, basın-yayın gibi mutlaka barışçı yollarla olmalıdır. Nebevî metoda uygun olan yol ancak budur. İslâm’ın rûhu da bunu gerektirir. Çünkü İslâm’ın özü ahlâkî yaşantıdır. Bu da, fertlerin İslâmî ilkeleri benimsemesiyle olur. Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ağır şartlar altındaki Mekke’de bunun için 13 yıl kalmıştır. Fertler İslâmlaşırsa toplum da İslâmlaşır.

İslâm’ın rûhu ve Hazret-i Peygamber’in uygulamaları yukarıda belirttiğimiz gibiyken pıtrak gibi nasıl bu kadar Don Kişot bitebiliyor topraklarımızdan? Gerçekten -güyâ- selefî olan, hem selefin adını hem de İslâm’ın imajını kirleten, onu kafa koparan ve el kesen bir öcü gibi göstererek İslâmofobianın ekmeğine yağ süren bunca hâricî nasıl hortladı? Bunları örgütleyen beynelmilel güçler, yabancı ülkelerin istihbarat servisleri vs. demek; kolaycılığa kaçarak mes’ûliyetten sıyrılmaktır. Elbette kendi menfaatlerine olanı yapmak yabancıların vazifesidir. Ancak bizim de kendi vazifemizi yapmamız, onların kullanacağı açık kapılar bırakmamamız, mezhepçiliği, taassubu, ayrımcılığı terk etmemiz ve birbirimize karşı müsamahalı olmamız lâzımdır. IŞİD’in son günlerdeki başarısının en büyük sebebi Irak başbakanı Mâlikî’nin hoşgörülü ve kucaklayıcı bir siyaset izlememesi değil de nedir?

Son sözümüz de bu Don Kişotlara olsun:

Îlânla halîfe olunduğu nerede görülmüş behey şaşkın! Halîfe müslümanların yöneticisidir. Şartlar olgunlaşırsa yönetici -adı halîfe veya değil- kendiliğinden ortaya çıkar. Keşke sen böyle yönetici ol da herkes sana biat etsin. Ama sen nerede, halîfe olmak nerede? Don Kişot!