MEDENİYET NİMETİ

YAZAR : H. Kübra ERGİN hkubraergin@hotmail.com

Komşularımızın huzursuzluk içinde kıvrandığı günlerde, ülke olarak cumhurbaşkanı seçimlerine gidiyoruz. Her ne kadar üzerimizde oyunlar oynansa da çok şükür şimdilik hâlâ kanun düzeniyle yönetilen bir toplum hâlinde yaşamak nimetinden mahrum değiliz.

Son günlerde acılı coğrafyaların ve mazlum mültecilerin vesilesiyle pek farkında olmadığımız bir başka nimetin farkına varmak nasip oluyor:

“Medenî bir hayat yaşama nimeti…”

Medenî bir hayat derken ne kastettiğimi anlatmak için «medenî» kelimesini biraz tahlil etmek istiyorum. Kelimenin kökü olan «dâne» fiili, Arapçada; hâkimiyeti altına almak, hâkimiyetine boyun eğmek mânâlarını da ihtivâ eden bir anlam yelpazesini ifade ediyor. Aynı kökten gelen «din» kelimesi de mutlak mânâsıyla alındığı zaman âdet, kanun, hâkimiyet, itaat, zorlamak, itaatkâr olarak kendini bir güce teslim etmek, borçlanmak, birinin hâkimiyetine boyun eğmek mânâlarına geliyor. İslâm dîni derken ıstılahtaki kullanımı da Allâh’ın hâkimiyeti, o hâkimiyete boyun eğmek, Allâh’ın kanunu mânâlarına işaret ediyor.

«Medine» ise; dînin hüküm sürdüğü yer, yani en temelde kanun düzeninin olduğu, herkesin kanuna, örf ve âdetlere boyun eğerek bir düzen içinde itaatkârâne hareket ettiği yer demek. Vahşî bir hayatın zıddı olarak, insanın kaba kuvvetine güvendiği takdirde istediğini yaptığı değil; hukuk düzeni içinde gücünü ve isteklerini başkalarının hakkı ile sınırladığı yer…

İnsanın medeniyet nâmına ortaya çıkardığı hemen her şey, temelde insanın vahşetten uzaklaşıp kanun düzenine boyun eğmesine dayanıyor. Pek farkında değiliz ama bugün elimizin altındaki bunca nimetin ve konforun arkasında iki temel nimet var:

Birincisi: Allâh’ın yeryüzünde yarattığı maddî nimet kaynakları,

İkincisi: İnsanın bu kaynakları kullanıp medenî bir düzen inşa etmesi…

Aslında içinde yaşadığımız ve değerinin farkında bile olmadığımız medeniyet nimeti, gerçekten de Allâh’ın insanlara lutfettiği bir nimetidir. Hattâ bilim, teknoloji, sanat ve ekonomik refah gibi dinle alâkasız, hattâ bazen zıt gibi gösterilen nimetler de ilâhî bir nimet olan «medeniyet»in meyveleridir.

Çünkü insanlar ilk olarak ve hattâ hâlen, ilâhî kanunlar sayesinde; bir arada yaşamayı, iş bölümü yapmayı, kazanımlarını hukuk çerçevesi içinde korumayı başarmışlardır. Mülkiyet sayesinde insanlar, mallarını sahiplenip ıslah etmişler; nikâh sayesinde, nesillerine sahip çıkmışlar ve devleti ayakta tutan yetki ve sorumluluklar sayesinde, memleketi imar ve ihya etmişlerdir. Ve insanlar bu düzenin güvencesi altında kazanımlarını ilerletmişler; düzenli, temiz, rahat ve konforlu bir hayat tesis etmişlerdir. Hattâ insanın mânevî amaçlarına ulaşması da yine medenî bir hayat seviyesi ister.

Öte yandan birçok felsefecinin de itiraf ettiği gibi; kanun düzeni, toplum hiyerarşisi ve toplumun-devletin yüklediği mükellefiyetler insanlar için bir yüktür. Güçlü, kuvvetli insanın bu yük altına girmektense haydutluğu tercih etmesi mümkündür. Zayıfların ise onlarla başa çıkmaya gücü yetmez. Peki, buna rağmen insanoğlunun kanun düzenine; ahlâk, örf ve âdet gibi toplum kurallarına boyun eğmesinin temelinde yatan nedir?

Bu soru, felsefe tarihçilerini meşgul etmiş sorulardan en başta geleni… Tâ Eflâtun’un kendi çağındaki filozofların konuşmalarını aktardığı diyaloglarda bile rastlıyoruz bu tartışmaya. İleri sürülen fikirlerden birine göre; kanunları güçlüler yapmış, güçlerini kanun ile koruma altına almak için. Ama bu fikre haklı bir itiraz gelmiş:

“–Güçlü zaten vahşî düzende de güçlüdür, gücünü neden sınırlandırsın?”

Ancak bu tarafın ileri sürdüğü;

“–Asıl zayıflar haklarını kanun şemsiyesi altında koruma altına almak için kanun düzenini koymuşlardır.” iddiası ise en az ilki kadar haklı bir itirazla karşılaşmış:

“–Zayıflar nasıl olup da güçlülerin gücünü sınırlayacak kanunlar koyabilir? Asıl güçlülerin gücünü, ilâhî bir kanundan kuvvet alan rahip-krallar sınırlandırmıştır.”

Bu son görüş, tarih çağlarında geriye gidildikçe daima kanun düzeninin din tarafından konulmuş olması gerçeğiyle de tasdik edilmiş, realiteye uygun düşen bir görüş. Gerçekten de Sümer, Asur, Eski Mısır, Hint veya Çin medeniyetlerinin hangisine giderseniz gidin hepsinin kanunları dînî bir temele dayanır. Onlara nazaran uygulayıcılara daha fazla içtihat yapma imkânı tanıyan Roma medeniyetinde dahî, temel kanunların din ile münasebeti vardır.

Sol görüşlü filozofların dîne bakışının menfî oluşunda da bu temel hakikatin tesiri vardır. J. J. Rousseau gibi insan tabiatının aslen iyi olup, toplum düzeni tarafından yozlaştırıldığını ileri süren düşünürler de mülkiyeti, kanun düzenini, medeniyeti insanlar arası eşitsizliklerin kaynağı olarak görerek eleştirmişlerdir. Elbette kendi yozlaşmış toplumlarına bakarak… Ancak bir yandan da aynı Rousseau; insanın medenî dayanışmaya muhtaçlığını inkâr edemeyip, medeniyetin en önemli dayanağı olan hukuk ve ahlâk kurallarının «ilâhî bir armağan» olduğunu kabul etmiştir.

Biraz düşünecek olursak; insan nefsi, vahşî hayatta, orman kanunlarının geçerli olduğu bir ortamda, bedenin birçok ihtiyaçlarının tazyiki altında ve korkularla dolu, sıkıntılı bir hâldedir. Rahmân ve Rahîm olan Mevlâ’mız, insanı bu sıkıntıdan bir nebze olsun kurtarmak için bize düzenli bir hayat yaşamayı ilham ve tâlim etmiştir. Yeryüzüne indirilen ilk insan, Hazret-i Âdem -aleyhisselâm-; çocuklarına ziraatı ve hayvancılığı öğretmiş, Rabbinin vahyettiği kanun nizamı sayesinde bir içtimaî düzen kurmuş, işbölümü yapmış ve böylece sürekli rızık endişesi çekmekten kurtulmuştur.

İnsan; belli bir düzen içinde yaşamaya, hem bedenen hem rûhen muhtaç vaziyettedir. Hem bedenen nârindir, dayanıksızdır, medeniyete muhtaçtır. Hem de rûhen gelişim gösterebilmesi için; belli bir düzene, konfora ihtiyacı vardır.

İnsan nefsi sürekli hayatta kalma endişesi içindeyken, mânevî terbiyeyi kabullenemez. Bu sebeple insanın medenîleşmesi, düzenli bir hayata sahip olması, mânevî terbiye için de lüzumludur. Bu sebeple dînin zâhirî kuralları; düzenli olarak helâl rızık temin edilmesi, evlilik ve düzenli aile hayatının tesis edilmesini teşvik eder ve böylece mânevî terbiyeye uygun bir vasat temin eder.

Öte yandan bir başka gerçek de şudur ki; insanoğlu, muhtaç olduğu bu düzenli hayatı tesis ettiği zaman o vasatın sunduğu imkânlar içinde her zaman mânevî yükselişe koşmaz. Çünkü insan nefsi, aradığı huzuru ve rahatı temin edince içinde bulunduğu hâlden râzı olur, kendine bir gaye aramaz veya daha yüce mertebelere yükselmek için zahmete girmek istemez. Ne yazık ki bugün yeryüzündeki milyarlarca insanın durumu böyledir. Dünyevî rahat ve konfor, insanlara, bu hayatın ötesinde bir hayat olması lâzım geldiğini unutturmaktadır.