Mes’ûliyette Taayyün Meselesi
ATANMAK ve ADANMAK

YAZAR : Mustafa Asım KÜÇÜKAŞCI tali@yuzaki.com4

Koca şehirde kimselerin duymadığı bir inilti. Açlıktan beli bükülmüş bir yaşlı kadın. Kim koşmalı imdadına?

“Sizden emr-i bi’l-mâruf ve nehy-i ani’l-münker vazifesini yapacak, hayra çağıracak bir topluluk bulunsun.” (Âl-i İmrân, 104) emri var. Kimler bu vazifeyi yerine getirecek?

Ölenlerin cenazesini kim kaldıracak?

Mahalle çocuklarına kim camiyi sevdirecek?

Kim imamlık yapacak?

Kim ilim adamı olacak?

Kim hudutları bekleyecek?

Hepimiz…

Fakat fiiliyatta bazılarımız…

Bu vazifeler gerçekleşmediği müddetçe hepimiz mes’ûlüz. Fakat birimiz yapınca o mes’ûliyet ortadan kalkıyor. Bir fedâî lâzım yani. O fedâînin varlığı hepimize yetecek. Kâfî gelecek. Farz-ı kifâye bu demek…

Böyle olmasa bu vazifelerin hangi birine yetişebilirdik ki? Mutlaka bir iş bölümü şart.

Sadece dînî değil, işin zâhirî tarafı da böyle. Birileri üretecek, birileri satacak, birileri alacak… Kimi çiftçi, kimi tüccar, kimi memur, kimi âmir, kimi işçi, kimi patron olmak durumunda…

Bu işin umumî manzarası, genel hükmü.

Bu manzarada araya kaynamak biraz kolay.

Birileri yapar, yapıyor, yapacaktır, deyip kurtulmak mümkün / mü acaba?

Değil…

Şimdi biraz özelleştirelim:

Arkadaşlarla namaza duracağınızda imamlığa geçmekte nazlanıyorsunuz. Mahviyet, hiçlik vs. Hâlbuki ehilsiniz, fakat mes’ûliyet almaya iştiyaklı değilsiniz. Bir başkası kıldırsın, diyenlerdensiniz. Kimse sizi imamlığa tayin etmedi ya!

Fakat vereceğim misalde durum farklı. Köydesiniz. Camiye gittiğinizde imamın o vakte gelemediğini gördünüz. Gözler sizin üzerinizde, imâmete ehil bir tek siz varsınız. Artık kifâye devri bitti, taayyün etti. Kifâye, ayın oldu.

On milyon nüfuslu bir şehirde yaşlı teyzenin iniltisini duyma ve derdine çare olma mes’ûliyetiniz on milyonda bir olabilir. Fakat ya o sesi siz duyduysanız? Oradan siz geçiyorduysanız… Size bildirdilerse yardımınızı istedilerse yahut komşunuz, akrabanız idiyse…

Şimdi sorumluluk 1/10.000.000 değil: 1/1.

Yani tek sorumlu sizsiniz.

Taayyün etti.

Bu farzı, bu vazifeyi îfâ etmek işi size düştü. İş başa düştü. Çünkü takdir sizi onunla buluşturdu. Artık görmezden gelemezsiniz. Gözünüzü yumup geçemezsiniz.

Babanız sizi bir Kur’ân kursuna verdi. Kendinizi Kur’ân eğitiminde, dînî ilimlerde yetiştirdiniz. Artık ümmetin davetçilerinden olmak vazifesi sizde taayyün etti. Artık; “Bana mı düştü bu yük?” deme şansınız yok. Derseniz; “Kim zikrimden yüz çevirirse!” (Tâhâ, 124) tehdidine muhatap olarak, dar bir maîşetle geçinme ve mahşerde kör olarak haşrolma perişanlığı sizi bekleyebilir!

Bu noktayı anlamakta çok hata yapılıyor.

“Bir beni mi buldu bu emir?” deniyor.

“Allâh’ın emri sadece bana mı?”

“Sokakta gezen binlere farz değil de bir bana mı?”

Kader seni seçti ve farz-ı kifâîyi, senin şahsında farz-ı ayına çevirdi.

Vatanı korumak da öyle değil mi? Her vatandaşın vazifesi. Fakat yaşı gelen asker oluyor, bir süre o nöbeti devralıyor. Askerliği meslek olarak seçenler, kaderinde bununla karşılaşanlar da diğerlerimiz adına yükleniyor bunu. Eğer devlet, emek emek bir pilot yetiştirmişse; şu kadar yıl bana mecbûrî hizmet edeceksin, ayrılırsan tazminat ödersin, diyebiliyor. Çünkü o emek, millet için verildi. Özel şirketlerde pilotluk yapman için değil.

Taayyün kader sırrıdır. Dışarıdan; “Ne kadar şanslı!” dediğiniz bazı kişiler, aslında o vazifelerin kader mahkûmudur. Vasıfları ve hayat hikâyeleri itibariyle…

Meselâ Hazret-i Yûsuf;

“Hapishâne; bana, beni çağırdığınız kötü şeylerden daha sevimlidir.” diyen o iffetli peygamber; rüyasını başarıyla tabir ettiği kral tarafından, sarayına davet edildiği hâlde, hapisten çıkmayıp;

“Önce beni hapse attıran ithamları ortadan kaldırın bakalım.” diyen o kanaatkâr peygamber; suçlamalardan berî olduğu ortaya çıktıktan sonra, ortaya çıkan vazifeye ehliyeti taayyün edince, mütevazı olmadı. Krala;

“Beni hazine veziri yap!” dedi. Tabir ettiği rüya ve gelecek plânlaması konusunda en ehil sadece o idi. Allâh’ın sorumluluk verdiği peygamberdi.

Sakîfe’deki kargaşadan halîfe olarak çıkan Hazret-i Ebûbekir’in hilâfeti, kaderin tayiniyle taayyün etmişti. Ferâgat edemezdi. Oğlunu halîfe seçilebilecek şûrâya dâhil etmesini salık verenlere; “Bir evden bir kurban yeter!” diye cevap veren Hazret-i Ömer’in hilâfeti de böyle bir taayyün idi.

Onlar iş başa düştüğü için başa geçtiler.

Yaygın mes’ûliyetlerimizi bizim şahsımızda özelleştiren bir sırdır taayyün. Kaderin plânlamasıdır.

Saray mevlidine davetli Said Paşa İmamı’nın, oğluna mevlid okutmak isteyen o yaşlı teyzeyle karşılaşmasıdır, taayyün.

“Anne-baban yahut biri, yaşlılığına senin yanında ulaşırsa…” kaydıdır taayyün. Bu şart tahakkuk etmişse; “Bir ben miyim evlâdı?” diyemezsin.

Bu tayin ve taayyünler zahmet getiriyormuş gibi görünse de rahmetlere gebedir.

Hazret-i Musa’nın su başında, Hazret-i Şuayb’ın kızlarına yaptığı iyiliği düşünün. Kısa bir yorgunluk, ona; iş, aş, eş nasip etmiştir. Kaderin sizi tayin ettiği vazifelerde başarının anahtarı, hesapçı değil hasbî olmaktır. Sıyrılmaya bahane arayan nefsi değil, vazifeye sarılmaya sebep arayan vicdanı konuşturmaktır.

Bu sebeple Necip Fazıl, aradığı gençlikte;

“Kim var?” denildiğinde sağına ve soluna bakmadan; “Ben varım!” diyebilen bir vasfı aramıştır.

“Nasıl olsa birileri yapar.” düşüncesinin bozukluğunu ifade eden İngilizceden tercüme bir nükte vardır:

Dört kişi vardı: Adları: Herkes, Biri, Herhangi biri ve Kimse…

“Yapılması gereken çok önemli bir iş vardı.

Herkes, Biri’nin bu işi yapacağından emindi. Herhangi biri, bu işi yapabilirdi, fakat Kimse yapmadı. Biri bu duruma çok kızdı, çünkü bu Herkes’in işiydi. Herkes, bu işi Herhangi biri’nin yapabileceğini düşündü. Fakat Kimse, Herkes’in bu işi yapmaktan kaçacağını düşünememişti.

Neticede, Herkes, Herhangi biri’nin yapabileceği işi Kimse yapmadığı için, Biri’ni suçladı.” (Story of Everybody, Somebody, Anybody and Nobody)

Bu duruma düşmemek için, fıtrî yatkınlıklar temelinde, herkes yaratıldığı hizmeti, vazifeyi aramalı, bulmalı ve îfâya koşmalı. Kaderin tayin ettiği vazifelerden kaçmak bir tarafa, vazifeyi aramalı. Mes’ûliyet için koşturmalı.

Tesadüfen duyduğu iniltiye kerhen el uzatmakla yetinmemeli; iffetinden gizleneni de bulmalı, istemeyeni de doyurmalı, zekât için faal olmalı.

“Neslin Elifbâyı öğrenmesi yeter, camilerde veriliyor…” dememeli; Kur’ân ve Sünnet ekseninde, her şeyin en iyisine lâyık, en zekî, en kabiliyetli, en donanımlı insan yetiştirmenin maddî-mânevî mes’ûliyetini tamamlamaya gönül vermeli.

«Bir sahada hizmet yetmez!» deyip, çok yönlü, bol fonksiyonlu bir hizmet insanı olmanın yolunu aramalı.

Atanmak bir tarafa adanmalı.

Deme sakın: «Nasıl olsa kifâye!..»
Herkesten önce sen giriş îfâya… (Tâlî)

Fakat adanamıyorsan da atandığın vazifeden kaçmamalı!..

Allâh’ın sana özel açtığı kapıyı kapatmak gafletine düşmemeli…