«Maksadım açıktı, mukallitliğin her türlüsü mekruhtur!» İSKİLİPLİ ÂTIF EFENDİ -2-

YAZAR : Can ALPGÜVENÇ alpguvenc@gmail.com

Geçtiğimiz ay sizlere; «Nazar-ı Şerîatte Kuvve-i Berriyye ve Bahriyyenin Ehemmiyet ve Vücûbu» isimli eserinde;

“Hükûmetimizi terakkî ettirmek ve Avrupalının esâretinden kurtulmak istiyorsak, kuvve-i bahriyyemizi yakın zamanda tekemmül ettirmeliyiz!” diyerek; Devlet-i Aliyye’nin, deniz kuvvetlerinin gücüne şiddetle ihtiyacı olduğunu söyleyen ve bu sözlerle memleket dâvâsındaki samimî düşüncelerini ortaya koyan bir İslâm âlimini yani İskilipli Âtıf Efendi’yi tanıtmaya çalışmıştım. Bu ay ise, bu büyük ilim adamının hayatıyla ilgili farklı bazı noktaları ve haksız yere idam edilişinin hazin hikâyesini anlatmaya çalışacağım.

1876 yılında İskilip’in Tophane Köyü’nde dünyaya gelen İskilipli Âtıf Efendi, yedi yıl süren medrese tahsilinin sonunda icâzet aldıktan sonra ruûs imtihanını kazanarak «müderris» olmuş, ertesi yıl Fatih Camii’nde ders vermeye başlamıştı. Aynı yıllarda kaydolduğu Dârülfünûn’un ilâhiyat şubesinden 1905’te mezun olmuş, 1919’da Teâlî-i İslâm Cemiyeti’nin başkanlığına getirilmiş, 1922 Ramazân’ında, «Muhatap» sıfatıyla Sultan Vahîdeddîn’in «Huzur Dersleri»ne davet edilmişti. Âtıf Hoca; böylesi mertebelere yükseldikten sonra bile tevâzu ve mahviyetinden asla vazgeçmemiş, padişah da dâhil olmak üzere, hiç kimseden hediye ve ihsan kabul etmemiş, bu prensibinden zerrece taviz vermemişti. Bu davranışlarıyla, devrinin dürüstlük ve asâletiyle çok sevilen bir dînî şahsiyeti hâline gelmişti.

BENİ İHYÂ ETTİNİZ!

Âtıf Hoca’nın şöhreti; sadece ülke içine değil, ülke dışına da yayılmıştı. İstanbul’a gelen yabancılar dahî kendisiyle ilgileniyorlardı. Bir gün Amerikan Sefâreti erkânından bazı kimseler; Âtıf Hoca’yı ziyarete gelmiş, onunla saatlerce İslâmî konularda müzâkerede bulunmuş, ayrılırken elini öpmekten kendilerini alamamış, onu Amerika’ya davet etmişlerdi.

Bir başka gün; Bâb-ı Meşihat’e başvurarak bazı müşküllerini halletmek istediğini söyleyen dünyaca tanınmış bir İtalyan müsteşriki, şeyhülislâm tarafından Âtıf Hoca’ya gönderilmişti. Saatlerce Hoca’yı dinleyerek, çözemediği karmaşık problemlerinin halledildiğini gören adam; yanından ayrılırken şöyle demişti:

“Siz; senelerden beri zihnimi kurcalayan ve bir türlü içinden çıkamadığım en zor meseleleri, en ikna edici şekilde hallederek, beni cidden ihyâ ettiniz. Her tarafa yayılmış şöhretinizin pek haklı olduğunu şimdi daha iyi anlamış bulunuyorum.”

Hattâ Fransa’da basılmakta olan birtakım müsteşrik dergileri dahî kendisinden, yüksek ücretler karşılığında İslâmiyet’e dair yazılar te’lif etmesini istemişlerdi.

ONU BİR DAHA GÖRMEDİM!

Osmanlı Devleti’nin son yüzyılında yetişmiş kıymetli âlimlerimizden biri olan İskilipli Âtıf Efendi; 7 Aralık 1925 günü akşamı, 1924 yılında kaleme alıp Maarif Vekâleti’nin ruhsatı ile bastırdığı «Frenk Mukallitliği ve Şapka» isimli risâlesi sebebiyle «Şapka Kanunu’na Muhalefet» ettiği gerekçesiyle tevkif edilerek, Ankara İstiklâl Mahkemesi tarafından Giresun’a sevk edilmişti. İddiaya göre, Giresun’daki isyanda da payı vardı. Ancak ayaklanmanın elebaşı Hâfız Muharrem; Âtıf Hoca’yı tanımadığını söyleyince beraat ederek, tekrar İstanbul’a getirilmiş, lâkin mevkûfiyeti (tutukluluk hâli) devam etmişti!

Tevkif hâdisesi şöyle gelişmişti:

Hoca, akşam namazının farzını kıldığı sırada, Lâleli’de Fethi Bey Caddesi’ndeki evinin kapısı çalınmış; polis müdüriyeti tarafından gönderilen memurlar, ellerinde aramalarına cevaz veren herhangi bir belge olmamasına rağmen, evi taharrî etmek (aramak) istemişlerdi. Hoca, buna rağmen, memurlara nâzik davranmış, onları evine davet etmiş;

“Kütüphanem burası, buyurun!” diyerek, yol gösterdikten sonra, kendilerini yalnız bırakıp salona çekilmişti. Bu arada Âtıf Hoca’nın yegâne serveti olan ve yıllardan beri bin emek ve itina ile topladığı kitapları; memurların hoyrat elleriyle âdeta didik didik edilmiş, çekme gözlerinde ele geçen küçücük not parçaları bile gasp edilmişti. Hoca; daha sonra odaya gelip duruma şahit olmasına rağmen, eşine dönüp, misafirlere kahve pişirmesini söylemiş, hattâ eşinin bu kadar misafirperverliği fazla bularak;

“–Aman efendi, evimizi basanlara bir de kahve mi ikram edelim?” sözüne tebessümle;

“–Zararı yok hanım, onlar da emir kulu. Belki yorulmuşlardır, birer yorgunluk kahvesi içsinler, sevaptır!” diyerek, cevap vermişti…

Polis âmiri, aramanın tamamlanması üzerine usulca Hoca’ya sokularak;

“–Hoca Efendi Hazretleri, bizimle beraber beş dakika için, müdüriyete kadar zahmet buyurmanızı istirham ederim.” demişti. Bu teklif, nezâketle dahî olsa, neticede tevkif edilmek demekti… Hakkında «tevkif müzekkeresi» bile olmadan, babasının böyle sinsice evden götürülüşünü, sonradan gözyaşlarıyla anlatan biricik kızı Melâhat;

“–Bir daha babamı görmedim!” diyecekti.

BAŞKASINA CAHİL DİYEBİLMEK!

Âtıf Hoca’nın; mevkuf bulunduğu odadaki tek arzusu, beş vakit namazını kılabileceği temiz bir köşe bulabilmekti. Fakat onun bu arzusu dahî suç sayılıyor olmalı ki; bundan bile mahrum edilmiş, hapsedildiği odada, namaz kılacağı temiz köşe bulabilmek şöyle dursun, ilişecek temiz bir karış yer dahî görememişti.

Müdüriyette görevli bir başkomiser, Hoca’nın o güne kadar yazmış olduğu dînî eserlere atıfta bulunarak, şu hakareti söyleme cüretinde bulunacaktı:

“–Sen nihayet cahil bir medrese hocasısın, böyle başından büyük işlere ne karışırsın?”

“–A evlâdım, bir insanın başkasına cahil diyebilmesi için, hiç olmazsa onun kadar ilim ve maarif kürsülerinde dirsek çürütmüş olması lâzım gelmez mi? Ben bu kadar okuduktan sonra dahî; acaba daha nerede, hangi Dârülfünûn’da okuyabilirim, diye çok düşündüm ve aradım, ama daha yukarısı yoktu… Fakat buna rağmen, beni tevkîfe geldiğiniz âna kadar da hep okumakla meşguldüm…”

HOCA’YA BOŞUNA EZİYET ETTİK!

Giresun İstiklâl Mahkemesi reisi ve âzâları bile, Âtıf Hoca’yı muhakeme ettikten sonra, hislerini gizleme lüzumu duymamış;

“–Bu âlim ve fâzıl hocayı meğer boşuna eziyete sokup, buralara kadar getirmişiz. Ortada ithama medâr olacak hiçbir şey yok.” demekten kendileri alamamışlardı.

Artık ortada suç teşkil edecek bir şey olmadığı tahakkuk ettiğinden, serbest bırakılması bekleniyordu. Ancak İstanbul’a gelir gelmez, Ankara’ya sevk edilmiş, bu defa da oradaki İstiklâl Mahkemesi’nin huzûruna çıkarılmasına karar verilmişti.

İsnad edilen suç:

Şapka mevzuunda yazdığı risâle sebebiyle kanuna muhalefetti. Hâlbuki Giresun’daki mahkeme; Hoca’nın şapka aleyhine yazmış olduğu «Frenk Mukallitliği» isimli eserini buldurmuş, fakat bunun «Şapka Kanunu»nun çıkmasından çok önce yayınlanmış olduğunu anlayınca, ortada bu açıdan mes’ûliyeti gerektirecek bir durum görememişti. Çünkü Âtıf Hoca’nın bu kitabı, memlekette şapka giymenin suç sayıldığı günlerde yayınlanmış bulunuyordu.

***

26 Ocak 1926 günü yapılan duruşmada; Mahkeme Reisi Afyon Mebusu Ali ÇETİNKAYA (Kel Ali), Âtıf Hoca’nın gerçeği gözler önüne seren ifadeleri karşısında şaşırıp kalmıştı. Mademki dâvânın esasını teşkil eden kitap; şapka kararnamesinin neşrinden çok önce yayınlanmış, ondan sonra da bir tane bile satılmamıştır, mademki neşirden önce resmî ruhsatı alınmış ve mahkeme de «muzır olmadığına» kanaat getirmiştir; o hâlde bu kitaptan dolayı Âtıf Hoca nasıl suçlu sayılabilecekti?

ÂTIF HOCA NEDEN İDAM EDİLDİ?

Âtıf Hoca, tekrar gönderildiği hapishane koğuşunda adâletin tecellîsini beklerken, mütevekkil ve sakindi… Hâkimler heyeti ise; Hoca’yı, hangi gerekçelerle idam edeceğini bir türlü kestiremiyor, bu cinayeti mutlaka işleyebilmek için, her çareye başvuruyor, diğer mevkufları Âtıf Hoca’nın aleyhinde konuşturma çareleri arıyordu. Nihayet 2 Şubat günü gelmişti… O gün yapılan duruşmada, iddia makamında bulunan Savcı Necip Ali (KÜÇÜKA); mahkeme heyetine, İskilipli Âtıf Hoca’nın «üç seneden az olmamak üzere küreğe mahkûm edilmesini» talep etmişti. Herkes savcının, Hoca’nın küreğe konulması isteğini zalimâne bir talep olarak değerlendirdi. Çünkü Hoca’yı bu cezaya çarptıracak hiçbir delil veya sebep yoktu! Mahkeme Reisi, karşısına getirttiği onlarca şahidin hiçbirinden Âtıf Hoca aleyhinde tek söz işitmemişti. Hoca beraat etmeli, serbest bırakılmalıydı… Reis, maznunlara;

“–Müdafaanız yarın dinlenecektir!” diyerek, duruşmayı sona erdirmişti…

Reis Çetinkaya ertesi gün, savunma sırası Âtıf Hoca’ya gelince;

“–Savunmanızı yapın!” diye seslendi. Hoca her zamanki vakur haliyle ayağa kalkmış;

“–Hâcet yok efendim, müdafaa edilmeyi mûcip bir günahımızın bulunmadığı tebeyyün etmiştir. Vicdanınızın vereceği hükme intizar ediyorum.” diye cevap vermişti.

Reis soğuk bir ifade ile;

“–Peki, mahkemenin adâletinden emin olabilirsiniz, oturunuz!” demişti.

Fakat az sonra aynı mahkeme; kendi savcısının bütün gayretkeşliğine, hattâ Hoca’ya şiddetli ceza vermek isteyen merhametsizliğine rağmen, idamını talep edemediği Âtıf Hoca’yı idama mahkûm etmişti. Âtıf Hoca ertesi gün (4 Şubat 1926) şafak sökerken, Ankara’da eski meclis binası yakınlarındaki Karaoğlan Çarşısı’nda idam edilecekti.

Âtıf Hoca’nın hiç kimseye bildirilmeyen veya herkesten gizlenen kabri, vefatından 81 yıl sonra (2007) uzun gayretler neticesinde ortaya çıkarıldı, cenaze namazı kılındı ve kemikleri İskilip’teki ilçe mezarlığına defnedildi.

GERÇEKLERE TERS BİR YAZI…

Süleyman Demirel Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. İsmail YAKIT; bir yazısının, İstiklâl Mahkemesi’nin konuya ilişkin kararından iktibas ettiği satırlarında;

“31 Mart irticâ hâdisesi ve Mahmud Şevket Paşa merhumun katledilmesiyle de alâkadar bulunduğundan çeşitli suçlar ile cezaya çarptırıldığı ve Sinop’a sürüldüğü ve ayrıca işgal ordusuna mukavemet edilmemesi hususunda başkanlığını yaptığı «Teâlî-i İslâm Cemiyeti» adına düzenlediği beyannameleri Yunan tayyareleriyle Anadolu köylerine attırdığı, yeniliğe ve Cumhuriyet’e daimî bir düşman vaziyeti almış olan adı geçen kişinin…” diyerek, mahkeme heyetinin ithamlarını aynen sürdürmüştür.1

Hâlbuki 31 Mart Vak’asında bir hafta tutuklu kalan Âtıf Efendi, Mahmud Şevket Paşa hâdisesine dâhil olduğu gerekçesiyle Sinop’a sürülmüş; Çorum, Boğazlayan ve Sungurlu’da yaklaşık bir, bir buçuk yıl kadar sürgün hayatı yaşadıktan sonra İstanbul’a dönmüş; ancak her iki olaydan sonra da resmî makamlar, bir yanlışlığa kurban gittiğini, suçlu olmadığının anlaşıldığını ifade etmişlerdir.2

Teâlî-i İslâm Cemiyeti; ilk iş olarak İzmir’in Yunanlılar tarafından işgalini protesto eden bir beyanname yayınlamış, işgal kuvvetlerine ve yeni bir tehlike olarak ortaya çıkan Bolşevizm’e karşı olan beyannamelere de imza atmıştı.3

Sayın Yakıt; objektif kriterlerden uzak, âfâkî mülâhazalarla dolu yazısını, o dönemde bir zulüm makinesi olarak faaliyet gösteren Ankara İstiklâl(-siz) Mahkemesi’nin, hukukî hiçbir dayanağı olmayan, son derece taraflı ve zalimce kararlarına istinad ettirmiş; hattâ aşılmaz şairimiz rahmetli Necip Fazıl’ı bile alaycı bir üslûpla küçümsemiş, onun Hoca ile ilgili düşüncelerini «hayal ürünü» olarak değerlendirmiştir.

Ankara İstiklâl Mahkemesi’nin (ve diğerlerinin) kararları gayr-i hukukî ve gayr-i âdildir, insanlıktan uzaktır. Bu hâdiseden 35 sene sonra 1961’de, Yassıada Mahkemesi’nin zalim Reisi Sâlim BAŞOL da tıpkı ağababalarının yolunda yürümüş, rahmetli Başvekil Menderes ve arkadaşlarını ipe gönderdiği bir duruşmada Menderes’i;

“Sizi buraya tıkan kuvvet böyle istiyor!” diyerek azarlamış, mahkemenin hukukî olmadığını açıkça ifade ederek, emir aldığı makamları işaret etmişti…

Âtıf Hoca; ilmî liyâkati, mücadeleci şahsiyeti, dirâyetli kişiliği, dalkavukluğa yatkın olmayan karakteri, dînî mahfillerdeki büyük itibarı ve engin nüfuzu sebebiyle, maksatlı birtakım çevrelerce rejimin geleceği için potansiyel bir tehlike görüldüğü için idam edilmiştir vesselâm… Gerisi lâf u güzaftır…

_________________

1 İsmail YAKIT, İskilipli Âtıf Hoca şapkadan dolayı mı asıldı?, Uluslararası Türkiye Cumhuriyeti Sempozyumu Bildirileri, 22-24 Ekim 2008, s. 757-763.
2 Ebû’l-Ûlâ Mardin, Huzur Dersleri, İstanbul, 1966, II, III, s. 969-976.
3 Sadık ALBAYRAK, İskilipli Mehmed Âtıf Efendi, DİA, c. 22, s. 583.