17. ve 18. YÜZYILDA AVRUPA’DAKİ GELİŞME VE DEĞİŞMELER

YAZAR : Ahmet MERAL ahmetmeral61@gmail.com

Tabiat ve tabiat kanunları gece karanlığında saklanıyor:
Tanrı; «Newton gelsin!» diyor ve her şey aydınlığa çıkıyor.
(Alexsander Pope)1
17. ve 18. yüzyıllar; Batı Avrupa’nın çehresinin her bakımdan değiştiği, bir bakıma dünyanın sosyal, kültürel, ilmî, siyasî ve ekonomik açılardan da seyrinin köklü değişikliklere uğradığı önemli asırlardı. Öte yandan Avrupa’da 1500 yıllarında 80 milyon insan yaşamaktayken, 1700’lü yıllara gelindiğinde nüfus 150 milyonun biraz üzerine çıkmıştı.2

Aydınlanma düşünürlerinin en önemlilerinin başında, René Descartes ve John Locke yer almaktaydı. Aklın ve müşâhedenin insan hayatındaki rolünü ve eğitimin değerini yeniden tanımlayan bu düşünürler, yeni batının zihin sistematiğini inşa etmekteydi. Bu dönemdeki gelişmeler, bilim devrimi ve aydınlanma olarak kabul edilmektedir. Tabiî olarak, bu gelişmeler; sanat, edebiyat ve müzik alanlarını da etkiledi. Yeni biçim ve üslûplar ortaya çıktı.

17. yüzyılda; Roma’da, Floransa’da, Paris’te, Londra’da ve birçok Avrupa ülkesinde tabiat ve bilim araştırmacılığı yapmak üzere özel akademiler kuruldu. Bunlardan biri de, Berlin’de 1700 yılında Alman filozof ve matematikçi Wilhelm Leibniz (1646-1716) tarafından kurulan akademidir. Akademi, astronomi araştırmalarını ve diğer ilmî çalışmaları destekliyordu. Mantar gibi çoğalan bu bilim toplulukları kendi misyonlarını;

«Ziraati, imalâtı ve diğer yararlı zanaatları geliştirmek» olarak tarif etmekteydi. Esasen Avrupa’nın bu yeni bilim yolculuğu;

«Tabiatın kitabını okumak, sayfalarını çevirmek, eşyanın künhüne vâkıf olmak ve düşünmek…» olarak ifade edilebilir. Avrupalılar, eşyayı tanıma ve âlemin işleyiş kanunlarını yeniden keşfe çıkmaktaydı. Bu dönemde ortaya çıkan dernekler ve açılan kafe türü yerler; yeni bilimle ilgili gelişmelerin tartışıldığı birer fikir kulübü olarak faaliyet göstermekte, yayınlanmaya başlayan kültür ve edebiyat dergileri, buralarda okunarak tartışılmaktaydı.

Polonyalı astronom, rahip, avukat ve ressam (Nicolaus Copernicus) Mikolâj Kopernik’in (1473-1543) âlemin merkezinde dünyanın değil, güneşin bulunduğu fikri; Danimarkalı astronom ve simyacı Tycho Brahe’nin de katkılarıyla Johannes Kepler tarafından 1609 yılında güçlü bir nazariye olarak sistemleştirildi. Ünlü astronom Galileo, bu nazariyeye bütün ağırlığıyla destek verdi ve kendi teleskobunu yaparak gökyüzünü inceledi. Astronomi alanında geçmiş kabulleri kökten değiştiren bu yeni anlayışın ortaya çıkmasında İslâm astronomlarının birebir katkıları vardır. Bu keşifler, Endülüs ve Akdeniz limanlarındaki kültürel temaslarla ortaya çıkmıştı. Her ne kadar eserleri Lâtinceye çevrilmemiş olsa da, 13. ve 14. yüzyılın geç dönem İslâm astronomlarının başarılı çalışmalarını tanımış olması, Kopernik’i güneş merkezli yeni bir anlayışa götürdü. Kopernik, Batlamyus (Ptolemy) tarafından zedelenen «gezegenlerin tekdüze hareketleri» ilkesini yeniden inşa etme yaklaşımını, bahsi geçen Arap öncülerinden almıştı.3

Immanuel Kant’ın (1724-1804); «Sapere aude!» yani; «Bilmeye cüret et, kendi anlayışını kullanma cesaretine sahip ol!» diyerek cesaretlendirdiği bilim adamları, gerçekten de önemli ilmî gelişmelerin kıvılcımını ateşlemişti.

Fransız kimyacı Antoine Lavoisier (1743-1794); yaptığı deneyler sonucunda yanmanın, asitlerin davranışının ve canlılarda nefes almayı mümkün kılan maddenin aynı madde olduğunu tespit ederek ona «oksijen» ismini verdi. Temel Kimya Kitabı (1789) adlı eseriyle bu alanda nazariyeler geliştirdi. İçme suyunun kalitesi, balonların askerî ve bilimle ilgili alanda kullanımı ve barut üretimi alanlarında deneyler yaptı. Ancak bu büyük bilim adamı; sosyal ve siyasî alandaki teklifleri ve bilhassa vergi toplanması işine karışması gerekçe gösterilerek, Fransız Devrimi sırasında giyotine gönderilerek idam edildi.

Cambridge’de matematik profesörü olarak görev yapan Isaac Newton, mekanik ve kozmoloji alanlarını inceledi ve ilk aynalı teleskopu yapmayı başardı. Kalkülüs adı verilen hesap sistemini geliştirdi. Isaac Newton bir yandan ışığın tabiatı üzerine çalışıyor, öte yandan hıristiyan belgelerini inceliyordu; çünkü o aynı zamanda Anglikan kilisesinde bir rahipti. Üstelik teslis öğretisinin (Baba-Oğul-Kutsal Ruh şeklinde üç başlı tanrı anlayışı) Hıristiyanlığın ilk dönemlerinde bulunmadığını, 4. yüzyılda icat edildiğini söylemekteydi.4 Dönemin baskılarından dolayı din alanındaki eserleri yayınlanamadı. Keşiflerinden çoğu ışık ve optik ile ilgilidir.

Büyük bir çoğunluğu dindar kişilikleriyle tanınan bu bilim adamlarının görüşleri, tezleri; Katolik kilisesi tarafından tehlikeli bulunmuş ve çoğu tartışılabilir fakat asla savunulamaz görüşler olarak reddedilmiştir. Yalnız burada hemen belirtmeliyim ki materyalist dünya görüşüne sahip bazı çevrelerce özellikle 19. yüzyılda tartışmasız bir ön kabul şeklinde zihinlere empoze edilen, din-bilim çatışması tezi, bugün yoğun bir eleştiriye tâbi tutulmaktadır. Yeni araştırmalar; bütün bilim adamlarının dışlandığı ve amansız takibe uğratıldığı tezinin doğru olmadığını, Kilise’nin büyük yanlışlar içerisinde anlaşılmaz zulümlere imza attığı, bağnazlığı temsil ettiği gerçeği yanında, bilim düşüncesinin gelişmesine yardımcı olan kilise çevrelerinin de olduğunu göstermektedir. Yine araştırmalar; Galileo’dan, Pasteur’a kadar çok sayıda bilim adamının Allah, İncil ve mukaddeslerle mücadeleye girişmediğini, bilâkis büyük çoğunluğunun samimî birer hıristiyan olduğunu ortaya koymaktadır. Orta Çağ’da Kilise’nin bilime karşı anlaşılmaz bir tavır almasına rağmen, Hıristiyanlığın bütün kurum ve kuruluşlarıyla bu tavrı sürdürmediği bilinen bir gerçektir. Bilhassa manastırlarda yerleşik merkezî etkiden uzak hıristiyan tarîkatları, birçok bilim adamının görüş ve düşüncelerine destek vermiş ve halk arasında bu düşüncelerin yerleşmesine katkı sağlamıştır.

Maalesef günümüzde çoğunluğu ateist ve agnostik olan, daha çok da Marksist kültürden etkilenen bazı yazarlar; din-bilim çatışması tezini tartışmasız bir dogma olarak kabul ederek savunmaya devam etmektedirler. Oysa bu kişilerin gayreti, din ve mukaddeslere karşı kendi soğuk tavırlarını tarihe ve bilim adamlarına mâl etmek olarak tanımlanabilecek bir ideolojik gayrettir. Meselâ; büyük matematikçi ve düşünür René Descartes (1596-1650); «Tanrı’nın dünyayı matematik ilkelerine göre yarattığı»nı söylemekteydi. Isaac Newton, John Locke, Galileo dâhil 17. ve 18. yüzyılın bilim adamlarının çoğu ya doğrudan doğruya Kilise’ye bağlı kişiler ya da kendi anlayışlarıyla farklı görünseler de inançlı kişilerdi. Bu inancın ne kadar hakka tekabül ettiği ayrı bir konudur.

Montesquieu 1748 yılında yayınladığı; «Kanunların Rûhu» adlı eserinde, kanunlar olmadan ne özgürlük ne de hakların güvencesinden söz edilemeyeceğini, en iyi yönetimin kuvvetler ayrılığına dayalı yönetim biçimi olduğunu ifade etti. Yasama, yürütme ve yargının dengede tutulduğu bu yeni anlayış biçimi; okyanus ötesindeki «Amerika Özgürlük Mücadelesi»ne ilham kaynağı olmuştur. Jefferson’ın ünlü bildirisi ve yeni Amerika Anayasası; «Kanunların Rûhu»ndan büyük izler taşımaktaydı. Montesquieu’nun bir diğer önemli eseri de hicivlerden oluşan; «İran Mektupları»dır (1721). Etkili yazar bu eserinde, hayalî olarak kurguladığı Paris’i ziyaret eden İranlı soylu iki kişinin ağzından; toplum hayatı, ibâdetler, kültür, edebiyat ve siyasî yapı hakkında hiciv ve yorumlara yer vermekteydi.

İsviçre asıllı Jean-Jacques Rousseau; «Toplum Sözleşmesi» adlı eseriyle, batı tarihinin siyaset felsefesini etkilemekle kalmamış, daha önce kaleme aldığı; «Emile: Veya Terbiyeye Dair» adlı eserinde, şehrin, çocukları yozlaştırıcı etkisi üzerinde durmuş ve kısmen de kadınların eğitilmesi gerektiğini belirtmiştir. Rousseau’ya göre kadın, erkeği mutlu etmek için yaratılmıştır; kadının eğitimi iffet, erdem ve ev işlerine odaklı olmalıdır. Çocuklarına erdem öğretebilmek için eğitim görmelidir.5

Siyaset üzerine birçok eser yazan John Milton’un (1608-1674) en büyük eseri olan «Kayıp Cennet», destansı şiirlerden oluşmakta ve bu eserde yaratılış hikâyesi ile Âdem ve Havvâ’nın cennetten kovuluşu anlatılmaktadır. Bu arada Daniel Defoe’nin; «Robinson Crusoe»su, Jonathan Swift’in; «Güliver’in Seyahatleri», Avrupalının deniz aşırı dünyaya ilgisini artıran ilk romanlar olarak yayımlandı.

İskoç filozof ve ahlâk felsefesi profesörü Adam Smith (1723-1790); modern ekonomi bilimini kurduğu söylenebilecek olan «Milletlerin Zenginliği» adlı eseriyle dünyayı etkilemeden önce, ahlâk felsefecisi olarak biliniyordu. Smith’e göre her fert kendi menfaati peşinde koşarken, sıklıkla, katkıda bulunmaya niyetleneceğinden çok daha etkili olarak topluma katkıda bulunur. Ona göre, serbest piyasa her ne kadar karmaşık ve kontrolsüz gözükse de, aslında sözde bir «görünmez el» tarafından doğru miktarda ve çeşitlilikte üretim yapmak için yönlendirilmektedir. Batı Avrupa’da benimsenen «özel sektör eliyle kalkınma» ve ekonomik büyümeyi sağlamada devletin rolünü modası geçmiş ve zararlı bulan ekonomik anlayış, bugün dahî etkinliğini korumaya devam etmektedir. Kalkınmanın ve büyümenin ana dinamiği olarak özel girişimi gören bu anlayış, ferdi ve temel özgürlükleri öne çıkaran teorik çerçevesiyle günümüzde demokratik yönetim ilkesine büyük önem vermektedir.

Bütün bu çabalara rağmen 17. ve 18. yüzyılın sonuna dek, bilimin insan hayatını kolaylaştıran teknolojik gelişmeler üzerinde pek az pratik etkisi oldu.

Batı Avrupa’da meydana gelen ve kısa bir süre sonra; beslenmeden barınmaya, güvenlikten sağlığa, toprağı işlemeden ekonomik hayata yeni bir rota çizecek olan bankacılığa ve şirketlerin oluşumuna kadar muazzam değişiklikler, çok geçmeden dünyevî yönden daha güçlü ve müreffeh bir Avrupa’yı oluşturdu.

1694 yılında Londra ve Amsterdam bankaları kuruldu ve bu önemli kentler Avrupa’nın en büyük ticaret merkezleri oldu. Ayrıca aynı yıllarda külçe altın ve gümüş yerine kâğıt para ve çek, ekonomik hayatı kolaylaştıran enstrümanlar olarak yaygınlık kazandı. Böylece sömürgelerle Avrupa merkezleri arasındaki ticarî hayat süratlendi ve sanayi için ekonomik birikim sağlanmış oldu.

Tarım alanında ağır sabanlarla toprak sadece derinlere dek işlenmekle kalmamış, sulama işlemleri de kolaylaşmıştı. Tarım ürünlerinin öğütülmesinde yel değirmenlerinden yararlanma, üçlü ekime geçilmesi ve daha fazla arazinin ekilebilir hâle getirilmesi, köylünün yüzünü güldürdü; tarım sektörü yükselen ticaret ve endüstriyel kazançlarla rekabet eder güçlü bir sektör hâline geldi.

_____________________________

1 J. M. Roberts, Dünya Tarihi, c. 2, s. 681, İnkılâp Kitabevi, 2011.
2 İhsan Burak BİRECİKLİ, http://www.academia.edu/1095833/_The_Rise_of_The_West (s. 12)
3 Fuat SEZGİN, İslâm’da Bilim ve Teknik, c. 2, s. 14, Kültür ve Turizm Bakanlığı, Türkiye Bilimler Akademisi, Ankara, 2007.
4 Merry E. Wiesner-Hanks, Erken Modern Dönemde Avrupa, s. 513, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2009, İstanbul.
5 a.g.e., s. 553.