Şânlı Mazimizden Seçme Nükteler
KALB-İ SELÎM KÂBE’DEN EFDAL!

YAZAR : Abdullah Mesud HIDIR mahidir@gmail.com

Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî Hazretleri 1779’da Bağdat’ın kuzeyindeki Zûr şehrinde doğdu. Nesebi, baba tarafından Osman -radıyallâhu anh-’a, anne tarafından da Ali -radıyallâhu anh-’a ulaşır. Zamanın pek çok büyük âliminden ilim tahsil etti ve icâzet aldı. Böylece devrindeki ulemânın ve tasavvuf erbabının en üstünü oldu. Hocası vefat edince onun yerine müderris oldu. Yedi sene kadar ders okuttuktan sonra 1805’te Hicaz’a gitti. Döndükten sonra Abdullah Dehlevî Hazretleri’ne intisâb etmek için Hindistan’a giderek uzun müddet hizmet etti. Mânevî eğitiminin nihayetinde üstâdından çeşitli tarîkatlarda tam ve mutlak icâzet aldı. Daha sonra kendisine memleketine dönüp, mâneviyâta susamış insanları irşad etme vazifesi verildi. Bağdat’a giden Mevlânâ Halid-i Bağdâdî, ömrünün sonuna dek bu vazifesini sürdürdü. 8 Haziran 1827 tarihinde rûhunu teslim ederken Fecr Sûresi’nin son üç âyetini okuduğu rivâyet edilir. Kabri, Şam Salihiye’de Kasyon Tepesi eteğindedir.

***

Mevlânâ Hâlid, Medîne-i Münevvere’de bir gün nur yüzlü bir zâta rastladı. Yemenli olan bu Hak dostundan öğüt talep etti. O zât da şöyle buyurdu:

“–Ey Hâlid! Mekke’ye vardığında Kâbe’de şayet edebe mugāyir bir şey görürsen, muhatabın hakkında hemen sû-i zanna kapılıp kendi kendine yanlış bir yorumda bulunma! Gözünü ve kalbini, ayıp ve kusur aramaktan uzak tut! İç dünyan ile meşgul ol!”

İlk bakışta kapalı bir ikaz mâhiyetinde görünen bu ifade, gerçekte, Hâlid-i Bağdâdî Hazretleri ile onu asıl mertebesine iletecek olan pîr-i kâmil Abdullah Dehlevî arasındaki esrârengiz zuhurâta bir işaretti. Hâlid-i Bağdâdî; bir cuma günü, dağınık kıyafetli, garip görünüşlü ve nur yüzlü bir derviş gördü. Dervişin Kâbe’ye sırt çevirip kendisine nazar etmesi dikkatini çekti. İçinden;

«–Şu zât Kâbe-i Muazzama’ya karşı lâzım olan edebe riâyet etmiyor. Arkasını Kâbe’ye dönmüş vaziyette oturuyor!» diye düşündü. Bu esnada o zât, Hâlid-i Bağdâdî’ye;

“–Bilmez misin ki mü’mine hürmet, Kâbe’ye hürmetten daha efdaldir. (Çünkü kalp, nazargâh-ı ilâhîdir. Selîm bir kalp, «beytullah»tır.) O hâlde yüzümü sana, arkamı Kâbe’ye çevirmeme niçin itiraz ediyorsun? Medîne-i Münevvere’de o sâlih kişiden dinlediğin nasihati ne çabuk unuttun?” dedi. Bu sözler üzerine Mevlânâ Hâlid, bu kimsenin sıradan biri değil, büyük velîlerden olduğunu idrak ederek özür diledi ve hemen ellerine sarıldı.

ALLÂH’A ISMARLADIK

Nasreddin Hoca, 1208’de Sivrihisar’ın Hortu yöresinde doğdu. Hortu köyünün imamı olan babası, oğlunu Sivrihisar’da medrese tahsiline gönderdi. Babasının vefatı üzerine Hortu’ya dönerek köy imamı oldu. 1237’de Akşehir’e göç eden Nasreddin Hoca, orada Seyyid Mahmud Hayrânî ve Seyyid Hacı İbrahim gibi âlimlerin derslerine katılarak ilmini genişletti.

Karısı, çocuğu, komşuları, şakacı Akşehir delikanlıları, evine giren hırsızlar, zahmet veren dilenciler, ona akıl danışmaya gelen Akşehirliler, onun, halkı ellerinden kurtarmaya çalıştığı zalim Moğol emirleri ve başından geçen vakaların çoğunda rolü olan çilekeş boz eşeği ile asırların hayalinden ve neşesinden silinmeyen bu büyük zekâ, 1284’te Akşehir’de vefat etti. Kabri, Akşehir’dedir. (Banarlı, 1987: 305)

***

Nasreddin Hoca’ya bir gün;

“Seni falanca kişiyle evlendirdik, akşama da düğünün var.” derler.

Hoca akşam olunca düğün evine gider, içerisi kalabalıktır. Bir köşesine oturduğu odanın diğer köşesinde de gelin oturmaktadır. Ama mesafe uzak olduğu için gelinin yüzünü seçemez. Vakit ilerledikçe misafirler birer ikişer kalkmaya başlar. Her kalkan misafir, gelinin bulunduğu tarafa giderek;

«Allâh’a ısmarladık Ümmü Yenge!» deyip kapıdan çıkar. Nihayet son kişi de evden çıkınca Nasreddin Hoca gelini görmek için oturduğu yerden kalkar, ona yaklaşır. Gelinin yüzüne bakar, bakar…
«Allâh’a ısmarladık Ümmü Yenge!» diyerek o da kapıdan çıkıp gider!

İZÂLE ZANNETTİ

Sultan II. Süleyman, 15 Nisan 1642’de İstanbul’da doğdu. Şehzadeliğinde iyi derecede tahsil ve terbiye gördü. Sultan IV. Mehmed’in tahttan indirilmesinden 1687 yılında tahta çıkışına kadar uzunca bir süre veliaht olarak bekledi.

Tahta çıktığında;

“–Millete hizmet edelim. Allâh’ın kullarını memnun etmeye çalışalım.” dedi.

II. Süleyman padişah olduğunda; Avusturya, Lehistan, Venedik, Malta ve Rusya arasında oluşan Kutsal İttifak devletleriyle savaş devam ediyordu. Bu dönemde, Eğri ve Belgrat Avusturyalıların eline geçti. Kanije Kalesi 158 yıl sonra kaybedildi. 1689’da sadrazamlığa Fazıl Mustafa Paşa getirildi. Bu tarihten sonra savaşın gidişinde, Osmanlı lehine değişiklik başladı. 1690’da sefere çıkan Fazıl Mustafa Paşa, Niş ve Belgrat’ı geri aldı.

4 yıl gibi kısa bir süre padişahlık yapan Sultan II. Süleyman, 22 Haziran 1691’de vefat etti. Kabri, Süleymaniye Camii yanında Kanunî Sultan Süleyman türbesindedir.

***

Sultan IV. Mehmed’in hal‘ edilmesi üzerine; kardeşi Şehzade Süleyman’ı Dârüssaâde ağası Ali Ağa, Şimşirlik denilen daireden çıkarmak üzere gider. Süleyman bir felâkete uğrayacağını zannederek dairesinden çıkmaz. Bunun üzerine kızlar ağasının;

“–Benim şevketlü Padişahım! Korkmayın, vallâhi, billâhi zarar maksadına gelmedim. Cümle vezirler, ulemâ ve ocaklı kullarınız, sizi padişah edip teşrifinizi bekliyorlar!” demesine karşılık;

“–İzâlemiz (ortadan kaldırılmamız) emrolundu ise söyle, iki rekât namaz kılayım, ondan sonra buyruğu yerine getir. Çocukluğumdan beri kırk yıldır hapis çekerim. Her gün ölmektense bir gün evvel ölmek yeğdir. Bir can için bu çektiğimiz korku nedir?!.” der. Ağa, tekrar ayağını öperek şöyle der:

“–Estağfirullah! Hâşâ ki, size bir kast ola. Taht kurulmuş cümle kullarınız size bakar.”

Bunun üzerine yanında bulunan küçük kardeşi Ahmed (II. Ahmed) de kendisine şöylece cesaret verir:

“–Buyurun! Korkmayın! Ağa yalan söylemez”
Bunun üzerine Sultan Süleyman dışarı çıkar. (Mehmet KARAARSLAN, İmparatorluğun Hikâyesi)

MARAŞ MEB‘USUNUN KESESİ

Ahmed Hamdi TANPINAR, 23 Haziran 1901’de İstanbul Şehzadebaşı’nda dünyaya geldi. Babası memur olduğu için sık sık şehir ve okul değiştirdi.

Tanpınar, İstanbul Darü’l-Fünûnu Edebiyat bölümünden 1923’te mezun oldu ve akabinde Erzurum’dan başlayarak Konya ve Ankara liselerinde edebiyat öğretmenliği yaptı. 1930-39 yılları arasında çeşitli okullarda Türk edebiyatı dersleri okuttu. 1942 ara seçimlerinde Maraş’tan milletvekili seçildi. 1949’da üniversite profesörlüğüne getirildi ve vefatına kadar bu vazifesi devam etti.

Ahmed Hamdi TANPINAR, 24 Ocak 1962’de vefat etti. Kabri, Rumeli Hisarı’nda dostu ve hocası Yahya Kemal’in yanındadır.

***

“Kendimizi sevmiyoruz. Kafamız bir yığın mukayeselerle dolu; Dede’yi, Wagner olmadığı için; Yûnus’u, Verlaine; Bâkî’yi, Geothe ve Gide yapamadığımız için beğenmiyoruz. Uçsuz bucaksız Asya’nın o kadar zenginliği içinde, dünyanın en iyi giyinmiş milleti olduğumuz hâlde çırçıplak yaşıyoruz. Coğrafya, kültür, her şey bizden bir yeni terkip bekliyor; biz misyonlarımızın farkında değiliz. Başka milletlerin tecrübesini yaşamaya çalışıyoruz.”

***

Hamdi Bey, milletvekilliği yaptığı dönemde bir gün Edebiyat Fakültesi’nde Mehmet KAPLAN’ı ziyaret eder. Mehmet KAPLAN da o sıralarda Behice Hanım’la yeni evlenmiştir. Tanpınar, bu evliliği kast ederek Kaplan’a;

“–Mesut musun?” diye sorar. Mehmet KAPLAN da cevap olarak;

“–Paradan başka bir sıkıntımız yok!” şeklinde bir cümle kurar. Tanpınar’ın buna verdiği karşılık iç acıtıcıdır:

“–Paranın sıkıntısını kim çekmiyor ki… Şu anda Maraş meb‘usunun cebinde (kendisini kast ederek) beş lira var. Para bulabilirim, bulacağım da. Ama saâdeti nerede bulmalı?”