GÖNÜLLERİ FETHETMEK EN BÜYÜK FETİH

YAZAR : Osman Nûri TOPBAŞ Hocaefendi

Fetihlerdeki Ulvî Gaye;

GÖNÜLLERİ FETHETMEK EN BÜYÜK FETİH

Hicretin sekizinci senesiydi.

Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz Mekke’yi maddeten ve mânen fethediyordu.

Muhâcir bir fert olarak çıktığı şehre, muzaffer bir kumandan olarak giriyordu.

Yâr-i gārı Ebûbekir -radıyallâhu anh- ile gizli-saklı çıktığı mübârek şehre, 8 senelik bir ayrılıktan sonra on bin kişilik mü’min ordusuyla giriyordu.

Ölüm tehditleri ve sûikast teşebbüsleri neticesinde mecburen çıktığı Mekke’ye, bu kez maddî ve mânevî mukavemet gösterilemeyen muazzam bir ordunun başında giriyordu.

Hakaretlere uğradığı şehre giriyordu. Kendisiyle yıllarca savaşmış, kızı ve amcası gibi en yakınlarını hunharca katletmiş, katlettirmiş düşmanlarının elinden, kendi vatanını alıyordu.

Fakat Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in hâli, mağrur bir kumandana asla benzemiyordu. Aksine devesinin üzerinde secde eder vaziyette eğilmiş, bir tevâzû ve mahviyet içerisindeydi.

O esnada devamlı olarak;

اَللّٰهُمَّ لاَ عَيْشَ اِلاَّ عَيْشُ الاٰخِرَةِ

“Ey Allâh’ım! Hayat, ancak âhiret hayatıdır!” diyordu. (Vâkıdî, II, 824; Buhârî, Rikāk, 1)

Âhiret pazarının tek geçer akçesi kalb-i selîm olduğuna göre, kalbi tasfiye etmek ve gönüller almak şart idi.

Bu şuurla;

Varlığın Nûru; dünyanın fânî gününe değil, âhiret yarınına bakıyordu.

Bu şuurla;

O’nu Mekke’nin taşının toprağının değil, Mekkelilerin gönüllerinin fethi daha çok alâkadar ediyordu.

Mescid-i Haram’da haklarındaki kararı bekleyen müşriklere seslendi:

“–Ey Kureyş topluluğu! Şimdi benim, sizin hakkınızda ne yapacağımı sanırsınız?”

Kureyşliler;

“–Biz Sen’in hayır ve iyilik yapacağını umarak; «Hayır yapacaksın!» deriz. Sen, ke­rem ve iyilik sahibi bir kardeşsin! Kerem ve iyilik sahibi bir kardeş oğlusun!..” dediler.

Bunun üzerine Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurdu:

“–Ben de Hazret-i Yûsuf’un kardeşlerine dediği gibi derim:

لَا تَثْر۪ٖيبَ عَلَيْكُمُ الْيَوْمَ يَغْفِرُ اللّٰهُ لَكُمْ وَهُوَ اَرْحَمُ الرَّاحِمٖ۪ينَ

«…Size bugün (eski yaptıklarınız sebebiyle) hiçbir başa kakma ve ayıplama yok! Allah sizi affetsin! Şüphesiz O, merhametlilerin en merhametlisidir.» (Yûsuf, 92)

Haydi gidiniz, artık serbestsiniz!”

Fetihten önce birçok müslümanın malına ve canına kıymış olan kimseler bile, bu af meltemi sayesinde hidâyet şerefine erdiler. Allah Teâlâ; Kureyş müşriklerini Rasûlü’nün eline düşürdüğü ve O’na boyun eğdirdiği hâlde, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- onları affetti ve serbest bıraktı. O âna kadar yapılmış sayısız ve acımasız zulümlerin tam da kısas zamanı gelmişken Peygamber Efendimiz; sadece affı ve merhameti seçti, onların Allah katında da bağışlanmalarının yolunu açtı. Bu af ve merhamet, onları en kâmil bir îmâna kavuşturdu.

Efendimiz’in kızını mızrakla yaralayarak hem çocuğunu düşürmesine, hem de bir süre sonra şehid olmasına sebep olan Hebbâr bin Esved bile affedildi. O da bir gün huzûr-i saâdete gelerek müslüman olduğunu bildirdi. Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- onu sadece affetmedi; ashâbına, ona hakaret etmeyi ve târizde bulunmayı dahî yasakladı. (Vâkıdî, II, 857-858)

Çünkü bu bir gönül fethiydi…

Azılı İslâm düşmanlarından Ebû Cehil’in oğlu İkrime; O’nun af ve merhametiyle Kur’ân-ı Kerîm’i gözlerine sürerek ağlayan, gözü yaşlı bir İslâm mücâhidine döndü.

Çünkü bu bir gönül fethiydi…

Tarih boyunca, siyasî mücadelelerinin sonunda zafere ulaşan niceleri; intikam ve düşmanını kahretmek duygusuyla yaktılar, yıktılar, astılar, kestiler…

Fakat Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- affetti, affetti, affetti.

Çünkü bu bir gönül fethiydi…

Muazzam bir gönül fütuhâtı başlamıştı. Hendek’te kıvılcım kıvılcım müjdelenen; Şam, Irak, Yemen, Mısır birbiri ardına fethediliyordu.

Mekke fethinden altı sene sonra; mîrâcın eşiği, enbiyâ beşiği Kudüs de fethedilmişti.

Şehrin anahtarını teslim almak üzere Halîfe Hazret-i Ömer geliyordu. Yeterli binek o esnada bulunmadığı için, bir deveye kölesiyle nöbetleşe biniyorlardı. Şehrin girişine geldiklerinde sıra köledeydi.

Hizmetkâr âdetâ yalvardı:

“–Ey halîfe, şehre gireceğiz, siz deveye binin ben yaya yürüyeyim. İnsanlar beni halîfe zannedecekler.”

Adâleti, fârik vasfı hâline getiren Halîfe bunu kabul etmedi. Şehre girdiklerinde hakikaten insanlar devenin üzerindeki köleyi halîfe sanarak ona eğiliyor, tâzim gösteriyorlardı. Onlara kula kulluk etmemek öğretildi. Halîfe Hazret-i Ömer, Kudüs’teki hıristiyanlar için din hürriyetini teminat altına alan bir emannâme yazdı.

Rivâyete göre Kudüs piskoposu ağlıyordu. Dindaşlarının mağlûbiyetine ağladığını zannederek tesellîye çalıştılar. Şu cevabı verdi:

DÜŞMANIN ÎTİRÂFI

“Ben dindaşlarımın yenildiğine ağlamıyorum. Devir devir galibiyet ve mağlûbiyetler tarih boyunca yaşanmıştır. Fakat tesis ettiğiniz adâleti, merhamet ve hakkāniyeti görünce, anlıyorum ki; sizinki gelip geçici bir işgal değil, hiç sona ermeyecek bir gönül hâkimiyetidir. İşte buna ağlıyorum.”

İşte bu bir gönül fethi idi.

Böylesi itiraflar Fahr-i Kâinât Efendimiz’in gönül fethini devam ettiren nesiller boyunca da devam etti.

Hayber zaferinden sonra Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, Abdullah bin Revâha’yı oraya gönderirdi. Abdullah bin Revâha da, alınması gereken hurma miktarını tahmin edip bunu tahsil ederdi. Hayber arazisini işleyen yahudiler, Abdullâh’ın tahminde gösterdiği titizlik sebebiyle rahatsız oldular. Hattâ bir ara kendi lehlerine müsâmahalı davranması için rüşvet teklif ettiler. Kadınlarının süs eşyalarından onun için biraz mücevherât topladılar ve;

“–Bunlar senin, taksim esnasında bizim lehimize davran ve bize göz yum!” dediler. Abdullah ise onlara;

“–Vallâhi birçok menfîlikleriniz sebebiyle size duyduğum buğz, size karşı âdil davranmama mâni olamaz. Sizin bana teklif ettiğiniz rüşvettir. Rüşvet ise haramdır, biz onu yemeyiz!” dedi.

Bu hakkı tevzî husûsundaki hassâsiyet karşısında yahudiler, İslâm’ın yüce ahlâk ve şahsiyetini takdir ederek şu îtirâfa mecbur kaldılar:

“–İşte bu adâlet ve doğrulukla gökler ve yer nizâm içinde ayakta durur.” (Muvatta, Müsâkât, 2)

Bu ve benzeri muazzam manzaralar karşısında İngiliz yazar Thomas Carlyle, Peygamber Efendimiz ve sahâbesi arasındaki kopmaz bağlılığa bakarak şöyle dedi:

“Başında taç bulunan hiçbir imparator, kendi eliyle yamadığı hırkayı giyen Muhammed -sallâllâhu aleyhi ve sellem- kadar sevgi ve saygı görmemiştir.”

Bir muharebe sonrası İslâm ordularına esir düşen bir düşman kumandanı, gördüğü insanî muamele ve eşsiz merhamet karşısında;

“Ne zâlimsin ey merhamet; bana düşmanımı sevdiriyorsun!” demek mecburiyetinde kalmıştı.

Yine tâ Avrupa’nın ortasında Lehistan’da;

“Osmanlı atları Vistül Nehri’nden su içmedikçe, bu ülke hürriyet ve istiklâle kavuşamaz!..” sözü, bir darb-ı mesel hâline gelmişti.

Çünkü Osmanlı fetihleri de birer gönül fethiydi.

Genç padişah II. Mehmed Han; Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in müjdesine nâil olmak, Osman Gazi’den beri devam eden;

“İstanbul’u aç gülzâr / gül bahçesi yap!” vasiyetini yerine getirmek arzusuyla dopdoluydu. Mâneviyatla dolu ordunun hücumları surları zorlarken; Ayasofya’da Bizans, Papa’dan yardım talep edilmesini müzâkere ediyordu. Bizans asillerinden Grandük Notaras şu meşhur sözüyle düşmanını, dindaşına tercih ettiğini ifade etti:

“İstanbul’da kardinal serpuşu (şapkası) görmektense, Türklerin sarığını görmeyi tercih ederim!..”

Notaras haklıydı. Zira, iki asır önce IV. Haçlı Seferi esnasında İstanbul’u işgal eden Haçlı ordusu; İstanbul’u yakıp yıkmış, halka da her türlü zulmü uygulamıştı. Osmanlı’nın, fethettiği Bursa, Edirne gibi beldelerde tevzî ettiği adâlet ise dillere destandı. Bu güzel muamele hıristiyanları da hayran bırakıyor, birçok şehrin fethi, ahâlînin davetiyle gerçekleşiyordu.

Neticede İstanbul fethedildi. Onu fetheden o güzel asker; üzerlerine lâv gibi ateş akıtan Bizans’ın surlarına tırmanırken;

“Bugün şehîd olma sırası benimdir!” diyerek ilâhî vuslatın aşk ve heyecanını yaşıyordu. Onlar can almaya değil, can vermeye geliyorlardı. İntikam almaya değil, hidâyete vesile olmaya koşuyorlardı.

Fatih Sultan Mehmed Han ise bin bir zahmetle müyesser olan fetihten sonra, İstanbul’da gayr-i müslimlere emân verdi. Herkesi imrendiren bir adâlet ve merhameti tevzî etti.

Çünkü bu bir gönül fethiydi.

Osmanlı hâkimiyetinde;

“Dinde zorlama yoktur.” prensibiyle sadece insanlar ile İslâm’ın daveti arasındaki mânialar kaldırılıyor, gönüllerin fethi için dervişler ve mübelliğler devreye giriyordu. Anadolu’dan getirilen tertemiz müslümanlarla teşkil edilen mahalleler de; İslâm’ın asil, nezih ve berrak yüzünü onlara temâşâ ettiriyordu. Boşnaklar, Makedonlar, Arnavutlar ve çeşitli unsurlardan nasipli insanlar böylece fevc fevc İslâm’a girdi. Nasipsizler ise uzak kaldı. Onların da canı, malı korundu. Gayr-i müslim tebaa, emânet bilinirdi.

Nitekim Fatih, çeşme başlarında yerli hıristiyan halkın kızlarının emniyetini dahî düşünen fermanlar neşrediyordu. Kanunî, yanından geçtikleri bağdan üzüm alıp bedelini bırakan askerini, -izinsiz hareketinden dolayı- şiddetle tâzir ediyordu.

Çünkü bu bir gönül fethiydi.

Bütün bu gönül fetihlerinin temelinde, Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in gönülleri fetheden tebşîrâtı olduğu gibi, takip eden asırlardaki her bir gönül fethinin arkasında da Hak dostları vardı.

Ecdâdının garp fetihlerini, şarkta vahdet ve uhuvveti temin edecek seferlerle taçlandıran Yavuz Sultan Selim Han; birçok fütûhattan sonra, bütün gayenin gönül fethi olduğunu, şöyle ifade etti:

Pâdişâh-ı âlem olmak, bir kuru kavgā imiş,
Bir veliyye bende olmak cümleden âlâ imiş.

Derdi dünyanın kuru kavgası olanlar yakıp yıkarken, derdi gönül fethi olanlar, dâimâ îmar ve inşâ ettiler. İhyâ ettiler. Yaşattılar. Dirilttiler. Doyurdular.

Aç karınları doyuran imâretler ve gönülleri doyuran dergâhlar inşâ ettiler.

Kirlenen tenleri temizleyen hamamlar ve kararan gönülleri arındıran mâbedler, hankâhlar, zâviyeler, tekkeler inşâ ettiler.

Ciğerlerin susuzluğunu gideren çeşmeler ve gönüllerin susuzluğunu gideren medreseler binâ ettiler.

Ecdâdımız bu muazzam faaliyetlerini sadece kendi memleketinde olanlara hasretmedi. Onlar, Hazret-i Peygamber’den tahsil ettikleri adâlet ve merhameti, bütün dünyaya tevzî ettiler. Müslüman olmayan mazlumların bile yegâne barınağı oldular. Tarih şahiddir:

Endülüs Emevî Devleti’nin yıkılışından sonra Endülüs’te / İspanya’da müslümanlar kadar, yahudiler de katliâma tâbî tutulmuşlardı.

Barbaros Hayreddin Paşa, Endülüs’te / İspanya’da katliâma tâbî tutulan yahudileri, Hâlık’ın mahlûkātına merhametle bakış telâkkîsi ile İstanbul’u taşıdı. İstanbul halkı da aynı şuur ve merhamet ile onlara şefkat kucağı açtı. Garip mazlumlar olarak değerlendirdi ve huzur iklimine kabul etti. Yani insâniyet husûsunda İslâm’ın yüceliğini sergiledi.

Hazret-i Peygamber’in gösterdiği şekilde…

Bedir Harbi’nde müslümanlar, bir havuzun yanında karargâhlarını kurmuşlardı. Hakîm bin Hizâm’ın da içinde bulunduğu bir kısım müşrikler, müslümanların havuzundan su içmeye geldiler. Müslümanlar onlara mâni olmak istedikleri zaman Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-;

“–Bırakınız içsinler!” buyurmak sûretiyle nasıl bir şefkat ve merhamet âbidesi bir gönle sahip olduğunu göstermiştir. (İbn-i Hişâm, II, 261)

Hâsılı bu idrâkin en müşahhas nümûneleri olan Hak dostları, cemiyetlere; dâimâ kılıç fetihlerini, gönül fethine, maddî îmarları da mânevî îmâra dönüştüren mâneviyat iksirini içirdiler.

Onların mübârek elinde;

Muhâcir kuşları bile merhamet kanadıyla saran bir vakıf medeniyeti meydana geldi ve toplumda müstesnâ bir kardeşlik yaşattı. Gönülleri birbirine te’lif eyledi. Fakir ile zengin, asil ile köylü arasında hiçbir zaman uçurumlar oluşmadı. Yetimin ve dulun bulunduğu mahalle, onların teminâtı oldu. Böyle gönülleri kaynaşmış bir cemiyette; dramlar yaşanmadı, depresyonlar görülmedi, intiharlar duyulmadı, cinnetler kopmadı.

Çünkü her gönül, bütün gönüllerin anahtarıydı. Herkes kardeşine zimmetliydi. Gönüllerini dergâh hâline getirmiş Hak dostları; mahşerler kaynayan sînelerinde, halkın huzûrunun teminâtı idiler.

Çünkü fetihlerin arkasında dâimâ Hak dostları vardı;

MÂNEVÎ FATİHLER

İstanbul’un mânevî fatihi Akşemseddin Hazretleri’ydi ki, İstanbul’a girerken Fatih; kendisine güller atan Rum kızlarına, bu gönül sultanını işaret ederek, gönülleri, asıl fatihe tevcih ediyordu.

Hak dostlarının dünya hayatındaki gaye ve gayretleri dâimâ Hakk’a kulluk, halka hizmet ve gönülleri fethetmektir.

Zira gönülleri fethedecek kudret; ne kılıçta, ne de maddiyattadır.

İnsanlar, şahsiyete hayrandırlar. Güçlü karakterlerin cezbedici ve sirâyet edici bir husûsiyeti vardır. Hayranlık, sevgiyi; sevgi de tâbî olmayı meydana getirir. Bu; şerde de, hayırda da böyledir. Bu sebeple, sâdıklarla, sâlihlerle beraberlik zarûrîdir.

Fethi müteâkip büyük bir resmigeçit tertip edilmişti. Fatih Han, orada bizzat hizmette bulundu. Askerlerine pek çok hediye ve ihsanlar dağıttı. O gün Akşemseddin Hazretleri ayağa kalkarak şöyle hitâb etti:

“−Ey kahraman İslâm askerleri!

Elde ettiğiniz ganîmetleri israf etmeyiniz, hayra ve iyi yerlere sarf ediniz! Bu memleket halkına infâk ediniz!”

Çünkü;

Gönül fethinin birinci şartı; kişinin önce kendi gönlünü selîm bir kalp, etrafına rahmet ve muhabbet taşıran bir gönül hâline getirebilmesidir. Davranışlarında kemâle, muâmelâtında adâlet, asâlet ve zarâfete ulaşabilmesidir. Cömert, merhametli, fedâkâr, affedici, cesur, âdil, güvenilir, doğru, müstakîm ve zarif olmasıdır.

Şu tarihî hakikat, bu ahlâkın ne güzel bir misâlidir:

Sultan III. Mustafa, bir Ramazan’da Şeyhülislâm Mehmed Emin Efendi konağına iftara gitmişti. Söz esnasında;

“–Mehmed Emin Efendi, arada size gelmek isterim, fakat konağınız pek uzak yerde!” dedi.

Mehmed Emin Efendi de, nezâket ve tevâzû içinde üstü kapalı bir îzahta bulundu:

“–Sultanım! Sâyenizde yakın yerlerde bir ev tedâriki mümkündür, lâkin gördüğünüz gibi şu civar hânelerin hiçbirinde mutfak yoktur.”

Bu ince açıklama, hayli kapalı olduğundan dolayı Padişah, şaşkınlıkla sordu:

“–Acâyip, bu evlerde yemek pişirmezler mi?”

Bunun üzerine Mehmed Emin Efendi; mahcûbiyet ve mahviyet içinde, Sultan’a; gönül dünyasının hassâsiyetini yansıtan şu cevâbı verdi:

“–Sultanım! Cümlesinin sabah ve akşam yemekleri zarûreten âcizâne fakirhâneden gider. Onun için buradan ayrılmak istemem.” (Süheyl ÜNVER, Bir Ramazan Bin Bir İstanbul, s. 64)

 

İşte;

O Hak dostları için; gönül almak, gönüller fethetmek öyle mühim idi ki, bir an bundan uzak kalmanın ıstırâbını gönüllerinde hissetmekteydiler.

İşte;

Gönül fethi böyle gönüllerin işidir. Fedâkâr, cömert, muhabbet ve merhamet dolu kalplerin işidir. İslâm’ın tebliğinde de, Muhammed Hamîdullâh’ın da dile getirdiği gibi, en çok mâneviyat erleri muvaffak olmaktadır.

Bugün siyasî ve askerî sahada müslümanlar mağlûp ve mazlum olduğu hâlde; hâlâ İslâmiyet’in mesajı; gül yüzlü, bülbül sözlü, zarif mümessilleriyle ulaştırıldığında, dünyanın her yanında nice gönüller fethetmektedir.

Dünden bugüne Peygamber Efendimiz’in bize bıraktığı emânet de budur. Yarınlarda da, i‘lâ-yı kelimetullah için, tebliğ ve cihad vazifelerimizi hakkıyla îfâ için; dâimâ gönle eğilmemiz, sözlerimizi ve davranışlarımızı gönül alıcı kılmamız ve İslâm’ın güzel yüzünü tebessüm ettirmemiz zarûrîdir.

Unutmamalı ki;

Ecdâdımız Osmanlı; her gittiği yerde, bu şuur ve istikamette emsalsiz nümûnelerle dolu bir adâlet, merhamet ve huzur tevzî etti. Öyle ki, Martin Luther’in;

“Yâ Rabbî! Büyük Türkleri bir an önce başımıza getir de, Sen’in ilâhî adâletinden onlar sâyesinde nasiplenelim!..” şeklinde duâlarında yer aldı.

İslâm’dan nasipsiz zâlimler ise, zulmettikleri her mekânda kellelerden kuleler diktiler…

Nefsâniyet uğruna, makamlar uğruna, mal ve menfaatler uğruna…

Bugün de;

Menfaatlerin en hunhar bir şekilde cereyan eden savaşlarını görüyoruz. Maddeye ve paraya hâkim olabilmenin en kirli, en vicdansız, en dehşetli ve felâketli katliâmlarını görüyoruz. Petrol kavgaları uğrunda işlenen toplu cinayetler, gaddar zulümler, bitmek tükenmek bilmiyor. Çocukları mahveden, perişan eden, kadını ve yaşlıyı öldüren, gençlerin sabahını söndüren ve her şeyi imhâ eden insanlık dışı katliâmlar durmak bilmiyor.

Niçin?

Niçin olursa olsun, meselenin özünde kalpten mahrumiyet var. Merhametten mahrumiyet var. Çünkü hidâyetten mahrumiyet var.

O mahrumiyetlerde de insanlık yok, vicdan yok, hakikat yok, gönül yok.

Çare?

İslâm’a sarılmak.

Çünkü sadece;

İslâm’da kan dökmek ve toprak almak için savaşmak, toprağı kanla sulamak yasaktır, haramdır. Kılıç, ancak zulmü kaldırmak ve hidâyetlere vesile olabilmek için kullanılır. Bu gayeye hizmet etmeyen bir kılıç, ancak bir demir parçasıdır.

Dolayısıyla;

İslâm’da yapılan savaşlar dahî, asla toprağı kanla sulamak için değil; sadece var olan bir zulmü ortadan kaldırmak ve insanlığın hidâyetine vesile olmak niyetiyle yapılmıştır.

Mücbir bir durum dolayısıyla gerçekleşen bir savaşta dahî, Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz; kadınlara, çocuklara, yaşlılara, nebâtâta, kilise ve manastırda bulunanlara asla dokunulmaması gerektiğini bildirmiştir. Harp edilecek olanlar, sadece İslâm askerlerine karşı savaş açanlardır.

“Allâh’ın ismiyle, Allâh’ın yolunda gazâ ediniz! Allâh’ı tanımayanlarla çarpışınız! Ganîmet mallarına hıyânette bulunmayınız! Zulmetmeyiniz. Müsle yapmayınız (kulak, burun gibi âzâları keserek işkence etmeyiniz). Çocukları öldürmeyiniz!” (Müslim, Cihâd, 3; Ahmed, V, 352, 358)

Diğer rivâyetlerde Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:

“Çocukları, mabedlerine çekilip ibâdetle meşgul olan kişileri,1 kadınları,2 yaşlıları3 ve savaş hârici işler için kiralanan kişileri4 öldürmeyiniz! Kiliseleri yakıp yıkmayınız, ağaçları köklerinden kesmeyiniz!5” (1 Ahmed, I, 300; Taberânî, Kebîr, XI, 224/11562. 2 Buhârî, Cihâd, 148; Müslim, Cihâd, 24, 25. 3 Taberânî, Evsat, I, 48/135. 4 İbn-i Mâce, Cihâd, 30; Vâkıdî, III, 912. 5 Abdürrazzak, Musannef, V, 220.) buyurmuştur.

Çünkü gaye, dâimâ Hakk’ın emrini yerine getirmektir.

Osman Gazi’nin, oğlu Orhan Gazi’ye yaptığı nasihatte dediği gibi:

“Oğul!

Bizim dâvâmız, kuru bir kavga ve cihangirlik dâvâsı değil, «i‘lâ-yı kelimetullah»tır, yani Allâh’ın dînini yüceltmektir!”

Tarih şahittir ki;

Kendi akıllarının dar hududunda hapsolmuş bulunan; Firavun, Nemrut, Atillâ, İskender, Hülâgû ve emsalleri, yaptıkları zulümlerle bütün insanlığın düşmanı oldular. Buna mukabil, vahyin feyziyle yoğrulup «akl-ı selîm»e nâil olan, dostluk ve muhabbetin ilâhî menbaına erişen; Nakşibendî, Mevlânâ ve emsâli Hak dostları ise, hayatları boyunca, hattâ vefatlarından sonra bile insanlığa huzur ve rahmet vesilesi oldular. Ebediyyen de bütün insanlığın dostu olarak kalacaklardır.

Bütün asırlar ve zamanımız, bu hakikat etrafında dersler ve ibretlerle doludur. Doğru okumasına bilenler için tabiî. Ancak böyle bir okumayı; bugünkü makineleşme, yani eşyanın putperesti olma, bir şekilde kendi içindeki sayfaların dışında bırakıyor.

Yani;

Makinenin terakkîsi, mânevî terbiyeden uzak insanın rûhî yapısını zaafa uğratmakta ve sinsice zehirlemektedir. Böylece mâneviyattan mahrum bir şekilde yetişen insan, neticede maâlesef makinenin kulu hâline gelmektedir. Makinenin esâreti altında rûhunu karartmış kimselerin de Allâh’a yol bulabilmeleri çok zordur. Çünkü sekülerlik, globalleşen dünya, nefsânî arzularla her gün daha beter kirlenmektedir.

Günümüzde televizyon, internet, salgın modalar insanımızın iç âlemini boşalttı. Onu uzaktan kumandalı bir robot hâline getirdi. Zaten kapitalist dünyanın tek parolası var:

“Bırakınız yapsın, bırakınız geçsin! Altta kalanın canı çıksın.”

Afrika’da kapitalizmin maskeli yüzünü, acımasızlığını, merhamet ve vicdan yoksulluğunu yakından seyrettik. Felâket dolu, ıstırap dolu, vahşet dolu. Aynı manzarayı Irak’ta seyrediyoruz, Filistin’de seyrediyoruz, Suriye’de seyrediyoruz.

Tekrar tekrar tecellî ediyor ki;

Makineden asla hikmet çıkmaz. Zira onun ne ilmi ne de aşkı vardır. Devrimizdeki gafil insan da her sahada makineleşmiş, böylece aşka da hikmete de vedâ etmiştir.

Bin bir esâret içinde insan dünyaya geliş hikmetini unutmakta, «ben» diyerek nefsini ilâhlaştırmakta. Nefsinin putperesti olmakta.

Oysa;

Dünya ömrü bir imtihan müddetidir.

Bizi kurtaracak olan ruh da, sadece bize Hira, Sevr ve Vedâ Hutbesi’nde bırakılan mukaddes mîrastır.

Yeryüzünün gerçek fatihleri, kalpleri kazananlardır.

Bu gaye etrafında;

Hazret-i Şems, Hazret-i Mevlânâ’ya bilhassa şu tâlimatta bulunmuştur:

“Muzdarip olan varsa sen de muzdarip ol, üşüyen varsa sen de üşü!”

Yine bu gaye etrafında;

Bahâeddin Nakşibend Hazretleri yedi sene hastalara hizmet etti. Yoldaki engelleri kaldırdı. Hâlık’ın nazarıyla mahlûkāta bakış tarzının bir tecellîsi olarak hasta hayvanlara hizmet etti.

Çünkü;

Toprağına merhamet tohumu serpilmeyen ülkeler gerçek mâtem ülkeleridir.

Merhameti bilmeyen insan, en büyük hazineyi ve saâdetlerin kapısını açan anahtarı kaybetmiştir.

Bilmeli ki merhamet, müslümanın kalbinde hiç sönmeyen bir ateş gibidir. Müslümanı gayr-i müslimlerden ayıran vasıf, onlardan daha fazla merhametli oluşudur. Îmansızlar ve kâfirler, merhametsizdir. Onlar, merhameti anlamaya çalışsalar da onu tam mânâsıyla hiçbir zaman idrâk edememişlerdir. Çünkü merhamet, insanlığımızın âlemde şahidi olan ve kalp yoluyla bizi Allâh’a yaklaştıran ilâhî bir cevherdir.

Yâ Rabbî! Gönüllerimizi îman, takvâ, ibâdet ve hizmet ile tezyîn eyle. Bizleri kalb-i selîme vâsıl eyle… Bizleri, üsve-i hasene olan Habîb-i Edîbi’nin hâliyle hâllendir. Gönül fetihlerinden bizleri de hissedâr eyle!..

Ümmet-i Muhammed’i ve tarih boyunca İslâm’a ve ümmete hizmet etmiş milletimizi; Fatihlerden ve Akşemseddinlerden mahrum eyleme!..

Âmîn!..