TEMSİL İLE TEBLİĞ

YAZAR : Sami GÖKSÜN

Peygamberler Sultanı, Allâh’ın Arslanı Ali’yi karşısına aldı ve bizler için de altın bir öğüt olan şu ölçüyü verdi:

“Allâh’a yemin ederim ki, Cenâb-ı Hakk’ın senin aracılığınla bir tek kişiyi hidâyete kavuşturması; senin, en kıymetli dünya nimeti olan kırmızı develere sahip olmandan daha hayırlıdır.” (Buhârî, Fezâilü’l-ashâb, 9)

Hepimizin en büyük arzusu bu. Bir insanın hidâyetine vesile olmak…

Bir kardeşimizin ıslahına çare olmak…

Bir yavrucağımızın yarınlarda İslâm’ı en güzel şekilde temsil edecek şekilde yetişmesinde katkı sahibi olmak…

Derdimiz bu, heyecanımız bu, gayretimiz bu yönde…

Bunun için koşturuyoruz, bunun için sevdiğimiz şeylerden bol bol infak ediyoruz.

Fakat neticeyi almak kolay değil. Kalplerdeki düğümü çözmek kolay değil. İdraki uyandırmak, basit bir iş değil.

Sırlı, mânevî anahtarlara muhtaç bir iş…

Tebliğde bulunuyoruz; fakat, sözümüz muhataba ulaşıyor mu?

Muhatabın bir kulağından girip öbür kulağından çıkıyor mu, yoksa gönlüne mi ulaşıyor?

Sarf ettiğimiz imkânlar, hedefi on ikiden vuruyor mu?

Bütün bunların mânevî tahlili lâzım…

Kazancımız helâl ise, en tesirli neticeyi meydana getirir.

Fakat Allah muhafaza, şüpheler karışıyorsa çarçur olup gidecektir.

Emeklerimiz de öyle; sözümüz eğer kalbimizden gelmiyorsa, bizim gönlümüzde karşılığı yoksa, muhatapta nasıl bir karşılık bulsun? Bizi ısıtmayan ateş, muhatabımızın gönül çırasını nasıl yaksın?

O hâlde, en etkili tebliğ, en güzel temsilden geçer demeliyiz.

Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz buyuruyor:

“Mü’minlerin îman bakımından en mükemmeli, huyu en iyi olanıdır.” (Tirmizî, Radâ, 11)

Bir başka hadîs-i şerif:

“İyilik güzel ahlâktan ibarettir.” (Müslim, Birr, 14, 15)

Güzel ahlâk çok mühim.

Tebliğ faaliyetleri için bir başka mühim.

Verdiğimiz terbiyenin maya tutması için çok mühim.

Çünkü, tebliğciye güler yüz lâzım… Tebessüm güzel ahlâkta…

Cömertlik, fedâkârlık lâzım… Onlar da güzel ahlâkın ayrılmaz unsurları…

Acele etmemek, sabırlı olmak lâzım… O da ahlâkın vazgeçilmez şartlarından…

Hasan-ı Basrî -rahmetullâhi aleyh- güzel ahlâkı ne güzel hulâsa etmiş:

“Güzel ahlâkın esası, iyiliği yaygınlaştırmak, kimseyi rahatsız etmemek ve güler yüzlü olmaktır.”

En başarılı tebliğci kim?

Elbette; en zirve mühtedîlerin hidâyetine kim vesile olduysa, en güzel müslümanları kim yetiştirdiyse o…

En güzel müslümanlar, ashâb-ı kiram…

Onların en mükemmel muallimi de Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem-…

O’nun en büyük malzemesi ne?

Kur’ân-ı Kerim ve mükemmel şahsiyeti…

Allah Rasûlü, doğruluğu ile mükemmel bir ahlâka sahip, cömertliğiyle de öyle…

“Ben güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim.” (Muvatta, Hüsnü’l-huluk, 8) buyuran da Efendimiz; Kur’ân-ı Azîmüşşân’ın;

“Sen elbette büyük ahlâk sahibisin.” (el-Kalem, 4) methine nâil olan da…

Hidâyete erenler de; mûcizeler görmekten ziyade, mûcizeler gibi hayran bırakan şahsiyetine hayran olarak İslâm nimetine eriştiler.

Bugün de bizler, hidâyetlere, ıslahlara vesile olarak en büyük ilâhî nimetlere erişmek istiyorsak; Peygamber Efendimiz’in güzel ahlâkıyla donanmamız lâzım.

Burada bir tehlike var:

Allah Rasûlü’ne muhabbetimizde, O’na olan ihtirâmımızda, mutlaka O’nun gibi olma heyecanını yaşamalıyız. Sadece hayranlık, sadece gıpta etmek, sadece övmek, sadece anmak… Fakat;

“Haydi, O’na ittibâ edin!” denilince; yan çizmek…

İşte bu olmaz.

Bu sevginin faydası hemen hemen yok gibi…

Muhabbetten meram, tâbî olmak… Bunu doğurmayan muhabbet yok hükmünde…

Hayranlıktan maksat, takip etmek… Bunu sağlamayan hayranlık yok hükmünde…

Şair Seyrî, işte bu hataya dikkat çekiyor:

Şu çöl gibi dünyada, ey Gül, aşkından yana,
Dîvâne olamadık; yalnız gıpta eyledik!
Emrine «lebbeyk» diyen sahâbeydi, biz Sana,
Pervâne olamadık; yalnız gıpta eyledik!

Hâlin, nefesten tatlı; hissedemiyor özler,
Nûrun, aydan mücellâ; göremiyor şu gözler;
Arz ettik Şâh-ı Cihan, ne kadar şâhî sözler,
Şâhâne olamadık; yalnız gıpta eyledik!

Beşikten mezara dek hayâtın harmanında,
Emsâlsiz ahlâkının ilâhî fermanında,
Ashâbı örnek alıp devrinin devranında,
Rindâne olamadık; yalnız gıpta eyledik!

Demek ki anlamadık ilmini, irfânını,
Ebûbekir ve Ömer, Ali ve Osmân’ını;
Vah bize, tadamadık sohbet-i Kur’ân’ını,
Yegâne olamadık; yalnız gıpta eyledik!

Sadece gıpta etmemeli…

Takip de etmeli, tâbî de olmalı…

O’nun dînini insanlara, O’nu temsil ederek tebliğ etmeli…

Samimiyetimiz O’nun gibi olmalı…

İhlâsımız, takvâmız O’nun gibi olmalı…

Tebessümümüz O’nun izinde olmalı; gayretimiz, çalışmamız, fedâkârlığımız, cömertliğimiz, sabrımız, affımız, cesaretimiz, şecaatimiz her şeyimiz O’ndan hisse almalı… O’ndan nasip almak çabasında olmalı…

Öyle olursa, bu zirvesine varılamaz yolda, karınca misali minik de olsa samimî adımlar atarsak, bi-iznillâh Cenâb-ı Hak, Hâdî isminin tecellîlerini gösterecektir.

Biz Habîbi’nin cömertliğinden hisse almaya çalışırsak, Allah da bize Kerîm ismiyle tecellî edecektir.

Biz Habîbi’nin sadâkatinden hisse almaya bütün takatimizi sarf edersek, O va‘dinden hiç caymayan Rabbimiz de, bize va‘dettiği muvaffakiyetleri, mazhariyetleri ikram edecektir.