KİMSESİZLERİN KİMSESİ

YAZAR : Fatih GARCAN fatihgarcan@hotmail.com

Muhteşem bir bahar sabahının ilk dakikaları idi. Güneş ilk ışıkları ile etrafı aydınlatmaya başlamıştı.

Fahri Hoca, odasının penceresini açmış ve bir ibâdet edâsıyla başlamıştı çalışmaya. Onun en büyük hazzı; günün bu vakitlerinde, henüz şehrin karmaşası kendini göstermeden, kuş cıvıltıları eşliğinde hâfızların derslerini dinlemekti. Hâfızların sabah namazı sonrası Kur’ân-ı Kerim terennümleri, cümle kuşların kendi dillerince zikirleri ile birleşince bu ânın tadını çıkarmak Fahri Hoca için tarifi mümkün olmayan bir zevkti. İşini severek yapmanın verdiği sükûnet, talebelerin tertemiz gayretleri ile birleşince zamanın nasıl geçtiğini anlamazdı bile.

Bugün; hocanın yılların onca tecrübesine harman olmuş yüreği, bambaşka bir heyecanla kaplı idi. Kafkasya’dan yeni talebeler gelecekti. Kursta gerekli hazırlıklar tamamlanmıştı. Talebelerin yatakları hazırlanmış, yemek istihkakları ayrılmıştı. Fahri Hoca, elinde tesbihi ile cam kenarında dolaşmaya başladı. Kendince heyecanını çaktırmayacaktı…

Derken Kafkasyalı talebeleri getiren minibüs, kursun bahçesine giriş yaptı.

Bu talebeler, kendi bölgelerine gönüllü giden hocaların gayretli çalışmaları ile dînimizi en iyi şekilde öğrenmek üzere Türkiye’ye gönderdikleri öncü birliklerdi. Bu delikanlılar, daha sonra da ülkelerine dönüp hocalık yapacaklardı. Ülkelerinin yıllarca gördüğü zulümlerden bir nebze sıyrıldığı günlerde, ilk fırsatta, büyük umutlarla gönderilmiş on dört Kafkas aslanı…

Fahri hoca, hemen delikanlıları kahvaltıya buyur etti. Her birini teker teker kucakladı ve sandalyelerini bizzat kendi hazırladı. Bir yandan çaylarını dolduruyor, bir yandan da hatırlarını soruyordu. Yorgun oldukları her hâllerinden belli idi. Hoca, pür tebessüm baktı:

–Afiyet olsun arkadaşlar. Kahvaltınızı yapın hemen istirahata alacağız sizi.

Fahri Hoca, yeni talebelerinin yataklarını gösterdi ve üzerlerini örttü. Etraflarında pervâne olmuştu. Kafkasyalı talebeler, Fahri Hoca’nın bu tatlı muhabbetine aynıyla mukabelede bulunuyorlardı. Muhabbetin ve samimiyetin dil ayrımı yoktu. Hoca daha Besmele safhasında delikanlıların gönlünü fethetmişti. Yalnız bu tatlı koşturmacalar esnasında henüz en ufak bir ilgi göstermedikleri gibi, Fahri Hoca’nın şevkini baltalamaya çalışanlar da yok değildi. Bir hoca arkadaşı, Fahri Hoca’ya;

–Yahu Hoca! Sen ne böyle kendini paralıyorsun? Bunlar hâl bilmez, oturma-kalkma bilmez, kaba-saba insanlar. Baksana ne biçim kokuyorlar!

Bu söz Fahri Hoca’yı çok sinirlendirmişti. Gözlerini hoca arkadaşına çaktı:

–Hoca efendi! Sen ne dediğinin farkında mısın? Adamlar kaç günlük yoldan geldiler, elbet kokacaklar. Bu adamlar kendi memleketlerinde insanlık mı gördüler? Hep zulüm, hep zulüm… Kabalıkmış… Sabahtan beri bir; «Hoş geldiniz!» demedin. En ufak bir ilgi göstermedin. Sana ne demeli?

–Çok idealistsin Hoca! Bunlar yarın bir gün seni çileden çıkarınca bana hak vereceksin. Ben bunların ciğerini bilirim. Göreceksin bak!

–Öyle mi Hocaefendi? O zaman benim de sana bir çift sözüm var: Sen adamakıllı ilgilenmezsen aynen öyle olur. Değil misafir talebeler, kendi talebelerin bile ilgisiz kaldıklarında dikenleşir ve ekşimeye başlar. Öyle de olmadı mı? Sen ilgilenmeyeceksen ilgilenme! Ama benim yoluma da çıkma! Bakalım kim, neyi görecek?

–…

Fahri Hoca, delikanlılar kalktıktan sonra hepsini kayıt için odasına aldı:

–Evet delikanlılar, şimdi sağ baştan başlayarak sorularıma cevap verin. Adın ne oğlum?

–Şâmil.

Kayıt bilgileri girilirken Hoca beklenmedik bir şey yaptı:

–Delikanlı, burada; «Cinsiyeti?» diye bir bölme var ne yazacağız?

Şâmil birden ayağa kalktı. Göğsünü kabartarak;

–Erkek yazacaksın Hocam! Ne yazacaktın başka?

–Evlâdım bizim burada sünnet olmuş adama «erkek» denir…

Şâmil’den ses çıkmadı. Boynu öne eğildi. Diğer arkadaşlarından biri söz aldı:

–Hocam, sünnetin ne demek olduğunu biliyoruz. Bu ekipten hiçbir arkadaş sünnetli değil maalesef…

–Tamam delikanlılar, anlaşıldı.

Kayıtları bitirir bitirmez hocanın ilk işi delikanlıları sünnet ettirmek oldu. Aralarında 19-20 yaşlarında olanlar bile vardı. Fahri Hoca, kendini nasıl bir çalışmanın beklediğini az-çok kestirmişti. Hemen çalışmalara başlandı. Kur’ân elif-bâsı, abdest, namaz, tecvid-tâlim… Kısa sürede elhamdülillâh çok güzel inkişaflar olmuştu. Üçüncü ayda hâfızlığa başlayanlar dahî olmuştu. Meğer aralarında ne peygamber âşıkları varmış. Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e na’tlar yazanlar… Güzel güzel aşr-ı şerif okuyanlar… Bu gelişmeler, Fahri Hoca’yı bulutların üzerine taşımıştı. Her biri bir edep âbidesi olmuş bu delikanlıların eşsiz gayretleri, kursta okuyan diğer talebelere de çok hoş örnekler teşkil eder olmuştu. Kursta, suffe ehli misali bir birliktelik yeşermişti.

Bir gün Fahri Hoca, Kafkasyalı talebeleri tatbikat amacı ile mezarlığa götürmüştü. Orada daha önce anlattığı cenaze işlemlerini uygulamalı olarak gösterecekti.

Mezarlığa vardılar. Fahri Hoca, daha önceden haber verdiği görevli ile buluştu. Delikanlılara bir cenaze nasıl yıkanır, nasıl korunur, nasıl defnedilir vb. bilgiler verildi. Ayrılacakları vakit geldiğinde gassallerden biri nefes nefese yanlarına geldi:

–Selâmün aleyküm Hocam!

–Aleyküm selâm ağabey buyur. Hayırdır? Nefes nefese kalmışsın!

–Hocam geldiğinizi duyunca çok sevindim. Bir amcanın cenazesini getirdiler. Garibin biriymiş. Kimi kimsesi yokmuş. Sizin delikanlılarla bir cemaat yapsak da bu amcanın cenaze namazını kılsak… Nasıl olur?

–Ne demek ağabey! Elbette olur. Kimsesiz diye bir şey var mı ağabey? Kimsesizlerin kimsesi Cenâb-ı Hak’tır. Bak tâ nerelerden, Kafkasya’dan kimseler gönderir de yine kimsesiz bırakmaz. Biz de tatbikat için gelmiştik. İsabet oldu.

On dört Kafkas aslanı, Fahri Hoca ve gassal, bu garip amca için cemaat oldular. Cenaze namazının ardından pür-edep cenazeyi defnettiler. Tatbikat maksadına ulaşmıştı.

Kafkasyalı talebeler ile olan çalışmalar çok güzel noktalara ulaşmıştı. İki sene içerisinde bu ekibin hepsi hâfız olmuştu. Kurs idarecileri, çok özel bir icâzet programı hazırladılar. Delikanlıların geldiği ülkelerin önde gelen devlet adamları da bu icâzete davet edildi.

Misafir hocaların aşr-ı şerifleri, hâfızların bülbüller misali terennümleri, katılan herkesi bir başka duygulandırmıştı. İş, hediye faslına gelmişti. İdareci hocalar, Fahri Hoca için de bir hediye hazırlamışlardı; ama Fahri Hoca görünürlerde yoktu. Etrafa baktılar; ama bulamadılar. Hoca arkadaşlarından biri;

“Ben onu nerede bulacağımı biliyorum.” dedi ve buldu getirdi.

Fahri Hoca’nın gözleri ağlamaktan kan çanağına dönmüştü. Sebebini sorduklarında, gözyaşlarının şükür gözyaşı olduğunu öğrendiler. Tam hediyesi verilecekken iki yıl önce, Kafkasyalı talebelerin geldiği gün, tartıştığı hoca arkadaşı kurs müdüründen bir ricada bulundu:

–Hocam müsaade ederseniz, Fahri Hoca’nın hediyesini ben vermek istiyorum. Kendisine büyük bir özür borcum var da…

–Olur Hocam elbette…

Hoca arkadaşı, boynu bükük bir hâlde;

–Fahri Hocam beni affedin. Size ve delikanlılara çok büyük ayıp ettim. Siz bu iki yıl içerisinde sadece onları eğitmediniz… Allah sizden râzı olsun. Bu delikanlıların gurbet elde her şeyleri oldunuz. Kimsesiz bırakmadınız. Kabul buyurun hocam, lütfen…

–Estağfirullah Hocam. Hiç birimiz kimsesiz değiliz. Hepimizin sahibi Allah… Biz elimizden geleni yapmaya gayret ettik. Bütün ümmete olan vazifemizi şu seçilmiş on dört evlâdına yapabildik. İnşâallah onlar da gidip memleketlerinde îmâna, Kur’ân’a sahip çıkarlar da bu hizmet herkese ulaşmış olur. Her biri bizim için de tecrübe dolu günlerdi. Cenâb-ı Hak, hisseler almayı cümlemize nasip eylesin. Allah sizden de râzı olsun.