İNANMAK

YAZAR : Ahmet ZİYLAN

İnanmak her şeyin başı.

Kullukta da bu böyle, iş adamlığı, eğitim ve benzeri şeylerde de böyle.

İnsanın inancında bir problem varsa, işlediği amellere bakılmıyor bile… Bir anlam ifade etmiyor, bir işe yaramıyor. İnanmayan zaten, harekete de geçemiyor. Geçse de tereddütlü. İlk fiskede yıkılıyor.

Başta kendisi inanacak insan. Başaracağına, yapacağına, ulaşacağına önce kendisi inanacak.

Her gün yatsıdan sonra okuduğumuz iki âyet var: Mîrac hediyesi… Bakara Sûresi’nin son iki âyeti. Nasıl başlıyor:

“Âmene’r-Rasûlü: Peygamber inandı.”

Başta Peygamber Efendimiz, inanıyor; risâletine, vazifesine, insanlara ve toplumlara saâdet getireceğine… Câhiliyyeye son vereceğine, putları devireceğine, bir fazîletler medeniyeti kuracağına…

Burada dünyada hayırlı bir işe başlayan herkese bir ders var. Birileri bana inansın, destek olsun ki, ben de başarabileyim değil. Önce sen inanacaksın.

Efendimiz, bir yönüyle de bir müteşebbis. Asırlardır câhiliyyede yaşayan bir toplumu dönüştürmek için adım atıyor. Allâh’a tevekkülü de kendine güveni de tam. Allâh’ın izniyle 23 senede muvaffak oluyor. Bütün Arap Yarımadası; O’nun davetini kabul ettiği gibi, geniş coğrafyalar da O’nun mesajından haberdar oluyor.

Kişinin bizzat kendine güvenmesi ve inanması çok mühim. Fakat büyük dâvâların liderlerine, büyük teşebbüslerin sahiplerine destekçi olan, onlara inanan bir kadroya da ihtiyaç vardır. Onlar en büyük yardımcılardır, moral kaynaklarıdır.

Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-; ilk vahyi aldığında, yaşadıklarının azametinden tir tir titreyerek evine geldi. Sıtma tutmuş gibi, bir yanıyordu, bir üşüyordu. Hazret-i Hatice;

“–Ne bu hâlin?” deyince Efendimiz olanları anlattı. Seçildiği vazifenin büyüklüğünü, zorluğunu dile getirdi. O büyük vâlidemiz sordu:

“–Niye endişe ediyorsun?”

“–Bana kim inanır?”

“–Ben inanırım yâ Rasûlâllah!”

İşte en büyük destek. Evden gelen destek. Eşten gelen destek. En yakından gelen destek.

Ya bir de;

“–Deli misin? Sen bunlarla ne uğraşıyorsun? Başımıza iş mi çıkaracaksın!” diyen birini düşünün! Daha ilk adımda ne büyük bir moral çöküntüsüne sebep olur.

Bu sebeple;

“Her başarılı erkeğin arkasında bir kadın vardır.” demişler.

İnanmak çok mühim. Bir ideale doğru yürüyen insanların; liderlerine bağlılıkları, sadâkatleri çok önemli. Efendimiz, Mekke döneminde bu kadroyu oluşturdu. Allah, îmanların kuvvetlenmesi için o zaman bir de mîrac hâdisesini lutfetti. Yani mîrac; Efendimiz’e ikram, fakat ilk müslümanlara da büyük bir imtihan idi.

Müşrikler başladılar alay ve tezvirâta:

“–Duydunuz mu sizin adam ne demiş?!. Tâ Mescid-i Aksâ’ya gitmiş, o da yetmemiş tâ semâya çıkmış. Buna da mı inanacaksınız? Yok artık!”

Bu lâfları Hazret-i Ebûbekir’e de söylediler:

Tek cevap:

“O, söylüyorsa doğrudur.”

Mantığını, aklî gerekçesini de ortaya koydu:

“Ben O’nun Allah’tan vahiy aldığına, Cebrâil -aleyhisselâm- ile görüştüğüne inanıyorum. Bunlara inanıyorsam, elbette O’nun her söylediğine inanacağım. O ne söylüyorsa doğru.”

İşte Hazret-i Ebûbekir böylece Sıddîk oldu. 23 senelik risâlet ömrü boyunca, Mekke’de, Hicret’te, Medine’de, seferlerde her yerde Efendimiz’in maddî-mânevî en büyük destekçisi oldu.

Peygamber Efendimiz’in akrabalarına verdiği ziyafette; kimseden ses çıkmaz, Ebû Leheb gibi konuşanlar da hakaret ederken, Hazret-i Ali küçük bir çocuk olmasına rağmen meydana çıkmış;

“Sana ben inanıyorum yâ Rasûlâllah!” demişti.

Peygamber Efendimiz’e Cenâb-ı Hakk’ın en büyük ikramı, işte bu ilk inananlar oldu.

İdealinize inanan, hedefinizi başarabileceğinize güvenen yardımcılarınız olmalıdır. Etrafınıza böyle liyâkatli ve sadâkatli bir kadro teşkil etmeniz gerekir.

İstanbul muhasarasının ilerleyen günlerinde; bazı baştan beri muhalif paşalar, muhasarayı kaldırmayı teklif ettiler. Akşemseddin ise, fetihte ısrar ederek Fatih’in en büyük destekçisi ve kuvve-i mâneviyesi oldu. Fetih başarıldı.

Danışmak şart. Fakat cesur, bilgili, iyimser insanlara…

Hakkı tavsiye eden, doğruluğa, dürüstlüğe cesaretlendiren insanlara muhtacız. Nüktelerle, kıssalarla, misallerle nasihatlerde bulunan insanlara her zaman kulak vermeliyiz. Biz ne kadar bilirsek bilelim, dinlemeye, duymaya, işitmeye ayrı bir ihtiyaç var. Mânevî destek.

Radyoda, televizyonda reklâmları niye yüzlerce kez tekrarlıyorlar? Telkin oluyor. Zihinde yer ediyor. Biz de hakkı, hakikati yüzlerce kez duymaya muhtacız.

Babam; böyle sözü, sohbeti tatlı, söz bilen, hazırcevap, nüktedan, şair ruhlu bir insandı. Hikmetli misaller anlatır, sohbetler yapardı. İnsanların gecenin ikisine, üçüne kadar hiç bıkmadan, babamın sohbetini dinlediklerini görmüşümdür;

“Mahmut Ağa, geç oldu ama, hele biraz daha anlat, biraz daha anlat!” dediklerine çok şahit olmuşumdur.

Mîrâcın, bir hikmeti de mü’minlerin îmanlarının kuvvetini imtihan etmek dedik ya, sadece o devirde değil, kıyâmete kadar bu imtihan sürüyor. Dün de inanmayanlar vardı, bugün de var.

Babamın zamanında da, bir mîrac kandili arefesi… Îmansızın biri kahvenin önündeki bir masada, etrafına üç saf insan toplamış, zehirliyor:

“–Bir insan göklere nasıl çıksın! Mîracmış. Kimi kandırıyorlar ki?”

O üç kişi irkilmişler:

“–Nasıl söylersin bunu?”

“–Kardeşim hiç aklınız alıyor mu? Nasıl gitmiş gelmiş de daha yeri soğumamış. Böyle şey olur mu?”

Adamların bilgisi yetersiz, ne desinler;

“–Çıkmış ama kalp gözüyle çıkmış.” demişler.

Adam belli ki komünist fikriyâtın zehirlediği maddeci ateistlerden. Kalpten, ruhtan ne anlar! Demiş ki:

“–Bu kadar cahil olmayın. İnsanın kalbinde dört tane göz var. İkisinde temiz kan dolaşır, ikisinde kirli kan. Birisi vücudu dolaşır, birisi ciğerleri dolaşır temizler. Başka göz mü var ki, kalp gözüyle çıkmış diyorsunuz.”

Hâlbuki Peygamberimiz, öyle rüya âlemindeki gibi gitmedi. Bilhassa İsrâ, yani Mekke’deki Mescid-i Haram’dan Kudüs’teki Mescid-i Aksâ’ya gidişin; ruh ve beden birlikte olduğunda ittifak vardır, âyet-i kerîmeyle sabittir. Aynı yolculuğun devamının da aynı şekilde beden ve rûhun birlikte olduğu ekser ulemânın görüşüdür. Allah Kādir değil mi? Bu fizik kanunlarını yaratan da O değil mi? O kanunlar, O’nu bağlar mı? Hâşâ… Kulunu göklere çıkarmak isterse, esbâbını yaratır ve çıkarır.

Adam inanmıyor, ne diyebilirsiniz?

Ölüm ânı gelip, perdeler kalkıncaya, kıyâmet günü varıp gözleriyle o âlemleri görünceye kadar inkâr etsin bakalım!

Bu üç adam, cevap veremiyorlarmış. Adamı susturamadıkları için, îmanlarından dolayı rahatsız oluyorlarmış.

Tesadüf mü diyelim, yoksa tevâfuk mu diyelim, o sırada oradan babam geçiyormuş. Babamın hazırcevaplığını, söz ustalığını, ikna kabiliyetini bildikleri için hemen seslenmişler:

“–Mahmut Ağa! Mahmut Ağa! Gel hele gel!”

“–Ne oldu?”

“–Yahu burada bir dinsiz, îmansız var. Mîrac hâdisesini inkâr ediyor. Şuna birkaç kelime söyle!”

Babam horoz gibi kabarmış. Mesele ciddî… Adam, oturmuş milleti ifsad ediyor; buna haddini bildirmek gerek. Oturmuş ve sormuş:

“–Nedir hâdise?” Anlatmışlar.

Söze başlamış:

“–Demek öyle. Pekâlâ. O zaman tartışmaya başlamadan önce, kendimizi bir ortaya koyalım. Sen kimsin, ben kimim? Sen nesin, ben neyim?

İnsanoğlu dünyaya geldiği günden bu yana kendisine bir mâbud seçmiştir, mâbud bulmuştur. Ama yanlış, ama doğru. Kimisi ateşperest olmuş, kimisi putperest olmuş, kimisi inekperest olmuş, kimisi Allâh’a inanmış, kimisi hıristiyan olmuş, kimisi yahudi olmuş, kimisi şu olmuş, bu olmuş, kimisi de müslüman olmuş. Bu tarihî bir hakikat, doğru mu?”

“–Doğru!”

“–Peki sen bunlardan hangisisin? Bunu bilelim ki buna göre tartışalım.”

Adam demiş ki:

“–Ben bunların hiçbirini kabul etmiyorum.”

“–Ha ben sana peşin peşin söyledim. İnsanlar kendilerine bir mâbud aramışlar, bulmuşlar. Demek ki sen bunları kabul etmediğine göre insan değilsin. Ben de hayvanca bilmiyorum. Seninle konuşmak için hayvan olmak lâzım. Seninle konuşacak hiçbir şeyim yok!” deyivermiş.

Böylece ağzının payını vermiş.

Hazret-i Ebûbekir Efendimiz’in dediğinin bir başka şekli. «Ben inanıyorum arkadaş. Sen ister inan, ister inanma! İnanmazsan sen kaybedersin. İnanırsan sen kazanırsın. Ortalığa şüphe atmaya çalışma!»

İnsan, inanır. Görürcesine inanır. İnandığı şeyleri sorgulamaz, onlara şüpheyle yaklaşmaz.

Bu insanlar müslümandır. Allâh’ın; peygamber gönderdiğine, kitap gönderdiğine, etrafımızdaki meleklerin amellerimizi yazdığına, yani senin sığ aklının alamayacağı birçok şeye inanıyorlar. Mîrâca niye inanmasınlar?

Sen inancını kaybetmişsin, insanlığını da kaybetmişsin.

Mîracdan şüphe edersen, her şeyden edersin. Ne meleği dersin. Ne kitabı, ne vahyi dersin. Onun sonu gelmez. Allâh’ı da hâşâ inkâr edersin.

Ben îmân etmişim. Meseleyi anlamışım. Kalbimin gözünü açmış, kafa gözü görmese de anlamışım. Sen de bir gün anlayacaksın. Kur’ân-ı Kerim’de buyurulduğu gibi:

“Onlar birbirine neyi sorup duruyorlar? Hakkında ihtilâfa düştükleri o mühim haberi mi? Hayır! (İhtilâfa ne hâcet!) Yakında anlayacaklar! Elbette ve elbette yakında gerçeği öğrenecekler!” (en-Nebe’, 1-5)

Fakat o gün anlamaktan ne fayda!

“Ve cehennemin getirildiği gün… İnsan işi anlar o gün. Ama anlamasının ne faydası var o gün!” (el-Fecr, 23)

Önce inanmak lâzım. Allâh’ın varlığına, birliğine her an inanıp kendimizde en ufak bir şüphe kalmaması lâzım. Kim gibi? Hatice Annemiz gibi. Ebûbekir Sıddîk Efendimiz gibi. Hazret-i Ali Efendimiz gibi.

Bu dünyaya niye geldik?

Yûnus sen bu dünyaya niye geldin?
Gece-gündüz Hakk’ı zikretsin dilin.

Yûnus Emre Hazretleri iki mısra ile her şeyi anlatıveriyor. Cenâb-ı Allah, bu dünyaya; gece-gündüz kendine kul olalım, kendini zikredelim diye getirdi. Rabbim zikredenlerden eylesin. Îmânını kaybeden, her şeyden şüphe duyanlardan eylemesin.

Baştan beri konuyu; iş hayatında hedefine inanmak ile de birleştiriyoruz ya, iş âleminde de aynı. Sen hedefini koymuşsun. Onu başaracağına inanmışsın. Bunu mantıksız bulan, kabul etmeyenlerle hiç meşgul olma.

Bazı insan her şeye şüphe ile yaklaşır. Eğer hep o itirazcılara kalsaydı dünya, birçok şey icat edilemezdi.

“Olur mu o kadar ağır araçlar yüzebilir mi?” diyenlerin ağzına bakılsa gemi yapılabilir miydi?

“Hiç o kadar ton ağırlığındaki şey uçabilir mi?” diyenlerin sözlerine aldırış edilseydi, bugünkü uçaklar meydana getirilebilir miydi?

Ameliyatları düşünün, mikrodan makroya birçok tekniği düşünün. Bunlar hep, bunları başarabileceğine inanan kişilerin başarısıdır. Ve onlara inanıp destek olanların başarısıdır.

İnanmak, gözle görmeden önce görebilmektir. Kalpte veya kafada onu tamamlayabilmektir. Fatih, daha çocukken fethin rüyalarını görüyor. Ona inanmış. İnanmayanlara nasıl anlatsın, ancak fethederek anlatabilir. Fethediyor, başarısını ortaya koyuyor. İcat edecek kişi, projesini uyguluyor, ortaya koyuyor.

Burada tabiî ki hayalperestlik meselesini de ayrıca ortaya koymak gerekir.

Unutmamalıyız ki; Allah her şeye Kādir, fakat biz değiliz. Piyasa gerçeklerini, fizik kurallarını, üretim maliyetlerini, ülke ve dünya vaziyetini hesaba katmadan iç dünyadan geçirilen şeyler, plân-proje değil, ham hayaldir.

Aşırı şüpheci, vesveseci, evhamlı kişilerin tam zıttı olarak; bazı insanlarda da aşırı güven, aşırı iyimserlik, yani hayalperestlik, maceraperestlik olabiliyor. Böyleleri, hayallerine başkalarını da inandırırlarsa ortaya büyük iflâs hikâyeleri, büyük fiyaskolar çıkıyor.

Bu tür şahıslar hakkında her zaman erkence sormalı:

Bugüne kadar neler başarmış? Kimseye borç takmış mı? Yalanı var mı? Şahsî muhasebesi nasıl? Parasını yönetebiliyor mu? Yapmak istediği işi, bizzat biliyor mu? Hızlı ve kolay paradan mı bahsediyor, yoksa yavaş ve hakkıyla kazanılan fakat istikrarlı bir kazançtan mı?

Cenâb-ı Allah; bizleri, iki dünyada da hakka, doğruya, güzele inanan ve en güzele vâsıl olanlardan eylesin. Güzel, hayırlı ideallerimizde bize inanan, destek olan eşler, arkadaşlar, ortaklar, çalışanlar, evlâtlar ihsân eylesin.

Âmîn…