Yüz Akıyla Çıkan Yüz Sayı Bağlamında KÜLTÜREL HAYAT VE EDEBÎ DERGİLER

YAZAR : Doç. Dr. Harun ÖĞMÜŞ ogmusharun@yahoo.com

Edebî mecmualar şüphesiz kültür ve edebiyatın gelişmesine katkıda bulunuyor. Ancak kültür ve edebiyatın sadece bu mecmualarla gelişmesini beklemek hem beyhûde bir hevese kapılmak, hem de onlara istîâb haddini aşan bir mükellefiyet yüklemek olur. Kültür ve edebiyat, sadece neşriyatla gelişmez. Neşriyat, bu işin yalnızca muhataplara ulaşmasını ve yaygınlaşmasını temin eder. Kültür ve edebiyat seviyesinin yükselmesi, her şeyden önce ilk ve orta dereceli öğretim kurumlarında iyi bir eğitim verilmesiyle mümkün olur. Tevfik Fikret’in, Târîh-i Kadîm adındaki şiiri, söylendiği ilk yıllarda hiçbir yerde neşredilmediği, neşredilemediği hâlde sevenleri tarafından ezbere okunuyordu. «O şiir, bir sanat eseri oluşundan ziyade bir fikir ve ideolojiyi savunuyor olduğu için ezberleniyordu.» diyebilirsiniz.

Peki, Yahya Kemal’in şiirlerine ne diyeceksiniz? Yahya Kemal’in titizliği malûm. Yurda döndüğü ilk yıllarda hiç yayınlamadığı hâlde ezberlenen gazelleri vardı. Hattâ bu yüzden bazılarının; «şiiri olmayan şair» şeklinde istihzâlarına hedef oluyordu. Peki, yayınlamadığı şiirleri nasıl bu kadar okunup rağbet gördü? Çünkü alıcının seviyesi ve edebî zevki yüksek, dolayısıyla teveccühü de o nisbette fazlaydı. Alıcıda bunlar olunca alacağı şeyin kendisine ulaştırılmasını beklemeden onu kendisi arayıp buluyordu. Günümüzde ise en büyük eksiklik bu noktada, yani teveccüh noktasındadır. Bunun en mühim sebebi de eğitimdeki yetersizliktir. Böyle söyleyerek bütün mes‘ûliyeti eğitim câmiasına yıkıp işin içinden çıkmaya çalışmıyorum. Elbette meselenin ülkemize has çok daha derinlerde bulunan sebepleri olduğunu kabul ediyorum. Bunların en başında bir asra yakın bir zamandır kapıldığımız «Batılılaşma» histerisi neticesinde hiçbir dünya ülkesinde benzeri görülmeyen korkunç bir kültür erozyonuna uğramamız yer almaktadır. Bugünkü nesil, bir asır önce vefat etmiş büyük dedelerinin kabir taşlarındaki yazıları okuyamamaktadır. Hattâ birçok genç, 1950’li yıllardaki gazete ve mecmua dilini anlayamayacak durumdadır. Hâl böyleyken şiir ve edebiyat konusunda onlar hakkında çok fazla ümitvar olmak gerçekçi olmaz.

Denilebilir ki, bütün bunlar; şiir ve edebiyatın ancak «eski dil» ile yapılabileceği, çünkü ancak onunla yapılanın şiir ve edebiyat olabileceği şeklindeki «gerici» ön kabulün neticesidir; hâlbuki şiir ve edebiyat o dile mahkûm değildir, onsuz da olabilir. Evet, doğrudur, yazı ve dille ilgili cumhuriyet projesi de bu yöndeydi. Ancak sizin kullanacağınız dil, üslûp ve bunlarla ortaya koyacağınız eserler mevzûu başka; bu eserleri ortaya koymak için sahip olmanız gereken imkânlar mevzûu başkadır. Eski Şiirin Rüzgârıyle unvanlı eseriyle klâsik şiire hâkimiyetini ispatlamış olan Yahya Kemal, Kendi Gök Kubbemiz unvanlı eserinde o dili kullanmadı. Çünkü onu yazarken belirlediği kıstaslar, 20. asırda kullanılan Türkçeydi. Fakat klâsik şiire hâkim olmasaydı Kendi Gök Kubbemiz’de bu kadar başarılı olabilir miydi?

Faruk Nafiz «Beş Hececiler» diye bilinen şairlerden biridir. Gerçekten de hece ile söylediği şiirler son derece sağlam bir nazım yapısına sahiptir. Ancak onun aruzla söylediği şiirler de öyledir. Acaba aruzla söylediği şiirlerde başarılı olmasa, hece ile söylediklerinde bu kadar başarılı olabilir miydi? Demek ki belirlediğiniz kıstaslarda bir eser ortaya koyabilmek için ondan çok daha fazlasına sahip olmanız gerekmektedir. İdealleriniz daima gerçekleştirdiklerinizin ötesinde olmalıdır. Siz, «yeni bir dil» ve «yeni bir üslûp» ile bir eser ortaya koymak isteyebilir, bunu kendinize şiar edinebilirsiniz. Ancak bunun için de yine «eski»yi bilmeye mecbursunuz. Çünkü «eski»yi bilmezseniz «yeni»yi oturtamazsınız.

Yani yukarıda yazı ve dilin değişmesi hakkındaki tespitimiz Yüzakı ve benzeri mecmuaların anlayışıyla ortaya konan şiire taraftar kazanmak gayretkeşliğiyle söylenmiş değildir. Aksine amaç şudur:

Felsefe, şiir ve edebiyatta kelime hazinesi son derece önemlidir. Çünkü dil, kültür ve düşüncenin kelimelerle ifadesinden ibarettir. Kelime hazinesi ve düşünce birbiriyle mütenâsiptir. Kelime hazinesi ne kadar genişse düşünce kabiliyeti de o kadar yüksek olur. Çünkü kelimeler zihindeki mefhumların müşahhas hâle gelmiş şekilleridir. Bir kelime lisan ile ifade edilemiyorsa onun zihinde de bir mukabili yoktur. Varsa bile lisan ile ifade edilene kadar, henüz vücûda gelmemiş, gözlerden ırak bir cenin gibi zihinde muğlâk bir şekilde kalmaya mahkûm olur. Dil ve düşünce arasındaki bu doğrudan irtibat sebebiyledir ki, zihinde muğlâk bir mefhum iken çok uzun vetîreler içinde billûrlaşarak vücûda gelip dilimizde yerini alan kelimelere kıymak büyük bir cinayettir. Bu sözle, dilin asla değişmez bir yapıya sahip olduğunu / olması gerektiğini kastetmiyorum elbette. Aksine dil, canlı bir organizma gibidir, devamlı değişir. Ancak bu değişme dışarıdan yapılan müdahalelerle değil, tabiî bir şekilde olmalıdır. Dil ve düşünce, bir tahterevallinin iki yanındaki çocukların birbirini sallamasında olduğu gibi birbirini tetikleyerek gelişir.

Şu hâlde hangi görüş, anlayış ve tarzda bir şiir ve edebiyat ortaya koyacak olursak olalım her şeyden önce klâsik Türkçenin kaynaklarını; Yûnus Emre’yi, Hacı Bektâş-ı Velî’yi, Fuzûlî’yi, Bâkî’yi, Şeyhülislâm Yahyâ’yı, Nedîm’i asıllarından okuyabilecek bir nesil yetiştirmemiz, dolayısıyla orta dereceli eğitim kurumlarında buna göre bir düzenleme yapmamız lâzımdır. Ancak bundan sonra dileyen «yeni bir tarz ve üslûp» ve «yeni bir dil» ile «yeni bir şiir ve edebiyat» inşa edebilir. Çünkü zihnindeki mefhumları ete-kemiğe büründürebileceği kelime hazinesine sahiptir. Sahip olduğu o hazineden yeni mamuller üretebilir. Ama mevcut olmayandan ne «yeni» ne de «eski» hiçbir şey üretemez.

Tabiatıyla şiir ve edebiyatın günümüzde çok ses getirmeyişinin başka sebepleri de vardır. Önceki sayılarımızdan birinde neşredilen bir yazımızda da belirttiğimiz gibi, asrımızda göze hitap eden unsurların çok ön plâna çıkması, dolayısıyla insanların iç âlemlerine ve duygularına yeterince yönelememeleri hafife alınmaması gereken bir husustur.

Ayrıca yukarıda zikrettiğimiz Tevfik Fikret ve Yahya Kemal örnekleri;

“Günümüzde Fikret ve Yahya Kemal gibi şiir söyleyenler var mı ki onlar gibi alâka ve teveccühü hak etsinler?” şeklinde bir itiraza sebep olabilir. Doğrusu bu, yerinde bir itirazdır. Elbette yalnız alıcı mevkiinde olanlar (okuyucular) değil, verici mevkiinde olanlar (şair ve edipler) de irtifâ kaydetmelidir. Görüldüğü gibi mesele yine eğitimde düğümlenmektedir. Millet olarak topyekûn eğitime daha fazla önem vermemiz gerekmektedir.

Yukarıda saydığımız zorluklar çerçevesinde bir değerlendirme yaparsak yüz akıyla 100. sayısına ulaşan «Yüzakı»mız sayıca yeterli olmamakla birlikte, mümtaz bir okuyucu kitlesine hitap etmektedir. 2005 yılının bahar aylarında Üsküdar-Bağlarbaşı’nda mütevâzı bir apartman dairesinde kısıtlı imkânlarla, fakat büyük idealler ve seçkin bir kadro ile neşredilmeye başladığından bu yana çok büyük gelişmeler kaydetti. Birkaç yıl sonra yine Üsküdar’da, ama daha geniş ve müstakil bir yere taşındı. Seri yazıları, sanat ve edebiyatla ilgili mülâkatları ile okuyucularının gözünü doldurdu. Ancak hususiyle şiirde; aruz ve hecede ısrarlı oluşu ile dikkatleri çekti, birçok şair namzedini de bu istikamette yetiştirme vazifesini deruhte eden bir mektep hâline geldi. Yukarıdaki paragraflarda zikrettiğimiz şartlarda bunlar büyük başarıdır. Ancak biz, bunları yeterli görmüyor, onun daha geniş bir okuyucu kitlesine ulaşması gerektiğini düşünüyor ve bunu cân u gönülden arzuluyoruz. «Yüzakı»mızın yüz akıyla nice 100. sayılara ulaşmasını temenni ediyorum.