BİN DİNAR… BİR GÖNÜL…

YAZAR : Abdullah Mesud HIDIR mahidir@hotmail.com

Câfer-i Sâdık -rahmetullâhi aleyh- hicrî 80 senesinde Medîne-i Münevvere’de doğdu. Özü-sözü doğru olması hasebiyle kendisine; «Sâdık» denildi. Câfer-i Sâdık Hazretleri; ilim, ibâdet, fazîlet ve ahlâkta zirve bir aile ve muhitte yetişti. Başta babası Muhammed Bâkır olmak üzere birçok tâbiîn âliminden; akāid, tefsir, hadis, fıkıh gibi İslâmî ilimleri tahsil etti. Zamanının bütün fen ilimlerinde de söz sahibiydi. Yetiştirdiği talebeler; cebir ve kimya ilimlerinde çeşitli keşifler yapıp, bu ilimlerin temel sistematiğini kurdu. Kimyanın atası sayılan Câbir, Câfer-i Sâdık -rahmetullâhi aleyh-’in talebesidir. Bir diğer talebesi de, Hanefî mezhebinin kurucusu ve ehl-i sünnetin reisi olan İmâm-ı Âzam Ebû Hanîfe’dir. Hicrî 148 yılında vefat eden Câfer-i Sadık -rahmetullâhi aleyh-, Cennetü’l-Bakî’de babası Muhammed Bâkır ve dedesi Ali Zeynelâbidin Hazretleri’nin yanında medfundur.

***

Bir gün bir adam, para kesesini kaybetti ve çalındığını düşündü. O sırada civarında bulunan ve kim olduğunu bilmediği Câfer-i Sâdık Hazretleri’nin yakasına yapıştı ve;

“–Paralarımı sen çaldın!” diye bağırdı. Hazret;

“–Kesende ne kadar para vardı?” diye sordu. O da;

“–Bin dinar.” dedi.

Câfer-i Sâdık, hiçbir şey söylemeden o adamı evine götürüp kendisine bin dinar verdi. Bu şahıs daha sonra para kesesini bulunca özür dileyerek aldığı paraları geri getirdi. Câfer-i Sâdık Hazretleri ise;

“–Biz verdiğimizi geri almayız!” dedi. Bu duruma hayret eden adam;

“–Bu zât kimdir?” diye sordu. Câfer-i Sâdık Hazretleri olduğunu öğrenince de mahcubiyeti bir kat daha arttı.

SEBEB-İ HİKMET

Gazneli Mahmud olarak bilinen Yemînü’d-Devle Abdülkāsım Mahmud, 2 Kasım 971 tarihinde Belh’te doğdu. Daha gençlik yıllarında, devlet idaresinde mes‘ûliyet almaya başlayan Mahmud’un Gazne dışındaki ilk vazife yeri Zemindaver vilâyetiydi. Sultan unvânını ilk kullanan hükümdar olan Gazneli Mahmud, Hindistan’a 1000’den 1027’ye kadar on yedi sefer düzenledi. Bu seferler sırasında birçok cami yaptırıp, yetiştirdiği âlimleri Hindistan’ın kuzey bölgelerine göndererek İslâmiyet’in bu coğrafyada yayılmasını sağladı. Sultan Mahmud, 1025’te Hindistan’ın fethi için önemi büyük olan Sumnat’a sefer yapmayı plânlayıp, seferden önce şu an Kars’ta medfun bulunan Ebu’l Hasan Harakānî Hazretleri’ni ziyaret etti. Şeyh, Sultan’a hırkasını verdi. Sefer sırasında düşmanların İslâm ordusunun ortasına kadar geldiği bir anda Allâh’a ilticâ ederek;

“Senin üstün kıldığın o zâtın hırkası hürmetine, İslâm ordusunu muzaffer eyle!” duâ etti. Allâh’ın yardımı ile Sumnat Seferi zaferle neticelendi.

Sultan Mahmud, ağır hasta olmasına rağmen hayatının son demlerinde dahî, istirahate yanaşmıyor, mes‘ûliyetlerini yerine getirmek için büyük gayret sarf ediyordu. Nihayetinde Gazneli Mahmud, 30 Nisan 1030 tarihinde 59 yaşında iken rahmet-i Rahmân’a kavuştu.

***

Gazneli Mahmud, vezirleri ve devletin ileri gelenleri ile birlikte otururken cebinden kıymetli bir mücevher çıkarıp vezirlerinden birine verdi:

“–Değeri nedir?” diye sordu. Vezir eline aldı, inceledi.

“–Yüz deve yükü altın eder!” dedi. Sultan Mahmud;

“–Onu kır” dedi. Vezir;

“–Efendim, bunu kırmak size ve hazinenize zarar vermektir. Size nasıl kötülük yaparım?” dedi. Sultan Mahmud, ona ihsan ve ikramda bulundu. Aynı denemeyi birkaç ileri gelen kişiye daha uyguladı. Hemen hemen hepsi, aynı cevapları verdi. Sonunda sâdık bendesi Ayaz’ı çağırıp;

“–Kır bunu” dedi. Ayaz hiç tereddüt etmeden mücevheri paramparça etti. Etraftakiler haykırdılar:

“–Ey Ayaz! Bu padişaha ihânettir!” dediler. Ayaz ise;

“–Padişaha gerçek bir sevgi ile bağlı olan için, onun emir ve arzusunu yerine getirmekten daha kıymetli bir şey olamaz!” cevabını verdi.

Ayaz, farkını bir kez daha göstermiş oldu.

BAŞ ÜSTÜNDE GELEN EMÂNET

Sultan I. Abdülhamid Han, 20 Mart 1725’te Topkapı Sarayı’nda dünyaya geldi. Küçük yaşından itibaren, zamanın büyük âlimlerinden dersler aldı. Akıllı, zeki, ileri görüşlü, gayretli bir şehzâde olan Abdülhamid, ağabeyi III. Mustafa’nın 1774’te vefatı üzerine tahta geçti. Tahta çıktığında Osmanlı, bütün cephelerde sıkıntılar içindeydi.

Allah Rasûlü’ne ve ehl-i beyte candan bağlı olan hükümdar, Şam’ın Kadem köyüne bir elçi aracılığıyla ferman göndererek oradaki kadem-i şerîfi baş üstünde İstanbul’a kadar getirtti. Hâlen türbesinde bulunmaktadır. Halkının teveccüh ve sevgisini kazanan padişah, 1782 yazında İstanbul’da çıkan büyük yangında tulumbacıları bizzat yöneterek halka şefkatiyle gönüllerde yer etti. Sultan I. Abdülhamid Han, mimarî alanda; kendi adına bir külliye ve imârethâne, İstanbul Beylerbeyi Camii, Emirgan ve Hasköy’de birer çeşme, Gülşehir Kurşunlu Camii, Yozgat Ulu Camii, Unkapanı Şebsafâ Camii ve Karavezir Medresesi gibi birçok eser inşa ettirdi. I. Abdülhamid Han, 7 Nisan 1789 günü ebedî âleme göçtü. Kabri, Bahçekapı’da yaptırdığı imâretin yanındaki türbesindedir.

***

Padişah, 6 Nisan 1789 günü sadrazam Koca Yusuf Paşa’dan bir mektup geldiğini öğrenince çok heyecanlandı. Ayakta bekliyor, bir an önce mektubun açılıp okunmasını arzu ediyordu. Lala, mektubu okumaya başladı;

“–…Üzülerek arza cür’et eyleriz ki, Karadeniz’in kuzey ucundaki Özi kalemiz sukût etmiş, düşmüştür. Potemkin nam Moskof prensi, kalede mevcut yirmi beş bin müslümanı bilâ istisnâ, katleylemiş; çocuk, yaşlı, hamile, emzikli demeden cümlesini şehîd etmiştir!” cümlesine gelindiğinde vatanperver padişahın merhametli kalbi oradaki halkın çektiği acıyı hissederek elemle burkuldu;

“–Bre nâmerdler! Bre mel‘unlar!” diyebildi. Çok geçmeden yere yığılan Sultan, üzüntüsünden felç geçirerek ertesi gün teslîm-i rûh eyledi.

HAZRET-İ PEYGAMBER’E SUNULAN ŞİŞE

Muhammed İkbal, 9 Kasım 1887’de bugünkü Pakistan’ın Siyalkot şehrinde mutasavvıf bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi. Kur’ân eğitimini medresede tamamladıktan sonra İslâm edebiyatıyla ilgilenmeye başladı. Lahor’da yüksek tahsilini tamamladıktan sonra Doğu Dilleri Fakültesine hoca olarak tayin edildiği yıllarda, Muhammed İkbal’in şiirleri de yayınlanmaya başladı. Şiirlerinde Hazret-i Mevlânâ’dan etkiler görülür. 1905’te Londra’daki Cambridge Üniversitesinin felsefe ve iktisat bölümünde okuduğu yıllarda İkbal, İslâmî konularda bir dizi konferans verdi. Ünlü şair ve mütefekkir, Hint müslümanlarının bağımsızlığı üzerine görüşler ortaya koyarak Pakistan’ın kurulması fikrine ilham kaynağı oldu. Siyasî, içtimaî esasları ve mânevî değerler manzûmesi ile İslâm’ın dünyada hâkimiyeti için çalıştı. «Pakistan’ın Millî Şairi» Muhammed İkbâl’in doğum günü olan 9 Kasım, Pakistan’da millî bayram olarak kutlanmaktadır. Muhammed İkbal, 21 Nisan 1938’de Lahor’da vefat etti. Kabri, Badşâhi Camii yanındaki hususî hazîrededir.

***

İtalyanlar Trablusgarp’a saldırmıştı. İşgali protesto ve müslümanlara destek için düzenlenen mitingde Muhammed İkbal, duygulu bir şiir okudu. Şiirde bir temsil ortaya koyan şair, şehâdetin kıymetini ne güzel anlatır:

“Bu dünyanın dert ve elemlerinden sıkılmış, âdeta başka bir âleme göçmüştüm. Melekler beni Hazret-i Muhammed -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in huzûruna getirdiler. Peygamberimiz sordu:

«–Bana güzel bir koku ile yaklaştın. Söyle bana, o dünya âleminden getirdiğin güzel hediye nedir?»

«–Yâ Rasûlâllah! Dünyada huzur ve rahat kalmadı. İnsan, istediği gibi huzur içinde dînini yaşayıp mâneviyatını artıramıyor. Varlık bahçelerinde binlerce lâle ve gül var, fakat hiçbirinde vefâ kokusundan eser yok. (Dünyadaki varlıklar fânî ve geçici… Onlara iltifat etmeye, hediye diye götürmeye değmez.) Buna rağmen huzûrunuza hediye olarak billûr bir şişe getiriyorum. Bu billûr şişenin içinde o derecede kıymetli bir şey var ki, emsâlini bulmak imkânsızdır. Bu şişede ümmetinizin namusu, şerefi ve vicdanı vardır. Bu şişede, Trablusgarp İslâm beldesinde işgalci İtalyanlara karşı harp ederken şehid düşen Türk askerlerinin mübârek kanı vardır.»”

Bu müessir konuşma üzerine; oradaki insanlar, neleri varsa yardım için verdiler. Trablusgarb Harbi’nden başlayarak, I. Dünya Savaşı ve İstiklâl Harbi’ne kadar devamlı Anadolu’ya yardımda bulundular. (Bkz. Osman Nûri TOPBAŞ, Târihe Yolculuk)