“Hiç merak etmeyin, millet sizi unutmayacak!” ABDÜLAZİZ MECDÎ EFENDİ

YAZAR : Can ALPGÜVENÇ alpguvenc@gmail.com

Cumhuriyet’in ilânından sonra, ünlü bir Fransız dergisinin yazarı Ankara’ya geliyor ve yüksek bir ilim adamı ile görüşmeyi arzu ediyor. Bu Fransız; görülmeyen şeylere inanmayan, ulûhiyeti inkâr eden biri… Kendisine Şer‘iye Vekâleti Müsteşarı Abdülaziz Mecdî Efendi’yi tavsiye ediyorlar.

Abdülaziz Mecdî Efendi söze başlıyor:

“–Ruh görünmüyor, hattâ bilinmiyor bile, fakat rûhun varlığını inkâr edebilir misiniz? Bunun gibi, ruhtan daha ince, daha üstün bir de akıl var. Onu ise hiç göremiyoruz, ama eserini ve faydasını görüyoruz. «Benim aklım yok.» diyebilir misiniz? Demek görünmeden ve bilinmeden inanılan şeyler de var! Meselâ, hava tabakasının olmadığı yerde başka bir madde var mı acaba?”

“–Esir, diye bir madde olduğu söyleniyor!”

“–Esiri görebiliyor veya öncekiler gibi tesirini olsun anlayabiliyor muyuz?”

“–Hayır, kesin olarak anlayamıyoruz.”

“–İşte biz müslümanlar da, görülmeyen, ama olması gereken, hattâ olması vâcib olan bir kudretin varlığına inanıyor, bu elzem kudrete «Allah» diyoruz!”

Fransız yazar; Ankara’dan, Mecdî Efendi’nin bu îzâhâtına itirazda bulunamadan, ilzam edilmiş olarak ayrılıyor.

***

Bu ay sizlere, ilminin kudreti;

“Harîrî gibi Arapça yazar, Sâdî gibi Farsça söyler!” sözleriyle anlatılan bir ilim ve siyaset adamımızı Abdülaziz Mecdî Efendi’yi tanıtmaya çalışacağım.

1865’te Balıkesir’de dünyaya gelen Abdülaziz Mecdî; ilköğrenimini ve hâfızlığını babasının rahle-i tedrîsinde tahsil etmiş, ardından Balıkesir Rüşdiyesi’ni bitirmiş, ulûm-i dîniyye ve fünûn-i medeniyyeyi ise müderris olan dayısı Yahya Nef’i Efendi’den öğrenerek icâzet almıştı. Mecdî Efendi, 19 yaşında iken Balıkesir Rüşdiyesi’nde muallimliğe başlamış, dokuz yıllık hizmetinin ardından rüşdiyenin kapatılıp, idâdîye çevrilmesi üzerine işsiz kalmış, İstanbul’da girdiği imtihanda başarı göstererek Balıkesir İdâdîsi’ne Türkçe ve edebiyat muallimi tayin edilmişti. Fakat aradan altı ay bile geçmeden Girit’e gönderilmiş, Hanya’daki; «Mekteb-i Kebîr-i İslâm»da edebiyat muallimi olarak göreve başlamıştı.

Dört yıl sonra yeni bir tayinle Dersaâdet’e gelen ve Dârülmuallimîn’de bir süre edebiyat muallimliği yapan Mecdî Efendi, daha sonra memuriyeti terk ederek ticarete atılmış, Samsun’da Tantâvîzâde Halid Bey adına zahîre ticareti ve Ticaret Borsası komiserliği yapmıştı. Beş yılın ardından Samsun’dan ayrılarak kısa bir süre Balıkesir’e yerleşen Mecdî Efendi, 1903’te ticaret hayatına bu defa da Konya’da devam etmiş, bu arada Sultan Selim ve Şerâfeddin camilerinde tefsir ve Hâfız Dîvânı dersleri vermişti.

1908’de Meşrutiyet’in ilânı üzerine Karesi’den (Balıkesir) mebus seçilen Mecdî Efendi, sonraki yıllarda İttihatçılarla anlaşamamış (1913), memleketi terk ederek Mısır’a yerleşmiş, orada da ticaretle iştigal etmişti. Yedi yıl sonra ülkesine dönen (1920) Mecdî Efendi, ikinci defa Karesi mebusu seçilip İstanbul’a gelmiş, mecliste II. Reis Vekili görevine getirilmişti.

SİYASETLE İNDİR!

Bir gün meclis komisyonunda siyasî bir tartışma yaşanmıştı. Bu arada komisyonda bulunan Mecdî Efendi de söz almış, düşüncelerini beyan etmişti. Mecdî Efendi hakkında bilgi sahibi olmayan yahudi mebuslardan biri, üstâdın konuşmasından çok rahatsız olmuş;

“–Hoca, bu iş siyaset işidir, senin aklın ermez!” demişti. Üstad, bu müdahale karşısında hiç istifini bozmamış, keskin gözlerini birkaç saniye yahudi mebusun üzerinde gezdirdikten sonra gülerek;

“–O senin siyaset dediğini, ben Mısır’da bir hamaldan öğrendim.” diye cevap vermişti. Yahudi sustu.

Fakat ne verilen cevabın mânâsını anlayan, ne de sebebini soran oldu. Aralarından sadece biri, Meclisin 1. Reis Vekili Hüseyin Kazım Bey, daha sonra bu sözün sebebini anlama merakına düşerek, Mecdî Efendi’ye sordu. Üstâdın 1. Reis Vekiline cevabı şöyleydi:

“Mısır’da un ticareti yaptığım günlerdi. Hamallar mağazama un taşıyorlardı. İskemlemi dükkânımın önüne atmış, çuvalların indirilişini takip ediyordum. Hamalın biri, taşıdığı çuvalı hızla yere atınca, çuval patlamış, içindeki unların bir kısmı etrafa saçılmıştı. Hamalların başında bulunan ve bu vaziyeti gören kolbaşı, o hamala Arapça;

«Unzur bi’s-siyâse!» demişti.

Bizim halk dilinde;

«Usûletle» tabiri vardır. Biz bu tabiri; «Yavaşça, kırıp dökmeden» mânâsında kullanırız. İşte Arap hamalbaşısı kendi halk dilinde bunu siyasetle ifade etmişti. O zaman ben kendi kendime;

«Un çuvalını bile patlatmadan yere bırakmak bir siyaset imiş. Ben bunu bilmediğim için, şimdiye kadar pek çok un çuvalını patlattım ve sonunda bu gurbet diyarına düştüm!» diyerek, bundan bir ibret dersi çıkarmıştım.”

OTURUR, BEKLERSİNİZ!

1920 Nisan’ının ilk günleriydi… Polis komiseri Münir Bey, meclise gelerek;

“–Efendim, iki İngiliz polisi ile bir Ermeni tercüman geldi; derhâl Rauf (Orbay) Beyle Kara Vâsıf Bey’in kendilerine teslimini rica ediyorlar.” dedi.

Bu haber, meclisi altüst etmişti. Demek ki korkulan meş‘um âkıbet baş göstermişti. Meclis Reisi Celâleddin Ârif Beyle, I. Reis Vekili Hüseyin Kazım Bey ortada yoklardı! Bu yüzden meclisin bütün mes‘ûliyet ve mukadderâtı II. Reis Vekili Abdülaziz Mecdî Efendi’nin omuzlarına yüklenmişti. Mecdî Efendi, durumun bütün vahâmetine rağmen, rûhunun azametinden bir zerresini dahî kaybetmediğini gösteren bir metânetle aşağıya inmiş, İngiliz polislerini azarlamıştı. Polisler, ellerindeki yazılı emri göstererek, bu emri yerine getirmek zorunda olduklarını söylemişlerdi. Mecdî Efendi, kendilerine şu cevabı vermişti:

“–Efendiler, meclis karar vermedikçe; buradan mebus değil, çöp bile alamazsınız. Şimdi arkadaşları müzakereye davet edeceğim. Bu müzakerenin neticesine kadar oturur, beklersiniz!”

Meclis salonundaki uzun ve çaresiz müzakerelerin sonunda;

“–Ben arkadaşları böyle ellerinden tutarak teslim edemem. Polislerden bir senet almalıyım. Hem bu, öyle bir senet olmalı ki, tarihte İngiliz medeniyetine de ibret olsun!” demiş, tercümana yazdırdığı senedi iki İngiliz polisiyle tercümana imza ettirmişti. Tarihî senet şöyleydi:

“Mecliste mevcut ve ekseriyeti hâiz olmayan âzânın muhalefetine rağmen, Meclis-i Mebusan sakfı (çatısı) altından mebus Rauf Bey’le Kara Vâsıf Bey’i cebren aldık!”

Sonra da mebuslara, îmânının büyüklüğünü gösteren bir sesle;

“Hiç merak etmeyin, millet sizi unutmayacak!” demişti.

NEFSİM YOK Kİ İZZETİ OLSUN!

Abdülaziz Mecdî Efendi, cumhuriyetin ilânından sonra (29 Ekim 1923) Evkaf ve Şer‘iye Müsteşarlığı görevine getirilmişti. Görevi sırasında bir adam huzûruna gelerek, memuriyet talebinde bulunmuştu. Mecdî Efendi’nin bunun mümkün olamayacağını söylemesi üzerine de müsteşara incitecek ağır sözler sarf etmiş, hakaretler yağdırmıştı. Üstad buna rağmen yumuşak davranışını sürdürmüş, adama sert cevaplar vermemişti. Bu sırada hâdiseye şahit olan ve söylenenleri işiten eski mebus arkadaşlarından biri, dayanamayıp sordu:

“–Yahu, yarım saattir heyecandan patlayacağım. Şu adam sana bu kadar ağır sözler söyledi, hakkı olmadığı hâlde hakaret etti. Sen ise hiç ses çıkarmadın. Sende izzet-i nefis yok mu?”

“–Nefsim yok ki izzeti olsun! Bu adam gördüğü hüsn-i muamele sebebiyle mütenebbih olur. Hakaretine hakaretle karşılık vermemin yahut resmî sıfatıma dayanarak cezalandırılma yoluna gitmemin hiçbir faydası olmaz?”

***

Abdülaziz Mecdî Efendi; siyasî ortamın inandığı değerlere muhalif istikamette geliştiğini görerek, kısa süre sonra müsteşarlık görevinden istifa etmiş, İstanbul’a yerleşerek bir daha görev kabul etmemişti. Ömrünün, bu tarihten vefatına (27 Ağustos 1941) kadar geçen 17 yıl gibi uzun bir devresini evinde dostlarıyla dînî ve tasavvufî sohbetlerde bulunarak geçiren Mecdî Efendi, dar bir çevrede irşad ve tebliğ hizmetiyle meşgul olmuş, siyasî olayların tamamen dışında kalmıştı. Kabri Edirnekapı Şehitliğinde, millî şairimiz Mehmed Âkif Bey’in yanı başındadır.