Şer‘î Kaidelerle Tasavvuf -36- İNÂYET-İ RABBÂNİYYE

Dr. Ahmet Hamdi YILDIRIM 

 

(Şâzelî meşâyıhından Ahmed Zerrûk [v. 899/1494] Hazretleri’nin; tasavvufu, usûl ve fıkıh kaideleriyle anlattığı Kavâidü’t-Tasavvuf ve Şevâhidü’t-Taarruf adlı eserinin tercüme ve şerhine devam ediyoruz.)

TEFVİZİ SARSMADAN…

Ahmed Zerrûk Hazretleri, 48’inci kaidede, hulâsa olarak; 

“Nasslarda gerek ulûhiyet ile gerek nübüvvet ile alâkalı akāid mevzularında; muhâl (imkânsız) olanı reddettikten sonra, müşkil olan hususları tefviz (Allâh’a havâle) etmek sûfîlerin yoludur.” demişti. 

Te’vil etmek yerine tefviz etmek… 

Meselâ Kur’ân-ı Kerîm’in birçok sûresinin başında hurûf-i mukattaa dediğimiz bazı harfler bulunur. Âlimlerimiz müteşâbih olan bu harfler hakkında şu ifadeyi kullanırlar:

“−Allah, bununla neyi kast ettiğini en iyi bilendir.”

Kısaca: Allâhu a‘lem… 

Sıradaki kaidede ise, sözün gerektirdiği mânâyı dile getirmenin, tefvize mâni olmadığını açıklayarak mühim tespitlerde bulunuyor:

Elli Birinci Kaide:

“Farklı anlamlara gelme ihtimali bulunan bir sözün; gerektirdiği mânâlardan bir yönünü dile getirmek, tefviz (o sözün mânâsını Allâh’a havâle etmek) prensibine ters düşmez, onu nakzetmez.

Bunun şartı; «Bu, budur. Bundan ancak bu kastedilmiştir.» diye kesin bir inanç içinde olmamaktır.”

Daha önce zikrettiğimiz, İmam Gazâlî’nin Kānûnu’t-Te’vîl’deki maddelerinden üçüncüsü de bu hakikati aynı şekilde ifade etmişti.

Bir misal verelim:

Nasslarda geçen «yedullah» ifadesi karşısında tefviz tavrı, bu sözünden murâdının ne olduğu en iyi bilenin Cenâb-ı Hak olduğunu söyleyip teslîmiyet göstermektir.

“−Allâh’ın «yed»i haktır, mahiyetinin ne olduğunu bilmeyiz, hakikatine îmân eder, teslîmiyet gösteririz.” demektir.

Lâkin «yed» kelimesini Arap dili bakımından tahlil ettiğimizde, «kudret» ve «nimet» anlamına kullanıldığını da görmekteyiz.

Nitekim Arap der ki:

“−Benim filân üzerindeki yedim / elim çoktur.” Yani; «Benim ona çok iyiliklerim dokunmuştur.»

Bu kelimeyi kudret anlamında kullanmaları da çoktur. 

Öyleyse; 

“−Burada «yed» kelimesinin Cenâb-ı Allâh’a izâfe edilmesinde kudret kastedilmiştir.” denildiğinde, «tefviz»e yani hikmetini Allâh’a bırakıp altını kurcalamama prensibine ters bir şey söylenmiş olmaz. Yeter ki; «Hakikat bundan ibarettir, kastedilen mânâ bizzat budur.» diye bir îtikāda girişilmesin. 

“Lâkin, bu mânâya da ihtimâli vardır diye inanmak, zarar vermez. 

Çünkü tefviz, muhâli / imkânsızı nefyettikten / reddettikten sonra üzerine hükmün binâ edildiği asıldır. Dolayısıyla tenâkuz varmış gibi görünse de, ihtimalleri dile getirmek, tefvize aykırı değildir.”

Muhal / imkânsız nedir?

«Muhâlefetün li’l-havâdis / Cenâb-ı Hak sonradan yaratılmış varlıklara benzemez.» prensibine aykırı düşecek şekilde, Allâh’ın bizim gibi bir elinin olduğunu düşünmek muhaldir. Böyle bir şeyi tasavvur etmek mücessimeye / Allâh’a cisim izâfe etmeye gider ki bu, ehl-i sünnet akîdesiyle bağdaşmaz.

Binâenaleyh;

Bu imkânsızı, baştan saf dışı ettikten sonra; kelâmın iktizâ ettiği / gerektirdiği ihtimaller ve te’viller üzerinde konuşmak ehl-i sünnetin kabul ettiği prensiplerden biridir. Teslîmiyete aykırı değildir. 

Bu nedir?

Anlama gayretidir. Yorumlama çabasıdır.

“İşte bundan dolayıdır ki (sûfîler) tefviz akîdesinin ardından te’vil (yorumlama) çabası içerisine girmişlerdir. Aksi hâlde; 

-Yani eğer bu şartına uygun şekilde muhtemel mânâları dile getirmek, tefvize aykırı olsaydı- 

Tefviz üzerinde icmâ ettikten sonra, te’vil üzerinde kelâm etmeleri sahih / uygun bir davranış olmazdı.

Hakikat şudur ki; temelde, asılda tefviz olmamalıdır.”

Yani tefviz etmek; «Mânâsı yok!» demek veya; «Bizim tarafımızdan asla bilinemez!» demek değildir. O sözün hakikî bir mânâsı vardır. Sözün mânâsını bilmektir aslolan. Onun için diyor ki:

“Hakikatte temel umde, sözün mânâsını bilmektir. Tefviz yapmamaktır. Biz, muhtemel olanı tayin etmekte, muhal olanı reddettikten sonra tefvize müracaat ederiz. Allah en doğrusunu bilendir.”

Kırk sekizinci maddeyi tamamlayan bu kaidede, nasslardaki müteşâbih ifadeler hususunda, hem Allâh’a havâle edip hem de te’vil yolunda söylenen mânâları dile getirmenin birbiriyle çelişmediğini; «Allâh’ın murâdı ancak budur!» demedikçe, muhtemel mânâları zikretmenin teslîmiyete aykırı düşmediğini ifade etmiş oldu. 

Bu ifadeleri müteşâbih yapan unsur, içlerinde, olduğu gibi kabul edilirse, muhal bir mânâya kapı aralayabilecek bir ifade kalıbının bulunmasıdır. Bu imkânsızlığı reddettikten sonra; Cenâb-ı Hakk’ın murâdını tam mânâsıyla anlamak ve tayin etmek iddiasında bulunmadan, Arap dilinin imkânları ve Kur’ân-Sünnet bütünlüğü içinde bu ifadeleri te’vil etmek ehl-i sünnet yolundan giden sûfîlerin tavrına uygundur. 

EHL-İ BEYT-İ RASÛL

Elli İkinci Kaide:

“Rabbânî sıfatların hükmü değişmez. Eserleri, sonuçları da intikal etmez. Bundan dolayı Muhyiddin İbn-i Arabî Hazretleri diyor ki:

−Ehl-i beyt ile, Hazret-i Peygamber -aleyhisselâm- Efendimiz’in âli ile alâkalı şuna inanırız ki:

Cenâb-ı Allah onların bütün günahlarını affetmiştir. Yaptıkları bir amel sebebiyle, önceden âhirete gönderdikleri sâlih bir davranış sebebiyle değil, Cenâb-ı Allâh’ın inâyeti sebebiyle (bu makama ermişlerdir.)

Şair demiş ki:

“İnâyet-i Rabbâniyye sana geldiğinde, seni bulduğunda uyu!.. Hıfz-ı ilâhî bir insanı koruma altına aldı mı artık onun korkacak bir şeyi yoktur.”

Hazret-i Peygamber -aleyhisselâm- Efendimiz’in ehl-i beyti, hâne halkı ile ilgili de Cenâb-ı Allâh’ın özel bir himayesi var, inâyeti var.

“Nitekim âyet-i kerîmede buyuruyor ki:

«…Ey ehl-i beyt! Allah sizden, sadece günahı gidermek ve sizi tertemiz yapmak istiyor.» (el-Ahzâb, 33)

Binâenaleyh;

İrade, Allâh’ın sıfatlarından biridir. Allah bir şeyi murâd ettiği zaman, o değişmez. İrade-i ilâhiyye ezelîdir. Cenâb-ı Allah; ehl-i beytin temiz olmasını, isyankâr olmamasını murâd etmiştir. İlâhî irade, değişiklik kabul etmez.

“Bu ilâhî iradenin hükümleri değişmez. 

Dolayısıyla;

Bir müslümanın, Allâh’ın temizliğine ve kirinin gittiğine dair şâhit olduğu şerefe, namusa yönelik olarak ileri geri konuşması onunla ilgili bir noksanlık dile getirmesi helâl olmaz.”

Hazret-i Peygamber’in ashâbı ile ilgili, O’nun ehl-i beyti ile ilgili bir müslümanın ileri geri konuşması söz konusu olamaz. Cenâb-ı Allah; onların ak, pak, tertemiz olduğunu Kur’ân-ı Kerîm’inde beyân ediyor.

“Bir evlâdın babaya isyanı, babanın sözünü dinlememesi; evlâdı, babanın nesebinden çıkarmaz.”

Âsî de olsa kişi, babasının oğludur. Onun kütüğüne kayıtlıdır. 

“…Tâ ki o nisbetin aslı, kökü ortadan kalkmadıkça ki, o kök îmandır.”

Yani mü’min oldukları müddetçe; ehl-i beytten, sâdattan olan kişiler için Allah Teâlâ’nın hükmü değişmez, onlara hürmette kusur etmemek lâzımdır. 

“Ehl-i beytten (seyyid ve şeriflerden) kişiler, bir hakka girmişlerse, onlar hakkında şerîatın hükümlerini uygulamakla memuruz.”

Yani onların ilâhî inâyet sayesinde temiz olduklarına dair îtikādımız, onlar aleyhine terettüp eden şer‘î hükümleri uygulamamamız gerektiği mânâsına gelmez. Seyyid veya şeriflerden biri, bir müslümana veya malına zarar vermiş ise, dâvâ neticesinde o zât hakkında gereken hükmü yerine getirmek gerekir.

“Bu durumda bizim konumumuz; bir hizmetlinin / bir kölenin, efendisinin çocuğunu te’dib etmesi gibidir. O köle, hem padişahın emrini yerine getirir hem de şehzâdenin fazîletini unutmaz.”

Meşhur bir hikâyedir:

Akşemseddin Hazretleri, Fatih’i yetiştiren büyük âlim. Fakat bu tahsil kolay olmuyor. Şehzâde Mehmed, ele avuca sığmayan çok hareketli bir çocuk. Padişah evlâdı… Kendini dokunulmaz hissediyor. 

Akşemseddin Hazretleri; bir gün babasıyla anlaşır, onu medreseye davet edip azarlar, neredeyse dövecek. Küçük şehzâde; görüyor ki, değil padişah çocuğu, padişah olsan bile bu hocanın otoritesinden kaçış yok, o günden sonra uslu uslu derslerini yapmaya başlıyor.

Bir şehzâde terbiyecisi; padişahın çocuğunu te’dip ederken, şu hâlet-i rûhiye içindedir: 

“Bu çocuk benim elime verilmiş, benim terbiyeme emânet edilmişse de o bir sultan evlâdıdır. Sıradan biri değildir. Ben padişahın verdiği salâhiyetle ona disiplin uyguluyorum.”

Biz de ehl-i beytten biri bir yanlış yapmışsa ona şerîatın hükmünü uygularken; «Artık suç işlediğin için, sıradan biri oldun; bundan sonra sana ve üzerindeki inâyet-i rabbâniyyeye ihtirâmın bir gereği kalmadı.» diye düşünemeyiz. Çünkü îman bağı kaldıkça, onun hakkındaki ilâhî hüküm bâkîdir. 

“Hazret-i Peygamber -aleyhisselâm- Efendimiz’e, Cenâb-ı Allah emrediyor:

«De ki: 

‘–Ben buna karşılık sizden akrabalık sevgisinden başka bir ücret istemiyorum.’» (eş-Şûrâ, 23)

İbn-i Abbâs -radıyallâhu anhümâ- diyor ki:

«Bu ibâre; ‘Akrabalık bağıma hakkını vermenizi istiyorum.’ demektir.»”

Yani ehl-i beyte, seyyidlere hürmet bu âyet-i kerîmeden de istinbat edilmektedir.

“Eğer onlar cihetinden başımıza bir haksızlık gelirse; bu haksızlığı, herhangi bir sebebi bulunmayan bir takdîr-i ilâhî sayarız.

Çünkü Efendimiz -aleyhisselâm- buyuruyor ki:

«Fâtıma benden bir parçadır. Onu üzen beni de üzer.»
(Nesâî, Menâkıb, 7/394; Buhârî, Fedâilü Ashâbi’n-Nebî, 12, 29)

Yani; «Kızımı üzmeyin! Kızımı üzen, beni de üzmüş olur.» buyuruyor.

“Bütüne gösterilen hürmetin, parçaya da gösterilmesi lâzım.”

Madem Fâtıma -radıyallâhu anhâ- Vâlidemiz, Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’den bir parçadır; Peygamber’e gösterilen saygının ona da gösterilmesi lâzım. Fâtıma’dan gelen Peygamber’in nesline de o hürmetin gösterilmesi lâzım.

Binâenaleyh;

Eğer Peygamber’in ailesinden, ehl-i beytten birinin size bir haksızlığı olursa, onun üzerine düşmemek lâzım.

“Cenâb-ı Hak (Musa-Hızır kıssasında) buyurdu ki:

«…O iki yetimin babaları sâlih bir kimseydi…» (el-Kehf, 82)

Malûm kıssada; Hazret-i Musa, ilm-i ledün sahibi Hızır -aleyhisselâm- ile bir yolculuğa çıkar, acayip hâdiseler yaşarlar. Karşılaştıkları üçüncü hâdisede; kendilerini misafir etmeyen kaba saba insanların yaşadığı şehirde, Hazret-i Hızır, yıkılmak üzere olan bir duvarı tamir eder. Musa -aleyhisselâm-; 

“–İstesen buna karşılık bir ücret alabilirdin.” deyince, sual ve itiraz yasağını üçüncü kez delmiş olur ve seyahat sona erer.

Hızır -aleyhisselâm- bu duvarın hikâyesini anlatır:

Duvarın altında bir hazine vardır. Sahibi de iki küçük yetimdir. Duvar yıkılırsa, define ortaya çıkacak ve henüz mallarına sahip çıkamayacak vaziyette olan yetimlerin aleyhine olacaktır. Bu sebeple onların büyümesine imkân tanıyacak şekilde, duvarın tamir edilmesi lâzımdır. İşte bu hâdiseyi anlatırken şu notu da düşer:

“O iki yetimin babaları sâlih bir kimseydi.”

Rivâyete göre yedi kuşak öteden dedeleriymiş. (Baba, dede makamında kullanılır.) (Mâverdî, en-Nüketü ve’l-Uyûn, el-Kehf, 82)

Cenâb-ı Allah; dedelerinin hatırına, o yetimlerin duvarında ülü’l-azm peygamberlerden birini, Hızır -aleyhisselâm- ile beraber usta olarak çalıştırıyor.

Yani her şahsın evlâdına, torununa böyle Hızır yetişmez. Sâlih olmak lâzım. 

Buradan da anlıyoruz ki;

Atadan, babadan sadece mal, mülk mîras kalmıyor. Sâlih olmak da mîras kalıyor. 

Zerrûk Hazretleri, seyyidlere gösterilmesi gereken hürmete mevzuyu getirerek şöyle diyor:

“Babalarının sâlih oluşunu methettiğine göre, (babaları) nebî olanı nasıl metheder sen düşün! 

Sâlihlerin çocuklarına muamele bu ise, evliyânın çocuklarına durum nasıldır? Evliyânın çocuklarına böyleyse enbiyânın çocuklarına nasıldır? Enbiyânınkine böyleyse rasûllerinkine nasıldır? Ya Peygamberlerin Efendisi Seyyidü’l-Mürselîn’in evlâdına muamelemizin nasıl olması lâzım? De ki:

«−Seyyidü’l-Mürselîn’in evlâdı ile ilgili nasıl bir ifade kullanılır?»

Anlaşıldı ki onların öyle bir kadr u kıymeti vardır ki -Cenâb-ı Allâh’ın özel kulları müstesnâ- kimse anlayamaz.

Böylece anlayasın!

Bu sözlerimi Hocam Ebû Abdullah el-Kavrî’ye anlatınca o, şunu söyledi:

«Bu, bizimle ilgili bir durumdur.»”

Yani işin bizim tarafımıza bakan yönüdür. Biz onlara hürmet edeceğiz. Kusurlarını görmeyeceğiz. Fakat onlar kendilerine bu gözle bakmayacaklar. 

“«Meselenin onlara bakan tarafına gelince; yakınlıktaki günah, uzaktakinin günahı gibi değildir.» Ardından şu âyeti okudu:

«Ey Peygamber hanımları! Sizden kim açık bir hayâsızlık yaparsa, onun azâbı iki katına çıkarılır.» (el-Ahzâb, 30)

Bir yerde sevap ne kadar çoksa, günah riski de o kadar fazladır. Nasıl Mekke’de yaptığımız ibâdetler bin, on bin, yüz binle çarpılıyor; orada işlediğin günahlar da öyledir. Âyetlerin devamındaki ifade mühim:

“Ey Peygamber hanımları! Siz, kadınlardan herhangi biri gibi değilsiniz…” (el-Ahzâb, 32)

Yani Peygamber evlâtları da, bu yakınlığın gerektirdiği hassâsiyet içinde yaşamalı, herhangi bir kişi olmadıklarını unutmamalıdır. 

“Ehl-i beyt ile ilgili cezanın katlanması, o günahlarına keffâret olacak belâların bu dünyadayken kendilerine peşinen verilmesidir. İbn-i Ebî Cemre (ö. 699/1300) de İfk hâdisesinde Mıstah’ın rolü hususunda, Bedir ashâbının şânıyla alâkalı buna benzer şeyler söylemiştir. 

Hazret-i Peygamber Efendimiz’in şu sözü de bu mânâ cümlesinden anlaşılmalıdır:

«Ey Abbâs! Peygamber’in amcası! Allah’tan gelecek bir şeyi senden, ben bertaraf edemem. Ey Fâtıma! Muhammed’in kızı! Allah’tan gelecek bir şeyi ben bertaraf edemem. Kendinizi kurtarmaya bakın! (Buhârî, Vesâyâ, 11; Müslim, Îmân, 351)

Derim ki: Hazret-i Peygamber Efendimiz’in bu sözü; isyankâr olmayan bir evlâdı isyandan, suçsuz olan bir kimseyi suçtan sakındırmak gibidir ki diğerleri hakkında delilce daha kuvvetli olsun. Allah en iyi bilendir.”

Böylece bu sözü dinleyenler; «Yahu Peygamberimiz’in, kızına dahî toleransı yoksa bize hiç affı olmaz!» şeklinde anlarlar. Yoksa bu ifadeler, bu zâtlara, Peygamberimiz’in akrabası olmaktan hiçbir fayda olmayacağı mânâsına gelmez. 

Bir hoca, en çalışkan olan talebesine diyor ki:

“−Bak çalışmazsan, yakarım çıranı!..” 

Türkçede böyle dolaylı söyleyişler hakkında; «Kızım sana söylüyorum gelinim sen anla!» ifadesi kullanılır.

Müellifimizin, ehl-i beyt hakkında hürmet ve muhabbet noktasına vurgu yaptığını görüyoruz. Tasavvuf büyükleri de ekseriyâ sâdât-ı kirâm arasından, seyyid ve şerifler arasından gelmiştir. Hadîs-i şerifte buyurulur:

“Ehl-i beytim Nûh’un gemisi gibidir, kim ona binerse kurtulur, kim ondan geri kalırsa boğulur.” (Hâkim, II, 373/3312)

Tarihte, seyyidlere gösterilen hürmeti istismâr eden müteseyyidlerin / seyyid olmadıkları hâlde seyyidlik taslayanların da bulunduğunu biliyoruz. Bu sebeple; seyyidlerin şecerelerine îtinâ gösterilmiş, onların hak ve hukuklarını müdafaa ve aralarına nâbecâ kişilerin karışmaması için nakîbü’l-eşraflık müessesesi kurulmuştur. 

Şu hadîs-i şerîfi de hiç unutmamak gerekir:

“Dikkat edin, benim dostlarım, babamın ailesi değildir. Benim asıl dostlarım, Allah Teâlâ ve sâlih mü’minlerdir.” (Müslim, Îmân, 366; Buhârî, Edeb, 14)

Rabbimiz, Rasûlullah Efendimiz’in yolundan gidebilmeyi cümlemize nasîb eylesin. Âmîn…