NASIL İHYÂ OLURUZ?

Dr. Ahmet Hamdi YILDIRIM 

 

VARLIK SEBEBİMİZ

 

Cenâb-ı Allah bizi niçin yarattığını beyan sadedinde şöyle buyuruyor:

 

“Ben cinleri ve insanları, ancak Bana kulluk etsinler diye yarattım.” (ez-Zâriyât, 56)

 

Yani bizim yeryüzünde bulunma maksadımız Allâh’a kulluktur. 

 

Allâh’a kulluğun nasıl yapılacağını gösteren ve öğreten ilim adına da fıkıh diyoruz. 

 

Tarihimizin önemli sîmâlarından biri İmâm-ı Gazâlî’dir. Onun çok önemli bir eseri var. Kitabın başlığı, bu eserin ne kadar derin bir mevzuyu ele aldığını bizlere anlatıyor: 

 

İhyâu Ulûmi’d-Dîn… 

 

«Din ilimlerinin canlandırılması.» 

 

Sanki sadece bu başlık bile muazzam bir iddiayı taşıyor. Diyor ki:

 

“–Din ilimleri öldü. Ben geldim, bu din ilimlerini canlandırıyorum.”

 

Yeryüzünde Allâh’ın kulları; en önemli vazifeleri olan kulluğu, şeytanın onları yoldan çıkarmasıyla zaman zaman unutmuşlar. Kulluk vazifesinde, yeryüzünde Allâh’ın kulu olma misyonunu yerine getirmek üzere gönderilmiş insanın, bu vazifesinde muvaffak olmasının önünde en büyük engel şeytandır. Çünkü şeytan, Allâh’ın yarattığı insanoğluna Allâh’ın emri üzere saygı göstermesi lâzım iken, bir iddiaya kalkıştı ve Allâh’a isyan etti. O günden bugüne ve kıyâmete kadar da şeytan, insanoğluna düşman olarak kendini konumlandırdı.

 

İşte bu şeytan; Âdem -aleyhisselâm- zamanında da vardı, Gazâlî’nin yaşadığı dönemde de vardı, bugün de var. Bu sebeple muazzam bir deneyim ve tecrübeye sahiptir. Yani -tabiri câizse- yedi bin kere bizi dereye götürüp, su içmeden geri getirebilecek kadar muazzam aldatma ve hileleri olan bir varlıktır. 

 

BEŞİNCİ ve ON BEŞİNCİ ASIR

 

Hicrî beşinci asra baktığımızda; şu içerisinde bulunduğumuz asırdan çok da farklı olmayan bir asır ile karşılaşıyoruz: 

 

Bâtınîlik yayılıyordu, yani birtakım ne idüğü belirsiz akımlar üzerinden;

 

“–Namaza, oruca gerek yok. Kalbin temiz olsun. Allah senin kalbine bakıyor. Allah senin namazına mı muhtaç?” türünden ifadelerle insanları aldatan içi boş, tamamen kulluktan uzaklaşmış bir din takdim ediliyordu.

 

•O asırda Kudüs, Şiî Fâtımîlerin kontrolündeyken, korunamadı ve Haçlıların eline düştü. Yani tefrika ve mağlûbiyet… 

 

Hicrî beşinci asrın şartları, içinde bulunduğumuz on beşinci asrın şartlarına çok benziyor.

 

Bu sebeple;

 

Bizim için İhyâ çok önemli bir eser. İhyâ bir protest hareket olarak ortaya çıkmıştır. Yani müslümanların yok oluşu, toplumun içerisinde gittikçe kimliğini kaybediyor oluşuna karşı, Necip Fazıl’ın şu temennîsinde olduğu gibi haykıran bir isimdir Gazâlî: 

 

Haykırsam kollarımı makas gibi açarak;

Durun kalabalıklar! Bu cadde, çıkmaz sokak!

 

İLMİN FAZÎLETİ

 

İmam Gazâlî, İhyâu Ulûmi’d-Dîn adlı kitabının ilk bahsine Kitâbu’l-İlim adını veriyor. Burada ilmin fazîletlerinden bahsediyor, ilmin fazîletlerine dair âyetlerden bahsediyor, hadislerden bahsediyor. Âyetlerden bahsederken diyor ki:

 

“−İlim öyle bir sıfattır ki Cenâb-ı Allah;

 

«Allâh’ın size öğrettiğinden öğretip avcı hâle getirdiğiniz hayvanların, sizin için yakaladıklarından da yiyin ve üzerine Allâh’ın adını anın (besmele çekin.)» (el-Mâide, 4) buyuruyor.”

 

Demek ki ilimle, hayvanlar bile akıllı muamelesi görüyor. Köpeği eğer eğitirseniz, avcılık eğitimi verirseniz, köpeğin avladığı hayvanın etini yemek helâldir. Ama câhil bir köpekse, onun avladığı eti yemek haramdır ve hattâ seni yer. 

 

Bugün ülkemizde başıboş sokak köpeklerinin yol açtığı saldırı ve terör sık sık gündeme geliyor. Çünkü tabiatında saldırganlık var. Ama eğer eğitim alırsa, onlar da helâl dairesinde av yaparlar.

 

Gazâlî Hazretleri bu âyeti de delil olarak getirir. İlim sıfatı, hayvanatta bile bir üstünlük sıfatıdır. 

 

İlmin fazîletine dair bir başka âyet-i kerîmeyi de zikrediyor. Diyor ki:

 

“–Cenâb-ı Allah ilim ehlini protokolde üçüncü sıraya yerleştiriyor:

 

«Allah, adâleti ayakta tutarak (delilleriyle) şu hususu açıklamıştır ki, kendisinden başka ilâh yoktur. Melekler ve ilim sahipleri de (bunu ikrâr etmişlerdir. Evet) mutlak güç ve hikmet sahibi Allah’tan başka ilâh yoktur.» (Âl-i İmrân, 18)

 

Yani Allâh’ın; O’ndan başka hiçbir ilâh olmayıp, sadece tek ilâh olduğuna şâhitlik edenler; 

 

•Birinci sırada; Allah’tır, 

 

•İkinci sırada; meleklerdir, 

 

•Üçüncü sırada; ilim sahipleridir.

 

Binâenaleyh;

 

İlim ehli olmanın olmazsa olmaz, ayrılmaz parçası; Allâh’ın tek ilâh olduğuna tanıklık edebilmektir. Bugün aklı başında olan, her branştan ilim adamları; Allâh’ın varlığını kendi bilim dallarıyla görebiliyorlar, itiraf edebiliyorlar.

 

GERÇEK İLİM

 

İhyâu Ulûmi’d-Dîn’de bir de hadîs-i şerif zikreder İmam Gazâlî:

 

“Allah kimin için hayır dilerse onu dinde derin anlayış sahibi / fakih kılar…” (Buhârî, Farzu’l-Humus, 7, İlim, 13, İ‘tisam, 10; Müslim, İmâret, 98, Zekât; 98, 100)

 

İşte bu hadîsi naklettikten sonra, Gazâlî Hazretleri şu altın cümleyi söyler:

 

“−Zamanımızın (beşinci asrın) hocalarına bakarak; «Allah bunların neresine hayır murâd etmiş?» deyip de kalkıp; «Bu hadis zayıftır.» türünden lâflar etmeyin!”

 

Niye?

 

“−Çünkü fakih olmanın asgarî standardı, en düşük basamağı; âhiretin dünyadan hayırlı olduğunu bilmektir.”

 

Yani hepimiz bir hayat yaşıyoruz. Gençken biraz daha tozpembe gözüküyor bu hayat. Ama bu hayat, iki basamaklı bir varlığın birinci adımı. Buradan asıl hayat olan âhirete geçeceğiz. Asıl hayat âhiret hayatı olduğu için; fakih olmak, âhiret gözlüğü ile dünyayı değerlendirebilmektir.

 

Yani her yaptığımız şeyde; «Yarın Allâh’ın huzûrunda bunun hesabını vereceğim.» şuuruyla hareket edebilmektir. Bundan dolayı alışveriş mevzularını bilmek, namazın şartını, orucun müfsidini bilmek fakih olmak için yeterli değil. Fakih olmak, -Gazâlî’nin ifadesiyle- âhiret gözlüğü ile dünya hayatını değerlendirebilmektir.

 

Bugün fakihlerimiz o güne göre daha avantajlıdır. Niye? Çünkü o günkü fıkıh, bugünkü hukuku karşılıyor. Bugün nasıl hukuk fakülteleri; hâkimler, savcılar yetiştiriyorlar, avukatlar çıkarıyorlar. Hukuk fakültesi mezunları, önemli devlet memurluklarına namzet oluyorlar. 

 

Beşinci asırda da fıkıh okuyanlar; önemli hukuk mahkemelerinde kadılık yapıyor, mahkeme teşkilâtında vazife alıyorlardı. Dolayısıyla hem talebeyken hem talebelik sonrasında mûteber meslekleri elde ediyor, yüksek maaşlar alıyorlardı. Bu da niyetin ihlâsı hususunda endişelere yol açıyordu.

 

Bugün o zamana nazaran, ilâhiyatlılar olarak hiç itibarımız yok. Bu endişe, o zamana göre devrimizde daha az. 

 

ÖNCE KULLUK

 

Fakat böyle olmakla beraber; yine toplumun bir kesiminde, ilâhiyatlılardan, aykırı konuşanları, aykırı söylem üretenleri el üstünde tutmak gibi bir yozlaşma görüyoruz. Oysa Allah bizi, yeryüzüne kul olmak için gönderdi.

 

Hattâ Peygamber -aleyhisselâm- Efendimiz’in, peygamberlik vasfı mı kulluk vasfı mı öndedir?

 

Kelime-i şahâdette önce O’nun kul olduğu söylüyoruz. Nitekim tasavvuf literatüründe bir ifade vardır. Der ki:

 

“Bütün kâinat, bütün yeryüzü, Muhammed Mustafâ -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in hatırı için yaratılmıştır.” 

 

Yani Allah, bütün kâinâtı kendisine ibâdet edelim diye yarattığını söylüyor. Bütün âlemi insanların ve mükellef olan cinlerin emrine verdiğini söylüyor. Dolayısıyla şu varlık âleminin yaratılma sebeb-i hikmeti kulluktur. Kulluğu en üst noktada, en zirve noktada temsil eden de Muhammed Mustafâ -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’dir. O zaman Cenâb-ı Allah;

 

“Bana kulluk yapsın diye, Ben insanoğlunu yarattım. Bu kullukta da zirve olan Muhammed Mustafâ olduğu için, O’nun hatırına insanlığı yarattım.” demiş oluyor.

 

Hâsıl-ı kelâm;

 

Hoca olmak, doktor olmak, profesör olmak, rektör olmak, devlet başkanı olmak… Bütün bu sıfatlar bizim için bir mânâ ifade edebilir. Ama Allah, karşısında kul istiyor.

 

Dolayısıyla; kul olmayan birinin, Allah katında hiçbir itibarı yoktur.

 

Bir hikâye anlatırlar:

 

Adamın biri çocuğuna; 

 

“–Senden adam olmaz!” demiş. 

 

Çocuk da hırs yapmış, okumuş, vali olmuş. Babasının bu sözlerine içerlediği için de jandarmayı göndermiş köye, babasını iki jandarma arasında mecburî olarak valilik makamına getirtmiş. İçeri girince de kasılarak; 

 

“–Hani benden adam olmazdı?” demiş. 

 

Babası da;

 

“−Oğlum ben; «Senden vali olmaz.» demedim. «Senden adam olmaz.» dedim.” demiş ve eklemiş: 

 

“–Eğer adam olsaydın, babanı jandarma mârifetiyle ayağına getirtmezdin!”

 

Şimdi bu baba için çocuğunun «vali» olması mı önemli yoksa çocuğunun «çocuk» olması mı önemli?

 

Size hayattan bir tecrübemi paylaşayım…

 

Siz de gözlemliyorsunuzdur: 

 

Anne-baba hangi çocuğunu sever?

 

Tadında problem çıkaran çocuğunu sever. 

 

Niye? Çünkü annelik ve babalık içgüdüsünü, tadacağı taleplerle karşılaşmak ister. 

 

Meselâ;

 

“–Baba param yok. Harçlık verir misin?” diyecek, baba da verecek.

 

“–Anne! Şunu yapamadım yardım eder misin?” diyecek, annesi de yardım edecek. Böylece anneliği, babalığı tadacaklar. 

 

“İşe yaradım, evlâdım benden bir şey istedi, ben de karşıladım.” diye babalık duygusunu, annelik duygusunu tatmin edecek. Ama evlât anne-babasına hiç problem götürmüyor. Hiç müracaat etmiyor. Hiçbir şey istemiyor. Müstağnî gibi davranıyor. Anne-baba pek sevmez öyle evlâdı.

 

Sanki; «hiç problem götürmeyenin sevilmesi lâzım»mış gibi geliyor. Fakat öyle değil.

 

Cenâb-ı Allah da kullarından tatlı problem çıkaranları seviyor. Ne diyor hadîs-i şerifte?

 

“Eğer siz hiç günah işlemeseydiniz, Allah Teâlâ Hazretleri sizi helâk eder ve yerinize, günah işleyecek (fakat tövbeleri sebebiyle) mağfiret edeceği kimseler yaratırdı.” (Müslim, Tevbe, 9; Tirmizî, Deavât, 105)

 

Bu merhamet tecellîsinin sırrıdır.

 

Tabiî büyük problem çıkaranı anne-baba da sevmez Cenâb-ı Hak da… Yani; küfür, şirk, nifak, isyan, fısk u fücur ehlini… 

 

Huzurevlerinde; yaşlı amcalar, teyzeler, nineler var. Bunların oğulları; rektör, doktor, bakan, yüksek mevkide kimseler. Ne faydaları var annelerine, babalarına? Bir de bakıyorsunuz ki bir köyde; adamın etrafında on tane oğlu var, torunları var. Âhir ömründe onlarla mutlu-mesut geçiniyor. Bir anne-baba için önemli olan, çocuğunun yanında kalabilmesidir.

 

Onun için;

 

Makamımız, mevkiimiz ne olursa olsun; annemizin, babamızın yanında çocuğuz.

 

Efendimiz -aleyhisselâm-’a bir adamcağız geliyor ve diyor ki:

 

“−Yâ Rasûlâllah! Bana, filân yere kadar bineceğim bir deve verir misin?”

 

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de;

 

“−Bu kardeşinize bir deve yavrusu verin!” diyor.

 

Adamcağız;

 

“−Yâ Rasûlâllah! Deve yavrusunu ben ne yapayım? Bana yük taşıyabilecek, beni taşıyabilecek bir deve lâzım.” diyor.

 

Bunun üzerine Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-;

 

“−Her deve, annesinin yavrusu değil midir?” (Tirmizî, Birr, 57; Ebû Dâvûd, Edeb, 84, 92) diyor. 

 

Yani hepimiz otuz yaşına da gelsek, yetmiş yaşına da gelsek; anamızın, babamızın yavrusuyuz.

 

Hâsıl-ı kelâm;

 

Allah bizden kul olmamızı bekliyor; büyük paralar kazanmamızı, dünyanın en zengin insanı olmamızı değil. Büyük fabrikalar kurmamızı, dünyanın en büyük işvereni olmamızı değil, kul olmamızı istiyor. O kulluğun içerisinde çalışmak da var. O kulluğun içerisinde dünyayı îmar etmek de var, ama bütün bunlar ikinci sırada gelen şeyler. Birinci yapmamız gereken, kulluk.

 

Bu kulluğu bize öğreten ilim ve hususen fıkıh… 

 

•İlmin temeli, Allâh’a inanmak…

 

•İlmin asgarîsi; âhireti dünyaya tercih etmek, âhireti dünyanın önünde tutmak…

 

Hayata bu ölçülerle bakarsak, dünyamızı ihyâ ederiz. 

 

Hayata bu ölçülerle bakarsak, âhiretimizi âbâd ederiz. İlme bu ölçüyle bakarsak, ilimleri ve ilmin mekânı olan kalplerimizi, dimağlarımız ihyâ etmiş oluruz. 

 

Hayata bu ölçülerle bakarsak, asrımızı da bu asırda yaşayan ümmet-i Muhammed’i de ihyâ ederiz. Aramızdaki tefrikayı yener; içteki düşmanımız şeytana ve dıştaki düşmanımız küffâra, haçlısına, Siyonist’ine galip geliriz. Böylece mağsup beldelerimizi de işgalden kurtarırız. 

 

Ne mutlu ihyâ olanlara! Ne mutlu ihyâ edenlere!..